Beyan İlmi

I. Teşbih (Benzetme)
1- Teşbihin Unsurları
2- Teşbihin Kısımları
3- Teşbihü´t -Temsil
4- Et-Teşbîhü´z-Zımnî
5- Teşbihin Gayeleri
6- Et-Teşbîhü´l-Maklub
II. Hakikat Ve Mecaz
1) Hakikat
2) El-Mecâzü´l-Luğavî
III. İstiâre
1- İsti´âre´nin Rükünleri:
2- İstiâre-İ Tasrîhiyye Ve İstiâre-İ Mekniyye.
İstiare Nevileri Île İlgili Bazı Misaller:
3- İsti´âre-i Asliyye Ve İsti´âre-i Tebe´iyye.
4- İstiâre-i Müreşşeha İstiâre-İ Mücerrede Ve İstiâre-İ Mutlaka.
5- İsttâre-i Temsiliyye.
IV. Mecâz-ı Mürsel Ve Alakaları
Mecâz-i Mürsel Ve Alakası İle İlgili Âyet-i Kerimeler:
V.Mecâz-I Aklî
VI.Kınaye.
Kinaye Çeşitleri:
B) Kinaye İle İlgili Bazı Âyetler:

BİRİNCİ BÖLÜM

BEYÂN İLMİ

Beyân (İlmi)

Beyân; sözlükte, ortaya koymak, açık-seçik olmak, açıklamak ve an­laşılır hale getirmek gibi mânalara gelir.[1]

Bir terim olarak "Beyân"; bir mânayı farklı söz ve usûllerle anlatmayı öğreten, belirli usûl ve kuralları olan bir ilimdir. Belagat ilmini meydana getiren üç ilim dalından (Me´ânî, Beyân ve Bedî1) birisidir. İfâdelerdeki açıklık derecesi; o ifâdenin hakîkat, mecaz, teşbih, isti´âre ve kinaye ol­masına göre değişir. İşte Beyân ilmi, bu ifâde tarzlarından hangisinin daha belîğ olduğunu inceler.[2]

Bu ilmin kurucusu Ebû ´Ubeyde Ma´mer b. el-Müsennâ et-Temîmîdir (Öİ.210/825). Daha sonra sırasıyla; el-Câhiz (Öİ.255/869); İbnül-Mu´tez (Öİ.296/909); Kudâme b. Ca´fer föl.337/948) ve Ebû Hilâl el-´Askerî (öl. 400/1009); İbn Reşik el-Kayrevânî (Öİ.456/1064) ve ´Abdülkâhir el-Cürcânî (Öİ.471/1078-79) bu ilmin gelişmesinde rol oynayan belli başlı âlimlerdir.[3]

Beyân ilmi; Teşbih, isti´âre, mecaz ve kinaye (vb.)´den bahseden bir ilimdir. [4]

I. Teşbih (Benzetme)

Teşbîh: sözlükte fiilinin masdarı olup "bir şeyi, başka bir şeye benzetmek" mânasındadır.[5]

Bir "Beyân" terimi olarak "Teşbîh"; belirli bir maksat için bir edat ile aralarındaki ortak nitelikten dolayı bir şeyi başka bir şeye benzetmektir.

Veya: Bir veya bir kaç şeyin bir veya daha fazla vasıfta ortak olduk­larını, "kâf´(gibi) veya benzeri bir edatı zikrederek veya bunları varsay­arak açıklamaktır.[6]

(Veya bir gaye için, bir şeyi (müşebbehi) herhangi bir vasıfta (vech-î şebeh), diğer bir şeye (müşebbeh bih) bir edatla birleştirmek (benzet­mektir.

Misâl: «ilim, doğru yolu gösterme de ışık gibidir.» Bu misalde; İlim müşebbeh; nûr müşebbeh bih; hidâyet, vech-i şebeh; kâf, teşbîh edâtıdır.[7]

Teşbîh bölümü, üç ana kısma ayrılır:

1. Teşbihin unsurları (öğeleri),

2. Teşbihin çeşitleri,

3. Teşbihin gayesi. [8]

1- Teşbihin Unsurları

Teşbihin unsurları döıttür.

a) Müşebbeh (benzetilen),

b) Müşebbeh bih (kendine benzetilen). Bu ikisine teşbihin İki tarafı denilir. Benzetme yönünün müşebbeh bih´de, müşebbehtekinden daha kuv­vetli ve daha net olması gerekir.[9]

c) Vech-i şebeh (benzetme yönü): Müşebbeh ile müşebbeh binin ortak vasfıdır.[10] Meselâ; yukarıdaki misâlde doğru yolu gösterme (hidâyet) vasfında, ilim ve nurun müşterek oldukları kasdediliyor.

d) Teşbih edatı: Benzeme mânâsını ifade eden kelimedir. "gibi", Keenne "sanki" ve bu mânâda kullanılan gibi diğer edatlar ve ve benzeri fiillerdir, Kâf ile yapılan teşbihte müşebbeh bih, benzetme edatından sonra gelir ve onun­la mecrûr olur. "misi" ve benzeri isimlerde de aynı durum söz konu­sudur, "Keenne" ile veya fiillerle yapılan teşbihte durum farklıdır.[11]

Konu ile ilgili bazı misaller:

el-Ma´arrî (Ebu´l-´Alâ1) Ahmed b. Abdullah (51.449/1058) bir medhiyesinde şöyle der:

«Sen, her ne kadar makamının yüceliğinde Zühal´i geçmişsen de, ışıkta ve parlaklıkta güneş gibisin.[12]

Bu şiirde; sen", müşebbeh; güneş", müşebbeh bini; kâf´,teşbîh edatı; ^aydınlatmada", teşbîh yönüdür.

Başka bir şair şöyle der:

, cesaret ve atılganlıkta arslan gibisin. Sıkıntı ve problemlerle uğraşmada ve onları yenmede kılıç gibisin.»[13]

Bu şiirin birinci mısraında; sen", müşebbeharslan",

müşebbehün bih; kâf", teşbîh edatı;

=cesaret ve atılganlıkta", teşbîh yönüdür. Şiirin ikinci mısramdaki mukad­der sen", müşebbeh; kılıç", müşebbehün bih, -kâf, teşbîh edatı; problemlerle ve sıkıntılarla uğraş­mada", teşbîh yönüdür. Başka bir şair şöyle der:

«Senin ahlakın, inceliğinde ve zerâfettinde sabah rüzgarı (meltem) gibi­dir.»[14]

Bu şiirde; övülen kimsenin ahlakı", müşebbeh;

= sabah rüzgarı (meltem)", müşebbehün bih; gibidir", teşbîh edatı;

inceliğinde ve zerâfetinde", teşbîh yönüdür.

a) Aşağıdaki beyitlerdeki teşbîh ile ilgili tahlilleri yapınız.

Keenne´nin haberi câmid (türememiş) olduğunda bu edat, benzet­me mânâsını ifâde eder. Keenne´den sonra müşebbeh gelir. Bir şair şöyle der:

« Su akarken, o duruluğunda erimiş gümüş gibidir» [15]

Bu şiirde; su", müşebbeh; =erimış gümüş",

müşebbehün bih; =gibidir", teşbih edatı; duruluğunda", teşbih yönüdür.

el- arrî şöyle demiş:

«Nice gece vardır ki güzellikte sabah gibidir. Her ne kadar o, siyah şal gibi siyah olsa dahi[16]

«Süheyl gezegeni, renginde sevgilinin yanağı gibidir. Heyecan ve Çarpıntıda da sevenin kalbi gibidir. »[17]

, cömertlikte deniz gibi, yükseklikte güneş gibi ve parlaklıkta ay gibisin.»[18]

Omür, kalıcı olmayan bir misafir veya gökkuşağı gibidir.»[19]

.«Muhammed´in sözü, tatlılık açısından bal gibidir.» [20]

Insanlar, eşitlik açısından tarak dişleri gibidir.[21]

Bir bedevî bir adam hakkında şöyle demiş:

«Yakıcılıkta, ateş alevine onun bakışından daha çok benzeyen başka bir bakış görmedim.[22]

Bir bedevî, bir adamı nitelerken onun hakkında şöyle demiş:

Onun, cehalet (bilgisizlik) karışmayan bir ilmi; yalan karışmayan bir doğruluğu vardı. O cömertlikte kuraklık zamanındaki yağmur gibiydi. »[23]

Başka biri şöyle demiş:

, öyle atlar üze­rinde geldiler ki; o atların boyunları şöhrette bayraklar gibiydi; kulakları incelikte kalem uçları gibiydi; süvarileri de cesarette sanki orman arslan-ları gibiydi.»[24]

«Hükümdarların sözleri, kesmede ve işleri gerçekleştirmede keskin kılıçlar gibidir.»[25]

«Onun kalbi, katılık ve sertlik açısından

taş gibidir.»[26]

«Falancanın alnı, duruluk ve

parlaklık açısından aynanın yüzeyi gibidir:»[27]

«Küçükyaştaki ilim (öğrenmek) taştaki nakış gibidir. »[28]

«Ülker yıldızı, gece uzamış mı yoksa kısalmış mı diye bakmak için, gece­nin karanlığını karışla ölçen bir el gibidir.»[29]

Sözdeki nahiv, yemekteki tuz gibidir.[30]

hased de iyilikleri

«Ateşin odunları yediği gibi, hased de iyilikleri yer.[31]

Başka bir misâl: «Sanki Zeyd, kardeşindir.»[32]

Keenne´nin Haberi, türemiş bir isim ise, şüphe mânâsını ifâde eder. Misâl: « Sanki sen anlıyorsun (Anlıyor gibisin).» [33]

Bazen benzerlik ifâde eden bir fiil zikredilerek teşbih yapılır. Şu âyette olduğu gibi: an gördüğünde ken­dilerini, etrafa saçılıp dağılmış inciler sanırsın.»[34]

Teşbihte; benzetme edatı ve benzetme yönü düşürüldüğünde, ona «Teşbîh-i belîğ» veya «müekked» denilir.

Şu âyette olduğu gibi: «Biz, geceyi bir Örtü eyle­dik.»[35] Yâni örtmede, elbise gibi kıldık.

«Güzel koku misk-tir, yüzler dinarlar (gibi parlak) dır, parmak uçları, (meyvesi kırmızı) ´anem ağacına benzer.»[36]

2- Teşbihin Kısımları:

Teşbih; teşbih edatı ve teşbîh yönünün zikredilip zikredilmemesi bakımından farklı isimler alır:

1- Teşbîh-i mürsel: Teşbîh edatı zikredilen teşbihtir.

2- Teşbîh-i mü´ekked: Teşbîh edatı hazfedilen teşbihtir.

3- Teşbîh-i mücmel: Teşbîh yönü hazfedilen teşbihtir.

4- Teşbîh-i mufassal: Teşbîh yönü zikredilen teşbihtir.

5- Teşbîh-i belîğ: Teşbîh edatı ve teşbîh yönü hazfedilen teşbihtir.[37]

Teşbihin kısımları ile ilgili bazı misaller:

«Ben, eğer razı olursam duruluk açısından su gibiyim. Öfkelendiğim, zaman alev olurum.»[38] Bu misaldeki teşbîh,"mürsel" teşbîhdir. Çünkü teşbîh edatı zikredilmiş. Ayrıca teşbîh yönü açıklandığı için buna "mufassal" teşbîh de denilir.

«Karanlık ve dehşet saçma bakımından deniz gibi olan karanlık bir gecede yürüdük.»[39] Bu misaldeki teşbîh, "mürsel" teşbîhdir. Çünkü leşbîh edatı zik­redilmiş. Ayrıca teşbîh yönü açıklandığı için buna "mufassal" teşbîh de de­nilir.

İbnur-Rûmî (Ali b. el-´Abbâs) (51.283/896), bir şarkıcının şarkısının et­kisi hakkında şöyle demiş:

Sanki onun sesinin lezzeti ve etkisi, uyuklayan kimsenin mafsallarında yürüyen (hareket eden) uyuklama gibidir.»[40] Bu misaldeki teşbîh, "macme/" teşbîhdir. Çünkü benzetme yönü zikredilmemiştir.

İbmı´l-Mu´tez (Abdullah b. Muhammed) (51.296/909) demiş ki:

«Parlayan güneş, sanki para basan darphanecinin çekiçlerinin parlattığı altın paradır.»[41] Bu misaldeki teşbih,"mücmel" teşbîhdir. Çünkü benzetme yönü zikredilmemiştir,

af, süratle, göz kamaştıran şim­şektir.»[42] Bu misaldeki teşbih,"müekked" teşbîhdir. Çünkü teşbîh edatı haz-fedilmiştir.

Sen, yükseklik ve parlaklık açısından yıldızsın. Doğu ve batıdan gözler sana bakar.»[43] Bu misaldeki teşbîh,"müekked" teşbîhdir. Çünkü teşbîh edatı zikredilmemiştir.

Seyfüddevle, bir sefere yönelirken el-Mütenebbî şöyle demiş: himmetli (gayretli) zat! Sen nereye gitmeyi kasdediyorsun? Biz yüksek arazinin bitkileri, sen de çiğ gibisin (yani sensiz yaşayamayacağız).»[44]

Bu misaldeki teşbîh,"teşbîhü´l-belîğ" dir. Çünkü teşbîh edatı ve benzet­me yönü hazfedilmiştir. «Onun güzel kokusu

misktir, yüzler dinarlar (gibi parlakjdır. Ellerin uçları Hicaz kirazı gibi (kırmızı)dır.»[45] Bu misaldeki teşbîh,"teşbîhü´l-belîğ" dir. Çünkü teşbîh edatı ve benzetme yönü hazfedilmiştir.

a) Aşağıdaki misalleri okuyunuz ve teşbîh´in nevini belirtiniz.

el- Mütenebbî, Kâfur el-îhşîdî´yi (öl.357/968) överek şöyle demiş:

«Senin sevgini elde ettiğim zaman, malın ne değeri kalır. Ve toprak üzerin­deki her şey topraktır.»[46]

«Sanki o, parlak gündüz ve kendisine bakan herkese gizli olmayan apaçık ay gibidir,[47] «Güzellik ve zarafette Firdevs (cenneti) gibi olan bir bahçeyi ziyaret ettîk.»[48]

«Alim, hidâyette ve karan-lığı dağıtmada milletinin lambasıdır.»[49] el-Mütenebî bir şiirinde şöyle demiş:

«iki ordu karşılaştığında, ancak kalbleri kılıçlar gibi katı olan kimseler, onları çektiğinde kılıçlar faydalı olur.»[50]

«Kılıç çok keskin olmasına rağmen, sen onu her korkağın elinde korkak gibi görürsün.»[51]

el-Mütenebbî methiye olarak şöyle demiş:

«Göğün yeryüzünü bitki ile süslediği gibi, Kiralın Miatları (süs ve par­laklığıyla) bizi süsledi. Fakat biz ona olan teşekkür borcunu ödeyeme­dik.»[52]

«Onun (Seyfüddevle´nin) kılıçtan başka kitapları yoktur. Kalabalık ordudan başka elçileri de yoktur.»[53]

«Devlet bir felâkette ondan yardım istediği zaman o, ona yeter. O, (düş­manlarına karşı) kılıç; (o kılıcı kullanan) el; ve (sıkıntılara göğüs geren) bir kalb olur.»[54]

Kelile ve Dimne yazarı şöyle demiş:

«Arslan çömelmiş olsa bile, kendisinden korkulduğu gibi; şahsiyet sahibi bir adama, malı olmadan da, ikramda bulunul ur. »[55]

«Senin öyle bir ahlakın vardır ki;

iyi ve temiz insanların amel defteri ´gibi temiz ve durudur. (Yani ona hiç bir

günah yazılmamıştır.»[56]

«Mal, fayda ve zarar bakımından kılıçdır.»[57]

Yüce Allah şöyle buyurmuş:

«Denizde yüzen, dağlar gibi büyük ve yüksek gemiler onundur. »[58]

Yüce Allah şöyle buyurmuş:

«O kavmi sen evle-rinde hareketsiz, ölüler olarak görürsün. Sanki onlar, içleri yenmiş hurma kütükleridir .»[59]

el-Buhturî, methiye olarak şöyle demiş:

«Kışın öfkesi (sert iklimi) gitti ve sana benzeyen yeni bahar (ansızın) bize geldi. Bayram yaklaştı. Ve o (bayram) bitinceye kadar insanlar içindir. Sen de bayram için bayramsın.»[60]

b) Teşbîh-i mürsel ve mücmelle ilgili bazı âyetler:

«Görmedin mi Allah nasıl misal getirdi? Güzel bir sözü, kökü yerde sabit, dalları gökte olan güzel bir ağaca benzet­ti. O ağaç, Rabbinin izniyle her zaman yemişini verir. Öğüt alsınlar diye Allah insanlara misaller getirir. Kötü bir sözün misali, gövdesi yerden ko­partılmış, o yüzden ayakta durma imkanı olmayan kötü bir ağaca benz-er.»[61]

Bu âyetlerde : Kötü kelimenin durumu, kötü ağaç gibidir" cümlesinde "mürsel ve mücmel" teşbih vardır.

Güzel kelimenin misali" de bunun gibidir.[62]

a..«Allah, göklerin, ve yerin nurudur. O´nun nurunun temsili, içinde lamba bulunan bir kandillik gibidir. O lamba bir kandil içindedir; o kandil de sanki inciye benzer bir yıldız gibidir ki, doğuya da, batıya da nisbet edilmeyen mübarek bir ağaçtan, yani zeytinden tutuşturulur. Yağı nere­deyse, kendisine ateş değmese dahi ışık verir. Nur üstüne nurdur. Allah di­lediği kimseyi nuruna kavuşturur. Allah insanlara işte böyle misal getirir. Allah her şeyi bilir.»[63]

«Onlar taş gibidir.» Bu cümlede ki teşbihe "mürsel ve mücmel" denilir. Çünkü teşbih edatı zikredilmiş, vech-i şebeh hazfedilmistir.[64]

ma, sadece çobanın bağırıp çağırmasını işiten hayvanların durumuna benzer.» Bu âyette, "mürsel ve mücmel" teşbih vardır. Teşbîh edatı zikre-dildiği için"mürsel", benzetme yönü hazfedildiği için de"´mücmel´´dir. Ka­firler, çağıranın sesini işitip sözünün mânasını ve maksadım anlamayan hayvanlara benzetilmiştir.[65]

d. «Babalarınızı andığınız ve övgü vesilelerini sayıp döktüğünüz gibi, hatta ondan daha fazla Allah´ı anınız. » Bu âyette, teşbîh-i temsîlî vardır. Buna "mürsel ve mücmel"tQşbîh denilir.[66]

«Allah yolunda mallarım harca-yanların örneği, yedi başak bitiren bir tane gibidir ki, her başakta yüz tane vardır. Allah dilediğine kal kat fazlasını verir.»[67] Bir tane gibi...Yüce Allah, kendi uğrunda verilen sadakayı toprağa ekilmiş ve mevlânm bereketi ile 700 tane haline gelmiş bir tohuma benzetti. Teşbih edatı ziredilip vech-i şebeh hazf edildiği için, burada "mürsel ve mücmel" teşbih vardır. Ebu Hayyân şöyle der: Bu temsîl, kat kat verme olayının bir tasviridir. Sanki kişinin gözlen önünde şekillenmeş durumdadır.[68]

.Allah´tan korkar gibi, insanlardan kor-karlar...» cümlesinde "mücmel ve mürseV´bir teşbih vardır.[69]

« ...bari birisine tamamen kapılıp da diğerini askıya alınmış gibi bırakmayın.» Burada kadın, gökle yer arasında asılı olan bir şeye benzetilmiştir ki o şey ne göktedir, ne de yere yerleşmiştir. Bu son derece edebî bir teşbihtir.[70]

«Sanki sen onu (kıyameti) iyice araştırıp soruyormuşsun gibi.» Bu,"mürsel ve mücmel" bir teşbihtir. Zira teşbih edatı zikre­dilmiş, teşbih yönü hazfedilmiştir.[71]

«Havuzlar gibi çanaklar.» âyetinde teşbih vardır. Teşbih edatı zikredildiği, vech-i şebeh de hazfedildiği için buna, "mürsel ve mücmel" teşbih denir.[72]

«Sanki onlar saklı (gün yüzü görmemiş) yumurta gibi bembeyazdır.» âyetinde, "mürsel ve mücmel" teşbih vardır. Burada vech-i şebeh hazfedilmiş ve böylece mücmel olmuştur.[73] », «Tomurcukları sanki şeytanların başları gibidir.» âyetinde teşbih vardır. Yâni korkunçluk ve adilikte onlara benzer. Buna, "mürsel ve mücmel" teşbih denir.[74]

O zaman seninle arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki candan bir dost gibi olur.» âyetinde,"mürsel ve mücmel" teşbih vardır. Teşbih edatı zikredilmiş, vech-i şebeh (benzetme yönü) zikredüme-miştir.t[75]

«Denizde dağlar gibi akıp giden gemiler de O´nun deliller indendir.» âyetinde, "mürsel ve mücmel" teşbih vardır. Gemiler, büyüklük bakımından dağlara benzetilmiştir.[76]

«O pota (maden eriyiği) gibi karınlarında kaynar. O kızgın bir sıvının kaynaması gibidir.» terkiplerinde, "mürsel ve mücmel" teşbih vardır.[77]

«Sonra sanki onları hiç duymamış, büyüklük taslayarak diretir.» âyetinde "teşbîh-i mürsel" vardır. Kâfir, sanki Kur´an âyetlerini işitmemiştir.[78]

«Sanki inciler gibi, iri gözlü huriler.»

Yâni,"Beyazlık ve saflıkta inci gibi, iri gözlü hûrîler" demektir. Burada, vech-i şebeh (benzetme yönü) zikredilmediği ve teşbih edatı söylendiği için, "mü.vsel ve mücmel" teşbih olmuştur.[79]»

«Onlar konuşurlarsa sözlerini dinlersin. Onlar, sanki duvara dayandırılmış kütüklerdir.», âye­tinde "mürsel ve mücmel" teşbih vardır. Bu parlak teşbihlerdendir.[80]»

« O gün, gökyüzü, erimiş maden gibi olur. Dağlar da atılmış yüne döner.» âyetlerinde vech-i şebeh (benzetme yönü) hazfedildiği için "mürsel ve mücmel" teşbih var­dır.[81]»

«O´ saray gibi kocaman kıvılcım saçar.» âyetinde, "mürsel ve mücmel" teşbih vardır.[82]

«insanların, ateş etrafında yayılmış pervaneler gibi olduğu gün.» ay etinde,"mürsel ve mücmel" teşbîh vardır. Zira teşbîh edatı zikredilmiş, vech-i şebeh zikredilmemiştir. Yâni insanlar, çokluk ve dağılmada, zayıflık ve zelillikte dağınık kelebeklere benzerler.[83]

«Dağların da atılmış renkli yüne dü-nüştüğü gün.» âyetinde de teşbîh vardır. Yâni dağlar, uçuşma ve kolayca yürüme hususunda, çırpılmış renkli yün gibi olurlar. Buna," ve mücmel" teşbîh denir.[84]»

«Böylece onları, yenilmiş ekin yaprağı gibi paramparça ediverdi.» âyetinde, "mürsel ve mücmel" teşbîh vardır. Çünkü burada teşbîh edatı zikredilmiş, vech-i şebeh zikredilmemiştir.[85]

Mür sel-mufassal teşbihlerle ilgili bazı ayetler:

«Kümelilerine verdiklerimiz, onu Öz oğullarını tanıdıkları gibi tanırlar.» Bu cümle " mürsel ve mufassal" bir teşîh vardır. Yani:"Ehl-i kitap, kendi soy­larından gelen çocuklarını nasıl tanıyorlarsa, Hz. Muhammad´i (a.s.)´de açık bir şekilde öyle tanırlar" demektir.[86]

«Imdad dileyecek

olsalar imdadlanna, erimiş maden gibi yüzleri haşlayan bir su ile cevap verilir.» Bu âyetin son cümlesinde teşbih vardır. Benzetme edatı ile benzet­me yönü anlatıldığı için buna "mürsel ve mufassal" teşbîh denir.[87]

«O gün, yazılı kağıtların to-marım dürer gibi göğü toplayıp düreriz.» âyetinde "mürsel ve mufassal"

teşbih vardır.[88]

«Sanki onlar birbirine kenetlenmiş bir bina

gibidir.» âyetinde, "mürsel ve mufassal" teşbih vardır. Onlar, sağlamlık ve

kenetlenme hususunda bir binaya benzetilmişler.[89]

«Kıvılcım, sanki sarı bir devedir.» cümlesinde de

"mürsel ve mufassal" teşbih vardır.[90]

d) Teşbîlı-i beliğle Hgili bazı âyetler:

( Sağırlar, dilsizler, körler Onlar akıl er­dir emiyorlar.» Burada teşbih edatı ve benzetme yönü hazfedildiği için "teşbîh-i belîğ" vardır. Yani: onlar, hakkı işitmede sağırlar gibi, Kur´anın nurundan faydalanmada da körler ve dilsizler gibidirler.[91]

«De ki: "O bir rahatsızlıktır.» Bu cümlede "teşbîh-i belîğ" vardır. Çünkü benzetme edatı ile benzetme yönü gizlenmiş, böylece belîğ olmuştur. Bunun aslı şeklinde olup müba­lağa ifade etmek için, teşbîh edatv ve teşbih yönü hazf edilmiştir.[92] «Ve o sizi hükümdarlar kıldı.» Bu ayette,"teşbîh-i belîğ" vardır. Yani,"Sizi bolluk ve huzur içinde yaşama bakımından melikler gibi kıldık" Teşbîh edatı ve benzetme yönü hazfedildiği için´belîğ" olmuştur.[93]

«Dünya hayatı, bir oyun ve eğlence­den başka bir şey değildir.» Bu âyette,"teşbîh-i belîğ" vardır. Zira müba­lağa ifade etmek için dünya, oyun ve eğlencenin kendisi gibi ifade edil­miştir.[94]

«Müşrikler ancak bir pisliktir.» Bu âyet, hasr ifade eder. Ayrıca bu âyette,"teşbîh-i belîğ" vardır. Yani: Onlar, içlerinin ve itikatlarının bozukluğu hususunda pislik gibidirler.[95]

«O, bir kulaktır, derler.» Bu âyetin aslı "O, her söy­leneni dinleyen kulak gibidir." şeklindedir. Bu ifâdede teşbîh edatı ve teş­bîh yönü hazfedildiği için "teşbîh-i belîğ" dir.[96]

«Müminler, ancak kardeştir." âyetinde teşbîh edatı ve teşbîh yönü hazfedildiği için"teşbîh-i belîğ" vardır. Yâni; mü´minler, bir­birlerine merhametli davranma ve yardımlaşmanın gerekli olması hususun­da kardeş gibidirler.[97] «Yeryüzünü beşik, dağları da kazıklar kılmadık mı?»" âyetinde teşbîh edatı ve teşbîh yönü hazfedildiği için "teşbîh-i belîğ" vardır. Sözün aslı şöyledir: "Yeryüzünü, uyuyan kimse­nin yatak edindiği beşik gibi, dağları da, sütunları sabit tutan kazıklar gibi kıldık"[98]

«Geceyi bir elbise kıldık.» âyetinde de teşbîh edatı ve teşbîh yönü hazfedildiği için"teşbîh~i belîğ" vardır. Yâni, "Geceyi, Örtme ve gizleme hususunda bir elbise kıldık" demektir.[99] Onun sonu misktir.» âyetinde de teşbîh edatı ve teşbîh yönü hazfedildiği için "îesbîh-i beliğ" vardır. Yâni, "Güzel koku ve hoşluk­ta misk gibidir." demektir.[100]

Hadis:

«Mü´min, dünyada yolcudur. Elinde bulunan şey Ödünç­tür. Yolcu göç eder ve ödünç alman şey geri verilir.»[101]

Bu hadiste, dünya yolcuya benzetilmiş. Teşbîh edatı ve teşbîh yönü hazfedildiği için hadiste, "teşbîh-i beliğ" sanatı mevcuttur. [102]

3- Teşbihü´t -Temsil

Teşbihler, vech-i §ebeh (benzetme yönü) itibariyle "temsilî teşbih" ve "gayr-i temsilî teşbih" olmak üzere iki kısma ayrılır.

a) Temsili teşbihler: Benzetme yönü, değişik birkaç unsurdan meydana gelen itibarî (hayalî) bir şekil ise buna "temsili teşbih" denir. .

Meselâ: «Ülker yıldızı, parlayan üzüm salkımı gibidir..»[103]

Bu misalde, Ülker yıldızı görünüşü ve parlaklığı itibariyle, parlayan üzüm salkımına benzetilmiştir.

Ebû Firâs, el-Hâris b. Sa´îd el-Hamdânî (Öİ.357/968), bir şiirinde şöyle demiş:

çimen arasında akan su, gül bahçesini öyle biribirinden ayırıyor ki sanki silah yapan kimse, elleriyle kılıcı çekerek nakışlı ipek halısı üzerine bırakmış (ve onu görünüşte iki kısma ayırmıştır.)» Ebû Firâs, su kanalının durumunu, iki kıyısında bulunan iki bahçe arasında akarken ve parlak yeşillik arasında yayılan orijinal renklen ile çiçeklerle süslenmiş iken; si­lah yapan kimsenin, halâ parlamakta olan bir kılıcı, kınından çıkararak de­senli ipekten yapılmış bir halı üzerine koymuş olduğu bu kılıcın durumuna benzetiyor. Şair, burada gördüğü bir şekli, hayal ettiği bir şeye benzet­miştir. Buradaki teşbih yönü, bir şey değil, bir şekildir. Bu şekil de; birkaç şeyden elde edilmiştir. Yâni; uzun beyaz bir şeyin, içinde çeşitli renkler olan bir yeşilliğin ortasında bulunmasıdır. Buna "teşbîh-ü´t-temsîl" denilir.[104]

el-Mütennebbî, Ebu´t-Tayyib, Ahmed b. el-Hüseyin (öl.354/965), Seyfüddevle, Ali b. Abdullah el-Hamdânî(öl.356/967), hakkında şöyle demiş:

«Kartal, iki kanadım çırptığı gibi, ordu, senin etrafında her iki cenahını hareket ettiriyor.» el-Mütenebbî, Seyfüddevle ordunun iki kanadı arasında iken onu kartala; ordunun her iki kanadının şeklini de iki kanadını çırpan ve hareket ettiren kartalın kanatlarına benzetiyor. Buradaki teşbih yönü, bir şey değil, bir şekildir. Bu şekil de; birkaç şeyden oluşmuştur. Yâni; hareket ve dalgalanma halinde iken bir şeyin iki tarafının bulunmasıdır. Buna "teşbîh-ü´l- temsil" denilir.[105]

es-Serî b. Ahmed b. es-Serî el-Kindî er-Reffâ´ (51.366/976) bir şiirinde şöyle demiş:

«Hilâl, sanki mavi bir levhada (zeminde) batmış gümüşten bir nün harfi­dir.» es-Serî, mavi gökte bulunurken kavisli parlak ve beyaz hilalin duru­munu, mavi bir levhaya batmış bir nun harfinin durumuna benzetiyor. Bu­radaki teşbih yönü, bir şey değil, bir şekildir. Bu şekil de; birkaç şeyden oluşmuştur. Yâni; kavisli beyaz bir şeyin, mavi bir şeyin içinde bulun­masıdır. Buna"teşbîh-ü´t- temsil" denilir.[106]

b) Gayr-i temsilî teşbihler: Eğer benzetme yönü böyle değilse (iki şey, bir veya birkaç vasıfta biribirine benziyorsa), buna"gayr-i temsilî teşbih" denir. Meselâ: «Yıldız, gümüş paraya benzer.»[107]

Bu misalde, yıldız, parlaklığı itibariyle, parlayan gümüş paraya benze­tilmiştir.

el-Buhtürî, el-Velîd b. ´Ubeyd b. Yalıya et-Tâî (51.284/898), bir şiirinde şöyle demiş:

«O, hoşgörü ve cömertlik denizidir. Öyle ise ona fazla yaklaş ki fakirlikten çok uzaklaşasın.» el-Buhturî, bu şiirinde övdüğü şahsı cömertliğinde ve el açıklığında denize benzetiyor. Ve fakirlikten uzaklaşmaları için insanlara ona yaklaşmalarım öğütlüyor. Burada övülen kişi ve deniz, cömertlik vasfında ortaktırlar. Buradaki teşbih yönü, bir şey olduğu için, buna "teşbîh-i gayr-i temsilî" denilir.[108]

İmrü´ü´1-Kays b. Cuhr el-Kindî (öl.M.545), bir şiirinde şöyle demiş:

«Deniz dalgası gibi, beni imtihan etmek için, keder ve üzüntü çeşitleriyle perdesini üstüme salan nice geceler vardır.» İmrü´u´1-Kays, bu şiirinde ge­ceyi, karanlığında ve korkunç olmasında deniz dalgasına benzetiyor. Bura­da, gece ve deniz dalgası, karanlık ve korkunç olma vasıflarında ortaktırlar. Buradaki teşbih yönü, bir, şey olduğu için, buna "teşbîh-i gayr-i temsilî" denilir.[109]

a) Aşağıdaki beyitlerde bulunan teşbîh-ü´t- temsil île ilgili misalleri okuyunuz.

İbnü´l-Mu´tezz, (Öİ.296/909), bir şiirinde şöyle demiş:

«Orucun saltanatı bitmiştir. Hilalin zayıflaması da bayramı müjdele­miştir. Salkımı yemek için ağzını açan aç kimse gibi, Ülker yıldızı ayı takip eder.» (Temsilî teşbîh)[110]

el-Mütennebbî, mersiye olarak şöyle demiş:

« ölüm, ancak şahsı (vücudu) incelmiş (gizlenmiş) bir hırsızdır. O, yıım-ruksuz saldırır ve ayaksız koşar (yürür.)»[111] (Gayr-i temsilî teşbih)

Bir şâir, bir şiirinde şöyle demiş:

onu (sevgiliyi) kargaşa karanlıkları içinde görürsün, ve onun bir yıldızla, (kılıçla) adamlara saldıran bir ay olduğunu zannedersin.»[112]

(Temsîlî teşbîh).

b) Teşbîhü´t-temsîl ile ilgili âyetler ve hadisler:

Ya da (bun-karanlıklar, gök gürültüsü ve şimşeklerle yüklü, gökten şiddetli bir yağmur fırtınasına tutulmuş gibidirler ki, yıldırımların saldığı dehşetle; ölüm korkusundan parmaklarıyla kulaklarını tıkarlar. Oysa Allah kafirleri çepeçevre kuşatıcıdır.»[113]

Bu misalde, toprağın yağmurla hayat bulduğu gibi, kalblerin de islâm ile hayat bulmasından dolayı, İslâm´ı yağmura, kâfirlerin şüphe ve tereddüt­lerini karanlıklara, Kur´ândaki vaad ve uyarıları da gök görültüsüne ve şimşeğe benzetmiştir.[114] Fahr-ı Râzî şöyle der: Burada, son derece doğrı bir benzetme vardır. Çünkü onlar, önce iman etmekle bir nur elde ettiler, sonra münafıklık yaparak bu nuru kaybettiler ve büyük bir şaşkınlığa düştüler. Zira dindeki şaşkınlıktan daha büyük bir şaşkınlık yoktur, bu du­rumdaki kişiler ebediyyen zarar içindedir.[115]

«Onun misali, üzerinde toprak bulu-nan düz taş gibidir....» Bu âyette, "temsîlî teşbih" vardır. Çünkü vech-i şebeh birkaç şeyden oluşmuştur.[116]


«Onların bu dünya hayatında har-cadıkları şeyler, kendilerine zulmetmiş olan bir kavmin ekinlerine isabet edip de telef eden kavurucu bir rüzgara benzer.» Bu âyette,"teşhîhü´t-îemsîl" vardır, iftihar ve övülmek için harcadıkları mallar, şiddetli esen kavurucu kasırganın isabet ederek helak ettiği ve kupkuru sap haline getir­diği ekine benzetilmiştir. Buradaki benzetme yönü, birkaç şeyden oluşan bir şekildir.[118]

«Onun durumu tıpkı köpeğin durumuna benzer. Üstüne varsan da, dilini çıkarıp solur, bıraksan da dilini sarkıtıp solur....» ~Burddâ" teşbîhü´t- temsil" vardır. Yani kötülük örneği olan o adamın durumu, bir hayvanın durumuna benzer. Bu, yorgunluk halinde de, istirahat halinde de devamlı soluyan köpeğin durumudur. Tasvirde, birbirine benzetilen birkaç unsur vardır. Bu­nun için buna teşbthü´t-temsîl denilir.[119]

«Onların amelleri şiddetli rüzgarın savurduğu kül gibidir.» âyetinde "teşbihü´t-temsîl" vardır. Çünkü benzetme yönü, birkaç çeşittir.[120]

«Allah, göklerin ve yerin nurudur. O´nun nurunun temsili, içinde lamba bulunan bir kandillik gibidir. O lamba bir kandil içindedir; o kandil de sanki inciye benzer bir yıldız gibidir ki, doğuya da, batıya da nisbeî edilmeyen mübarek bir ağaçtan, yani zeytinden tutuşturulur. Yağı nere­deyse, kendisine ateş değm-ese dahi ışık verir. Nur üstüne nurdur. Allah di­lediği kimseyi nuruna kavuşturur. Allah insanlara işte böyle misal getirir. Allah her şeyi bilir.[121] Bu âyette,"teşbîhü´l-temsîl" vardır. Yüce Allah, mü´min kulunun kalbine yerleştirmiş olduğu nurunu, duvardaki oyukta bir cam mahfaza içinde bulunan ve çok miktarda ışık saçan kandile benzetti. Kandilin mahfazası olan cam, parlaklık ve güzellikte inci gibi olan yıldıza benzer. Bu benzetmenin, vech-i şebehi (benzetme yönü) birçok şeyden alındığı için buna."teşbîhü´t-temsîl" denilmiştir. Bu, orijinal teşbihlerden­dir. [122]

«Kendilerine Tevrat yükletilip da sonra onu taşımayanların durumu, kitap­lar taşıyan eşeğin durumu gibidir." Bu âyette,"teşbîhü´t-temsîl" vardır. Çünkü benzetme yönü, Birkaç şeyden alınmıştır. Yâni; onların Tevrattan faydalanmama hususundaki durumu, sırtında koca koca kitaplar taşıyan ve bundan yorgunluk ve meşakkatten başka bir şey elde etmeyen eşeğe benzer.[123]

«Adeta onlar, aslandan ür­küp kaçan yaban eşekleri gibidirler.» âyetinde "teşbihü´t-temsîl" vardır. Çünkü vech-i şebeh birkaç şeyden oluşmuştur.[124]

Hadisler:

Birbirlerini sevmekte, birbirlerine acımakta ve birbirlerine şefkat etme hususunda mü´mınlerin misâli beden gibidir. Onun bir organı rahatsız olursa, bedenin diğer uzuv­ları birbirlerini uykusuzluk ve humma (ateş) ile ona katılmaya çağrışırlar.[125]

«Beş vakit namazın misâli, birinizin kapısı önünden gürül gürül akan ve içinde her gün beş defa yıkandığı bir nehir gibi­dir. »[126]

«Hayırlı işleri insanlara öğretip kendini unutan âlim, insanlara ışık verip kendisini yakan lamba gibidir.»^

« Şüphesiz ki, benimle benden önce geçen peygamberlerin misâli, bina inşâ edip onu iyi ve güzel yapan, yalnız köşelerinden bir köşede bir kerpiç yeri bırakan bir adam. gibidir. Ki: insanlar o binayı dolaşırlar ve beğenirler de, şu kerpiç konsaydı ya, derler. İşte o kerpiç be­nim-, peygamberlerin sonu da benim."[127]

Bu hadiste, bir grup başka bir gruba benzetilmiştir. Çünkü peygamberlik­le ilgili hususlar, bina işlerine benzetilmiştir.[128]

4- Et-Teşbîhü´z-Zımnî:

Teşbîh-i zımnî; müşebbeh ve müşebbeh bih´in bilinen şekillerden he­rhangi bir şekle konmadan, bilâkis cümlede o ikisine üstü kapalı olarak işaret edilerek yapılan teşbihtir. Bu çeşit teşbihin yapılmasından maksat, müşebbeh´e isnâd edilen şeyin mümkün olduğunu ifade etmektir.[129]

Konu ile ilgili bazı misaller:

Ebu Temmâm bir şiirinde şöyle demiş:

«Cömert adamın zengin olmamasını yadırgama! (Bu hayret verici bir sey değildir.) Çünkü sel suyu, dağ tepelerine erişmez.»[130]

Ebu Temmâm, bu beyitte, hitap ettiği hanıma şöyle diyor: Cömert ada­mın zengin olmamasını yadırgama! Çünkü bu tuhaf bir şey değildir. Nite­kim dağların başı; yerin en değerli ve en kıymetli kısmı olduğu halde, sel suyu oraya erişemez.... Fakat şair bunu açıkça ifâde etmemiş. Bilâkis bağımsız bir cümle söylemiş ve bu mânayı o cümlede üstü kapalı olarak bir delil şeklinde söylemiştir. Ayrıca böyle bir şeyin olmasının mümkün olduğunu ifâde etmiştir.[131]

İbn er-Rûmî şöyle demiş:

«Bazen gencin saçı ağarır. Taze dalda çiçeğin görünmesi hayret verici bir şey değildir.»[132]

İbnü´r-Rûmî, bu beytinde şöyle diyor: Şüphesiz ki gencin yaşı ilerleme­den, bazen onun saçı ağarabilir. Bu garip bir şey değildir. Çünkü bazen taze ve yaş dalda beyaz çiçek görülür. İbn er-Rûmî, burada açıkça bir teşbih yapmamış ve şöyle dememiştir: "Erken olarak saçı ağaran genç, za­manından önce çiçek açan taze yaş dal gibidir." Fakat o, müşebbehe nisbet edilen şeyin meydana gelmesinin mümkün olan bir şey olduğunu anlat­mak için, bu şiirinde zımnen teşbih yapmıştır.[133] Ebu Tayyib (el-Mütenebbî) şöyle demiş:

«Kim zillete alışırsa, zillet ona kolay gelir, Çünkü yara, ölüye acı ver­mez.»[134]

Ebu´t-Tayyib, bu beytinde şöyle diyor: Zilleti, alışkanlık haline getiren kimsenin ona tahammül etmesi kolaydır. O, zilletten acı da çekmez. Bu iddiası yanlış değildir. Çünkü ölü, yaralandığı zaman, acı çekmez. Bu şiirde de açıkça ifâde edilmeden zımnen teşbihe işaret edilmiştir.

Bu üç beyitte, teşbihin rükünlerini bulmak ve farkına varmak mümkün­dür. Fakat buradaki teşbîh, öğrendiğimiz şekillerden herhangi bir şekilde bulunmaz. İşte böyle teşbihlere, zımnî teşbîh denilir.[135]

«Deve, iğne deliğine girinceye kadar onlar cennete giremeyeceklerdir.»[136] Burada "zımnî teşbîh" vardır. Yani onlar hiç bir halde Cennete giremezler. Ancak devenin iğne deliğine girmesi mümkün olursa, o zaman girebilirler. Bu, onların Cennete girmelerinin imkansızlığını ifâde eden bir misaldir.

a) Aşağıdaki beyitleri okuyunuz ve bu beyitlerde bulunan teşbîh ne­vilerini tesbit ediniz.

«O ikisi hakkında söylediğim şiirim tam yerinde oturdu. Güzel hanımın boynundaki kolye, güzel görünür.»[137]

«Asalet, senin sözünde somut olarak göründü. (Nitekim) Atların asilliği, onların sesinden anlaşılır.»[138]

«O kahramanları gücüylü korkutup onlarla alay ediyor. Kılıç çekildiği za­man, onun keskinliği ve parlaklığı vardır. »[139]

( Bu beyitte
«Bana karşı yaptığın cömertliğinin gecikmesi hayırlıdır. (Çünkü böylece bana çok miktarda ihsanda bulunursun,) En sür´atli bulut, yağmursuz bu­luttur.» (Buradaki teşbih, zımnî1 dir. Sebebi şudur: Buradaki teşbih, bili­nen teşbih şekillerine aykırı olarak yapılmıştır.)[140]

«Elbiselerinin güzelliği ve refah, mazlumu sevindirmesin. (Çünkü o zillet ve esaret altındadır.) Acaba kefeninin güzelliği ölüyü sevindirir mz?»[141]

aralarında yaşadığım halde, onlardan değilim... Fakat altının madeni topraktır.» (Yani altın topraktan tamamen ayrı bir maden olduğu gibi, ben de zamanımda yaşayan insanlara benzemiyorum.)[142]

«Kavmimin başına bela geldiği zaman onlar beni anacaklar. Karanlık ge­cede ay aranır. »[143]

«Kasdedenler (ihtiyaç sahipleri), onun kapısında izdiham meydana getirirl­er. Tatlı su kaynağı çok kalabalık olur.»[144]

«Sen kurtuluş yollarında yürümediğin halde, kurtuluşu umarsın. Şüphesiz ki gemi karada yürümez. »[145]

5- Teşbihin Gayeleri

Teşbih, şu maksatlar için yapılır:

a) Müşebbehe isnâd olunan şeyin, mümkün olduğunu açıklamak;

Bu da garip ve tuhaf olan bir şey, müşebbeh´e isnad edildiğinde ve bu ga­ripliği de ancak teşbihin zikredilmesiyle ortadan kalktığı zaman yapılır.

b) Müşebbehin durumunu belirtmek. Bu şöyle yapılır: Teşbih yapılmadan önce müşebbeh´in vasfı bilinmiyor. Teşbih yapılarak onun bu vasfı hakkında bilgi verilir.

c) Müşebbehin durumunun miktarını ortaya koymak. Bu şöyle yapılır: Teşbih yapılmadan önce müşebbeh´in vasfı, hakkında az bilgi vardır. Teşbih yapılarak onun bu vasfının miktarı belirtilir.

d) Müşebbehin durumunu zihne yerleştirmek için. Bu da; müşeb­behe isnad edilen şeyi isbât etmeye ve misal ile açıklamaya ihtiyaç duyul­duğunda yapılır.

e) Müşebbehi süslemek ve ona karşı rağbeti artırmak üzere duru­munu güze) göstermek.

f) Sevilmemesini ve rağbet edilmemesini sağlamak üzere müşebbe­hi çirkin göstermek ve onu kötülemek.[146]

Şimdi bu maddeleri misalleri vererek açıklayalım:

a) Müşebbehe isnâd olunan şeyin, mümkün olduğunu açıklamak:

Bu da garip ve tuhaf olan bir şey, müşebbeh´e isnad edildiğinde ve bu ga­ripliği de ancak teşbihin zikredilmesiyle ortadan kalktığı zaman yapılır.[147]

Konu ile ilgili bazı misaller:

«O, muhtaçların ellerine yakındır ve cömertlikte de o her türlü eş ve ben­zerden uzaktır. O, son derece yüksektir, ama ışığı, gece yolculuk yapan to­pluluğa çok yakın olan dolunay gibidir.» Bu iki beyitte el-Buhturî, övdüğü zatı, cömertliğiyle ve benzerlerinden farklı olmasıyla; gökte bulunan ve ışığı ile gece yolculuk yapanlara çok yakın olan dolunaya benzetmiştir. Buradaki teşbihten maksat böyle bir müşebbeh´in bulunmasının mümkün olduğunu açıklamaktır.[148]

(«Ev Seyfü´ddevle!) Sen insanlardan olduğun halde, onlardan üstün isen, (Bu şaşılacak bir şey değildir.) Çünkü misk, ceylân kanının bir kısmıdır.» (ve onun diğer unsurlarından üstündür.) Şâir, Ebu´t-Tayyib el-Mütenebbî, övdüğü şahsın -kendisinde bulunan bazı hasletlerden dolayı- diğer insan­lardan ayrıldığını iddia edince, bu iddiasının mümkün olduğunu ısbatlamak için Övülen şahsı, menşei ceylan kanı olan "miske" benzetmiştir. Ve böy­lece iddiasının doğruluğunu ısbatlamıştır.[149]

Diğer bazı misâller;

«Adnan(oğulları), Allanın elçisi (Hz. Muhammed) ile yüceldiği gibi, oğlu ile şerefin zirvesine ulaşan nice babalar vardır.»[150]

Sen alçak gönüllü olarak yaklaştın (alçaldın) ve şeref açısından yüceldin. Senin şanına yakışan, alçalma ve yücelmedir. Güneş de öyledir, o yük­selmekle uzaklaşır. Fakat onun ışığı ve ışınları yaklaşır.»[151]

b) Müşebbehin durumunu belirtmek: Bu şöyle yapılır: Teşbih yapılmadan önce müşebbehin vasfı (c vasfı hakkında bilgi verilir.[152]

en-Nâbiğatü´z-Zübyânî´nin

«Sanki sen, (yücelik ve üstünlükler bakımından) güneş gibisin. Diğer melikler de yıldızlar hükmündedirler. Güneş doğduğunda ortalıkta hiçbir yıldız görünmez. (Bunun gibi, senin yanında da onların şanı yücelemez..)[153]

Her cömerdin yalnız sana doğru geldiğini görüyorum. Sanki sen denizsin Hükümdarlar da (sana doğru akan ,su kanallarıdır.[154]

Kaplan saldırmasında ve aşırı cesaretinde sanki arslan gibidir.)[155]

Yer küresi sanki yuvarlaklığında bir portakal gibidir.»[156]

c) Müşebbehin durumumu miktarını ortaya koymak: Bu şöyle yapılır: Teşbih yapılmadan önce müşebbeh´in taşıdığı nitelik hakkında az bir bilgi vardır. Teşbih yapılarak ı niteliğinin miktarı belirtilir.[157]

el-Mütenebbî, bir arslani niteleyt leyerek şöyle demiştir:

« (Karanlıkta) Arslanın gözleri i oturup ateş yakan topluluğun ateş yakan topluluğun ateşi oldukları zannedilirler.[158]

Arslanın gözleri, o ateş gibi kıpkırmızı olup parlar. el-Mütenebbî, bu bey­tinde arslamn gözlerinin ne kadar parlak ve kızarmış olduklarını belirt­miştir.

«Orada, kara karganın kanatları gibi siyah olan kırkiki adet sağmal deve vardır.»[159] Şair, siyah develerin siyahlık miktarım belirtmek için onları, kara karganın kanadına benzetmiştir.

«Hasta, sanki Ebu Cehil karpuzu gibi acı olan bir ilaç (aldı) kullandı.»[160]

«Evde yanıp tutuşurken ateşi, sanki yeryüzüne taşınmış Cehennem sandım.»[161]

d) Müşebbehin durumunu zihne yerleştirmek: Bu da, müşebbehe isnad edilen şeyi misal ile isbât etmeye ve açıklamaya ihtiyaç duyulduğu za­man yapılır.[162] Misaller: Yüce Allah şöyle buyurmuş:

Ondan (Allah´tan) başka dua ettikleri şeyler, onların isteklerini hiçbir şeyle karşılamazlar. Onlar, ancak ağzına gelsin diye suya doğru iki avucunu açan kimse gibidir. Halbuki su onun ağzına girecek değildir.»[163] Bu teşbih´ten maksat, müşebbeh´in durumunu iyice tesbit etmektir. Müşebbeh, ma´nevî bir şey olduğunda bu nevi teşbih yapılır. Çünkü insan, maddî şeyler hakkında verdiği kesin kararı, ma´nevî şeyler için veremez. Öyle ise ma´nevî şeylerde muhatabı ikna etmek gere­kir.

«Kalblerdeki sevgi, nefrete dönüştüğünde, kırılan cam gibidir ki; artık onun kırığı, kaynaşamaz.»[164] Şair, kalblerdeki nefretin, daha önceki sevgiye dönüşmesinin zor olduğunu ısbatlamak için kalbi, kırılan cama ben­zetmiştir.

Kelile ve Dimne ´de şöyle denmiştir:

İlim sahibinin fazileti, -onu gizlese dahi- üstü örtülen misk gibidir. O örtü, miskin kokusunun yayılmasına engel olamaz.»[165]

«Ben, Leylâ yanında, suyu avuçlamak isteyen fakat parmaklarının arasının açık olması kendisine hıyanet eden kimse durumuna düştüm.»[166]) (Yani, onu kollarımın arasına alıp tutamadım.)

«Falanca batılın karanlığında yaşıyor. Hakkın nuru, onu rahatsız ediyor. Tıpkı karanlıkta yaşayan ve ışığın kendisine zar­ar verdiği yarasa gibi.»[167]

«Mü´min için mü´min, birbi­rini perçinleyen yapı gibidir. »[168]

e) Müşebbehi süslemek ve rağbet edilmesini sağlamak üzere duru­munu güzelleştirmek :[169]

Ebu´l-Hasan el-Enbârî (Öİ.328/940), asılan bir şahsın görüntüsünü tas­vir etmek için şöyle demiş.

«Sen, bol ikramda bulunmak üzere ellerini onlara doğru uzatmışsın. (Tıp­kı) Yaptığın bağışlarla ellerini, onlara uzattığın gibi.»[170]

«O (Sevgili), siyah olup alnı parlaktır. O, mağrur ceylanın gözünün siyahı gibi siyahtır.»[171] Şair, sevgilisini süslemek için onun siyahlığını, ceylanın gözünün siyahlığına benzetmiştir.

« O, köle değildir. Fakat Müheymin (gözetip koruyan), Samed (hiç bir şeye muhtaç olmayan ve her şey kendisine muhtaç olan Allah´ın) bana bağış­ladığı bir çocuktur. O, güzel hizmeti ile bana güç verdi. O, benim elimdir. kol(um) ve pazı(m)dır.»[172]

«O, Öyle bir köpektir ki sanki güvenilir bir ar­kadaştır.»[173]

«Yaşlılık, hayat meyvelerinin olgunlaş-mastdır.»[174]

f) Seyilmemesini ve rağbet edilmemesini sağlamak üzere müşebbehi çirkin göstermek (kötülemek):[175]

Bir bedevi hanımını yermek için şöyle demiş:

«O -olmaz olaydı- öyle bir ağız açıyor ki; eğer sen onun ağzım görseydin, cehennemden bir kapı olduğunu zannederdin.»[176]

O, konuşarak işaret ettiğinde, sanki kahkaha atarak gülen bir maymun veya tokatlayan bir kocakarı gibidir.»[177]

Yaz, Cehennem ateşidir. Kış ise; dehşetinden fakirlerin ve yok­sulların mafsalları titrey´en bir. kar altıdır.»[178]

«Ben, a/ni siyah bir kadının oğluyum. O, sanki evin köşelerinde dolaşan bir kurt gibidir. Onun bacağı, deve kuşunun bacağı gibidir. Saçları da kara biber tanesi gibidir.»[179]

İbn Şüheyd el-Endelüsi(öl.426/1035), bir pireyi vasfederek şöyle demiş:

«(Pire) zenci gibi siyahtır, evcildir, vahşidir, gevşek değildir, zayıf da de­ğildir. Sanki o gecenin ayrılmaz bir parçasıdır. Veya mürekkep noktasıdır, veya kalbin siyah noktasıdır. İçmesi, somurmadır, yürüyüşü sıçramadır, gündüzün gizlenir, geceleyin yürür, ardarda acı darbeler vurur, suçsuz ve suçlunun kanını mubah sayar, süvari ve savaşçılara saldırır, kılıcını kınından çıkararak zorbalara saldırır, hiçbir kıral ondan korunamaz, ona karşı kıskananın kıskanması da faydalı olmaz. O bayağılar içinde en fazla değersiz olandır. Kötülüğü yaygındır, sözü geçersizdir. İnsanın nok­sanlığına ve Rahman olan Allah´ın gücüne delâlet etmesi bakımından pire­nin bu durumu yeter.»[180]

6- Et-Teşbîhü´l-Maklub:

Teşbîh-i maklûb (veya maksûr); benzetme yönünün müşebbehte, müşebbeh bihidekinden dalıa kuvvetli ve daha belirgin olduğunu iddia ede­rek müşebbehi, müşebbeh bihi (kendisine benzetilen) haline getirerek yapılan teşbihtir.[181]

Konu ile ilgili bazı misaller:

«Sabah oldu. Onun ilk ışıkları, övüldüğünde Halifenin (parlak) yüzüne benziyor.»[182] el-Himye-rî, bu şiirinde sabahın ışıklarını, övüldüğünde gülümseyen halifenin yüzü­ne benzetiyor. Buradaki teşbihin alışılan kurala göre yapılmadığı görü­lüyor. Çünkü kurala göre; teşbihte daima bir vasıfta zayıf olan şey, benzet­me yönünde kendisinden kuvvetli olan şeye benzetilir. Fakat şair burada mübalağa ederek ve ileri giderek halifenin yüzünün sabahtan daha fazla parlak olduğunu iddia etmiştir. Bundan dolayı bu teşbihe "îe§bîh-i maklub" denilir.

«Akşamdan sabaha kadar bulutun devamlı parlaması (şimşek çakması), va´dederken tebessüm eden isa´nın tebessümüne benzer. »[183] el-Buhturî, gece boyunca parlayan ve şimşek çakan bulutların parlamasını, bağış yap­mayı va´dederken Övdüğü şahsın tebessümüne benzetmiştir. Hiç şüphe yok ki şimşeğin parıltısı, tebessüm parıltısından daha kuvvetlidir. Nor­malde, şairlerin yaptıkları gibi, tebessümün şimşeğe benzetilmesi gerekirdi. Fakat el-Buhtürî bu teşbihi ters çevirmiştir.

Ben, onları özlerim, Oysa. onların önünde, genişliği sanki sabırlı kimsenin göğsü gibi olan bir çöl vardır.»[184]

(Yâni onlara kavuşmama engel olan büyük bir çöl vardır.)

Bu misalde de çöl, sabırlı şahsın göğsüne benzetilmiştir. Bu da "teşbîh-i maklub"dm.

a) Aşağıdaki misallerdeki teşbihin niçin "Teşbîh-i maklub" oldu­ğunu açıklayınız.

« Meltem rüzgarı, sanki incelikte onun ahlakıdır.[185]

« Sanki su, duruluğunda onun huyudur.»[186]

Sanki, gündüzün ışığı, onun alnıdır.»[187]

« Bahçenin yaydığı koku, sanki onun ahlakının güzelliği gibidir.»[188] İbnu´l-Mu´tez, şöyle demiş:

«AfîK o/r geceden sonraki sabah, kumral tay´in yüzündeki beyazlık gibidir .»[189]

«Gülün kırmızılığında, onun (sevgilinin) yüzünün kızarmasından bir şey (iz) var. Dalda da onun (sevgilinin) salınarak yürümesinden bir pay vardır.[190]

« Havuz dalga­lanıp su fışkırttığında, o vadisinin seli aktığında, Halifenin eline benzer.»[191]

«Gemi bizi, senin bağışla­mana benzeyen bir denizde dolaştırdi.[192] el-Buhturî burada; "Denizi, ha­lifenin bağışlamasına benzetiyor."

«Ayın nuru yayılmış. O sanki senin yüzünün güzelliği gibidir.»[193] Burada ise; Ayın nurunu, sevgilinin yüzünün nuruna benzetiyor.

«Gecenin karanlığı sanki siyah saç gibidir.[194]

«Ok, sanki onun sözü gibidir, ve sağanak yağmur, sanki onun bağışı gibidir.[195]

« Yarışmayı kazanan bir ata benzey­en bir trene bindik.»[196]

«Sabah, senin apaçık delilin gibi ortaya çıktı.»[197]

« Çiçek öyle bir koku verdi ki, o koku seni güzel bir şekilde anmaya benziyordu,»[198]

« inciler, sanki senin sözlerin gibidir.»[199]

«Suyun duruluğu, sanki senin nefsinin du­ruluğu gibidir.[200]

b) Teşbîhü´l-maklûbla ilgili âyetler:

« Alım-satım da ancak faiz gibidir.» Bu âyette,"teşbîh-i maklûb" vardır. Zira müşebbeh, müşebbehün bih yerine kullanılmıştır.[201]

« Hiç yaratanla yaratmayan bir olur mu?»[202] Bu âyette de "teşbîh-i maklub" vardır. Müşebbeh ile müşebbeh bihi´nin yeri değiştirilmiştir.

«Yoksa biz, müttekileri, azgın günahkarlar gibi mi yapacağız?» âyetinde "teşbîh-i maklub" vardır. Çünkü, müşeb­behün bih müşebbeh, müşebbeh de müşebbehün bih yapılmıştır.[203] «Müslümanları, suçlular gibi mi tuta-cağız?» âyetinde "teşbîh-i maklub" vardır. Müşebbehü´n bih müşebbeh, müşebbeh de müşebbehün bih yapılmıştır. Çünkü bu âyetin açılımı şöyle-dir: ´´âl» Sevap ve mükâ-fatta, kâfirleri müslümanlar gibi mi yapacağız?" Daha belîğ ve parlak ol­ması için, teşbih ters çevirilmiştir.[204]

II. Hakikat Ve Mecaz

1) Hakikat

Hakikat: lafzın konulduğu mânada kullanılmasına "hakikat" denir. Meselâ kelimeleri, esas mânalarında kullanıldıkları zaman buna "hakîkat"demr. Esâs mânaları dışında başka bir mânada kullanıldıklarında buna "mecaz" denir.[205]

2) El-Mecâzü´l-Luğavî

el-Mecaz kelimesi; sözlükte fiilinin ism-i mekân (aynı za­manda ism-i zaman ve mimli masdar) kipi olup gelip geçilen yer, gelip geçilen zaman veya gelip geçmek mânasına gelir.[206]

Bir Beyân terimi olarak; Hakikî ve mecazî mâna arasında bir münasebet olduğu ve hakikî mânayı kasdetmeye engel olan bir karine (maksadı gösteren delil) bulunduğu için vazedildiği mânadan ayrı bir mânaya kul­lanılan kelimeye "el-mecâz el-luğavî" denir.[207]

Hakîkî mâna ile mecazî mâna arasındaki münâsebet; bazen benzeme ve bazen de başka bir şey olabilir.

Karine; Yâni maksadı gösteren alâmet, bazen lafzı, bazen de hâlfdir (yani durumdan anlaşılır.)[208]

´Alâka; Hakikî mâna ile mecazî mâna arasındaki münâsebettir.[209] Meselâ: «Falan adam, incilerle konuşuyor.» sözünde, fasîh kelimeler mânâsına kullanılan kelimesi gibi. Bu ke­lime, asıl mânâsı dışındaki bir mânâda kullanılmıştır. Çünkü as­lında, gerçek inciler için vazedilmiş, sonra aralarındaki güzellik münâse­betiyle fasîh kelimeler için kullanılmıştır.

Mecazla ilgili bu misâl de «Dürer» kelimesinin hakikî mânâsını kasdetmemize engel olan karine (maksadı gösteren alâmet), «konuşuyor» kelimesidir.[210]

Konu ile ilgili bazı misâller:

İbnü´l-´Amîd, Ebu´1-FazJ Muhammed (öl.360/971), bir şiirinde şöyle demiş:

«Nefsimden daha fazla sevdiğim biri, kalkmış beni güneşin ışığından gölgelendiriyor. O, kalkmış beni gölgelendiriyor. Hayret, bir güneş beni güneşin ışığından gölgelendirmeye kalkışıyor.»[211]

İkinci beytin son mısraındaki birinci kelimesi, mecazî mânada kullanılmıştır. Karine; =beni gölgelendirir, kelimesidir. Hakîkî ve mecazî mâna arasındaki alaka, parlaklıktır. Ve iki mâna arasında bir benzerlik vardır.[212]

el-Buhturî, Feth b. Hakan´ın (Öİ.217/832), bir arslanla düellosunu vas-federek şöyle demiş:

«Zayıf iradeli çok korkak kimse yalanladığında, boğuşma yönünden siz­den daha ciddî iki arslan görmedim. Bir arslan, bir arslana yönelip onur, üzerine yürüyor. Halktan cesur yüzlü biri, yüzünde kahramanlık izi görü­nen bir arslana saldırıyor.»[213]

Bu beyitte, ve kelimeleriyle cesur adam kasdedilmiştii Hakîkî ve mecazî mâna arasında cesarette benzerlik vardır. Karine; birin çişinde hâli (durumdan anlaşılır), ikincisinde ise lafzîdir.[214]

Seyfüddevle üzerine yağmur yağarken el-Mütenebbî şöyle demiş:

«Gözlerim için, her gün sende bir nasip vardır. Acaib (tuhaf) bir seyder. dolayı ondan hayret ediyor. Bu kılıcın bağı, kılıç üzerindedir. Bu bulutu) (yağmurun) düsüsü bulut üzerinedir.>>[215]

Bu beyitte, ikinci kelimesi, tehlikelere göğüs germe hususund; arslana benzediği için hakîkî mânasında kullanılmamıştır. "Karine" ise sözün söylendiği makamdan anlaşılıyor. Öyle ise buradaki "karine", du rumdan anlaşılır. İkinci kelimesi de bunun gibidir. Bu kelime, Seyfüddevleye delâlet etmek için kullanılmıştır. Çünkü Seyfüddevle ile bulut arasında cömertlik ilişkisi vardır. Buradaki "karine", yine durumdaı anlaşılıyor. «Bir (kişinin) gözü, üzüntüyü ve gammı gözetleyerek (casusluk yaparsa kalbin gizlediği şey, artık (ona) sır değildir.»[216]

Bu beyitte, birinci kelimesi hakîkî mânasında kullanılmıştır. İkin ci kelimesi ise , hakîkî mânası olmayan casus mânasına kullanılmıştıi Fakat "göz", casusun bir parçası olduğu ve casus onunla çalıştığı için şair kelimesini söyledi ve onunla bir bütün olarak insanı kasdetti. Tıpkı Araplar gibi. Çünkü onlar, bir parçayı zikrederek bir şeyin tamamını kasde-derler. ve "casus" kelimeleri arasındaki "alaka"nın benzerlik ol­madığı görülüyor. Bu "alaka", cüziyettir. Buradaki "karine" lafzı olup »ibaresidir.

a) Konu ile ilgili aşağıdaki beyitlleri okuyunuz ve beyitlerde bulu­nan mecâz-i luğavîleri gösteriniz.

Ebû Tayyib, Mısırda sıtma hastalığına yakalandığında bir şiirinde şöyle

demiş:

«Eğer ben hastalanmışsam, sabrım hastalanmamış, Eğer ben sıtma has­talığına yakalanmışsam azmim sıtmaya yakalanmamısîır.»[217]

Ebû Tayyib, övdüğü kişi ile beraber bulunduğu bir anda, bulutlar yağ­mur yağdırmak üzere iken, şöyle demiş:

«Döndüğümüzde bulut gördüm. Ben, (ona) çekil! Çünkü beraberimde bulut vardır, dedim.»[218]

«Memleketim bana ne kadar zulüm etse, yine yücedir (azizdir). Kavmim, bana karşı cimri davransalar bile, aslında onlar cömerttirler.»[219]

«Bir gün, atlarla Rumları onlardan uzaklaştırır, bir gün de cömertlikle fakirliği ve kıtlığı (onların yanından) kovar.»[220]

«(Allah´ın) göğünde bulunan güneş, onun. peçesi altındaki güneşle bera­ber doğmaya devam etsin.»[221]

«Savaşta, kılıçla görünmen senin için ayıptır. Kılıç kılıcı ne yapsın? »[222] (Yâni; sen kılıç gibi keskin ve parlak olduğun için, senin kılıca ihtiyacın yoktur.) Bu beyitte mecaz, birinci kelimesinde vardır. Birinci mısra, bu kelimeden mecazî mânasının kasdedildiğine delalet eder. Alaka; benzerliktir. Övülen şahıs, kılıca benzetilmiş. Çünkü ikisi de parlıyor. Ka­rine; hâliyyedir. Sözün söylendiği makamdan anlaşılır.[223] «Seyfüddevle hastalandığı zaman, yerküresi (bozgunculuk ve fitne ile) hastalanır.»[224] Bu ibarede, mecaz, ikinci kelime sindedir. Çünkü yeryüzü hastalanmaz. Alaka, benzer­liktir. Yeryüzünde fitnenin yayılması, hastalanmaya benzetilmiştir. Nite­kim ikisinin de kötü etkisi vardır. Karine; kelimesi olup lafzîdir.[225]

«Kılıcının ağzı ölünceye (körelinceye) kadar ve mızraklar düşmana karsı koyamaz bir hale gelinceye kadar o ölmedi.»[226] Mecaz; ikinci ke­limesinde vardır. Çünkü kılıcın ağzı ölmez. Kılıcın körelmesi ölüme benze­tilmiştir. Nitekim her iki durumda da faydalanma ortadan kalkar. Karine, lafzıdır.[227]

«Halit b. el-Velîd yürüdüğü zaman, zafer onun sancağı altında yürüyordu.»[228] Bu ibaredeki mecaz, ikinci kelimesindedir. Çünkü zafer yürümez. Alaka; benzer­liktir. Zaferin Halit´ten ayrılmaması, zaferin onun sancağı altında yürü­mesine benzetilmiş. Çünkü her ikisinde de beraberlik sözkonusudur. Ka­rine, lafzıdır. O da zafer kelimesidir.[229]

«Sen, yüksek evleri yaptın. Ondan önce de sen yüceliğine ulaşılamayan ve iftihara vesile olan işleri yaptın.»[230]

Bu beyitteki mecaz, ikinci fiilindedir. Çünkü övünme ve iftihar bina edilmez. Alaka, benzetmedir. İftihar etmesine sebep olan işleri binaya benzetilmiş. Çünkü her ikisinde de sabit ve kalıa bir şeyi kurmak söz konusudur. Karine, lafzîdir. O da övünmek kelimesidir.[231]

b) Aşağıdaki misâlleri okuyunuz ve onlarda bulunan mecaz ve ´alakayı gösteriniz.

« Hatip, incileri saçtı.»[232]

« Tembel, vakti öldürdü.»[233]

« Avrupa cehaletle savaştı.» [234]

«Her jurnalciyi dinleyen kulak ol­ma!»[235].

«Çiçek, tebessüm etti.»[236]

- «Çalışkan yorgunluğunun meyvelerini topladı.[237]

Oeniz, iki ovucundan aktı.[238]

c) Mecazla ilgili hadîsler:

«Dühürün bağı gözlerdir. Kim uyursa abdest alsın,»[239] = kese, tulum gibi şeylerin ağzına bağlanan iptir. Hadis-i şerifte "gözler" uyanıklıktan kinaye olarak kullanılmış ve bağa benzetilmiştir. Nasıl tulum veya kesenin bağı içindekilerin çıkmasına mâni ise, uyanıklık da istenilmeden hadesin çıkmasına mânidir. İnsan uyanık olduğu müddetçe mak´adı bağlanmış gibidir. Veya en azından kendi kontrolündedir. Şuuru dışında oradan hiçbir şey çıkmaz, uyuduğunda bağı çözülür. Bundan dolayı, uyku abdesti bozucudur.[240] «Vay sana ey Enceşe! Sırçaların hayvanlarım yavaş sür![241]

Bu hadisteki cam sırçalar" kelimesi, mecaz olarak hanımlar için kullanılmıştır. Çünkü Enceşe adındaki köle, şiir söylerken o anda hanımları taşıyan develer, bundan zevk ve şevk duyarak hızlanırlar ve üzerindeki insanları sarsarak yorarlar. Peygamberimiz, onları incitmemesi hususunda Enceşe´nin dikkatini çekmiştir.[242]

III. İstiâre=

İsti´âre, beyan ilminin en önemli konularından biridir. Sözlükte; bir şeyi kaldırmak ve onu bir yerden alıp başka bir yere koymak veya bir şeyden faydalanmak üzere onu birisinden ödünç olarak istemektir.[243]

Bir Beyân terimi olarak isti´âre; hakikî mânâ ile mecazî mânâ arasındaki benzerlik alakasından dolayı bir kelimenin mânasını geçici olarak alıp başka bir kelime için kullanmaktır. Ayrıca bunda, hakîki mânayı kasdet-meye engel olan bir karinenin bulunması gerekir.[244]

İsti´âre, mecaz çeşitlerindendir. İstiare; müşebbeh, teşbih edatı ve teşbîh yönü hazfedilerek sadece müşebbehün bih kullanılan teşbihlerdendir. [245]

1- İsti´âre´nin Rükünleri:

İsti´ârenin rükünleri dörttür:

1. Müste´âr: Müşebbehün bih´ten nakledilerekmüşebbehte ku­llanılan lafız.

2. Müste´ârün minh: Müşebbehün bihi.

3. Müste´âiTün leh: Müşşebbeh.

4. el-Câmi´: Vech-i şebeh denir.[246]

İstiare, müşebbeh ve müşebbehün bih i lafızlarının zikredilmesi veya zikredilmemesi açısından iki kısma ayrılır: [247]

2- İstiâre-İ Tasrîhiyye Ve İstiâre-İ Mekniyye

a) İstiâre-i tasrihiyye: İçinde müşebbehün bih in lafzı açıkça zikredilen ve müşebbeh hazfedilen istiaredir. (Türkçemizde bu kısma "açık istiare" denilir)[248]

b) İstiâre-i mekniyye: Müşebbeh bihin lafzı hazfedi-len ve kendisi ile ilgili bir hususla ona işaret edilen istiaredir. (Türkçe­mizde buna "kapalı istiare" denilir.)[249]

Karine; İstiareyi açıklamaya yardımcı olan bir lafzı onunla birlikte kullanmaktır. Veya istiare olduğu durumdan ve sözün gelişinden anlaşılıyor.[250]

Konu ile ilgili bazı misâller:

Bu, insanları Rabhlerinin izniyle

karanlıklardan aydınlığa, her şeye galip ve Övgüye lâyık olan Allah´ın yo­luna çıkarman için, sana indirdiğimiz bir kitaptır.»[251]

Yâni onları, sapıklıktan hidâyete çıkarman için. Bu ayette, llka-ranlıklar" ve aydınlık", kelimeleri, asıl mânâları dışında kul­lanılmıştır. Bu istiaredeki alaka ise; =sapıklık" ile karanlıklar ve =hidâyet" ile aydınlık arasındaki benzerliktir. Karine, bu kelime­lerden önceki kısımdır. (Ve bu karine âyetin gelişinden anlaşıhr.)[252]

Bu misalde: (sapıklık) ve (hidâyet) kelimeleri müsteârün leh; Müste´ârün mınh (müşebbehün bih mânâsı) ise karanlık ve aydınlık kelimelerinin mânâsıdır. Karanlıklar ve aydınlık keli­melerine, müste´âr (müşebbehün bih lafzı) denilir.

Övdüğü kimse kendisiyle karşılaşıp onu kucaklayınca el-Mütenebbî şöyle demiş:

«Benden önce, denizin kendisine doğru yürüdüğü bir ki§i görmedim, Arsianların kalkıp kendisiyle kucaklaştığı bir adamı da görmedim. »[253]

el-Mütenebbî´nin bu şiiri iki mecazı kapsar. Bunlardan birincisi; ara­larındaki benzerlik ilişkisinden dolayı, kendisi ile cömert adam kasdedi-len edeniz", kelimesidir. Karine; yürüdü", kelimesidir. İkincisi de; aralarındaki benzerlik ilişkisinden dolayı kendisi ile cesur in­sanlar kasdedilen =arslanlar", kelimesidir. Karine; onun­la kucaklaşır", ibâresidir. Burada müşebbehün bih zikredildiği´için "isti´â-re-İ tasnhiyye"[254]

el-Mütenebbî, Seyfüddevle´yi överek şöyle demiş:

«içinde kılıçların kafalarla tokalaşîığı bir savaştan daha lezzetli bir za­fer görmez misin (yani böyle bir zafer görülmemiştir.)» [255]

Bu şiir de bir mecazı kapsar. Bu da; aralarındaki benzerlik ilişkisinden dolayı, kendisi ile karşılaştı, mânası kasdedilen y, ibâresidir. Karine;Hint kılıçlan ve başlar, ibareleridir.

Yukarıda geçen bütün mecazlar, dikkatle incelendiğinde, bu mecazların her birisinin bir teşbih kapsadığı ve "müşebbeh"in lafzının hazfedildiği ve "müşebbehün bih"in, "müşebbeh"in aynısı olduğu iddiası ile; "müşeb-beh"in yerini alması için, onun yerine ödünç olarak "müşebbehün bin" lafzının kullanıldığı görülür. Bu, belagatın varacağı en uzak nokta ve en fazla mübalağa yapılan kısmıdır. Böyle mecazlara"istiare" denilir. Bu misâllerde "müşebbehün bih" açıkça ifâde edildiği için buna "isti´âre-i îasrîhiyye" ismi verildi.[256]

el-Haccâc, bir konuşmasında şöyle demiş:

«Olgunlaşmış ve koparma zamanı gelmiş bazı kafalar görüyorum. Mu­hakkak ki onları koparacak benim.»[257]

el-Haccâc´m tehdit amacıyla kullandığı bu sözünden anlaşıldığına göre; o başları meyvelere benzetmiştir. Bu söz; "Ben, olgunlaşmış meyveler gibi kafalar görüyorum", şeklindedir. Sonra müşebbehün bih hazfedildi. Ve böylece cümle; haline geldi. Başların, meyve şeklinde gösterilmesi düşüncesi ile böyle bir cümle yapıldı. Hazfedilen müşebbehün bih´e, onunla ilgili bir şey ile işaret edildi. O da » fiilidir. Müşebbehün bih, bu isti´ârede gizli olduğu için buna "isti´âre-i mekniyye" ismi verildi.

Aynen bunun gibi aşağıda zikredilecek iki şiirdeki ibareleri için de böyle denilir.[258] el-Mütenebbî, bir şiirinde şöyle demiş:

«Develer kıl olduklarında, önemli meselelere binip İbn Ebî Süleyman´ın yanına gittik.»[259]

el-Mütenebbî başka bir şiirinde şöyle demiş:

«Sen afiyette olduğunda, cömertlik ve şeref afiyette olur.Ve elem (dert) seni bırakarak düşmanına geçer.»[260]

a) Konu ile ilgili başka misaller:

Rum elçisinin Seyfüddevle´nin huzuruna çıkışını vasfeden el-Mütenebbî şöyle demiş:

üzerinde yürüyerek ilerledi. Denize doğru mu gittiğini yoksa aya doğru mu yükseldiğini, bilmiyordu.» Bu beyitte, (aralarındaki ortak özellik olan bağış ve cömertlikten dolayı) Seyfüddevle, denize benzetil­miştir. Sonra "müşebbehün bih´e" delâlet eden kelime yâni kelime-û,"isti´âre-i tasrihiyye" yoluyla, müşebbeh (Seyfüddevle) için kullanıl­mıştır. Buradaki karine; . ibaresidir. İkinci mısra´da ise; aralarındaki ortak özellik´ olan yükseklikten dolayı Seyfüd­devle, dolunaya benzetilmiştir. Sonra müşebbehün bih´e delâlet eden ke-lime yâni kelimesi,"isti´âre-i tasrihiyye" yoluyla, müşebbeh (Seyfüd­devle) için kullanılmıştır. Buradaki karine de; ibaresidir.[261]

«Kardeşim güzelliğiyle gözlere, anlatışıyla kulaklara ziyafet veriyordu.» Bu beyitte, güzellikle göze fayda vermesi; kulağın da anlatılan şeyle fayda vermesi, misafirleri ağırlamaya benzetilmiştir. Sonra masdarından ^faydalandırıyor" mânasına gelen j fiili,"isti´âre-i tasrihiyye" yoluyla, türetilmiştir. Buradaki ka­rine; üül j Vdl. İbareleridir.[262]

v Rabbim! Şüphesiz (artık öyle bir durumdayım ki) benim kemiğim zayıflayıp gevşedi ve başım, (in saçı) bembeyaz alev gibi tutuştu.....»[263]

Başımın saçı, bembeyaz alev gibi tutuştu," cümle­sinde saç ağarmasının yayılması ve çoğalması, ateşin odunlar içerisinde yayılmasına benzetildi. Sonra "isti´âre-i mekniyye" yoluyla, müşebbehün bihe ait bir şey ile -ki o da =tutuştu" kelimesidir- ona işaret edildi. Karine; başın alevlendiğini ısb atlamaktır.[264]

Falanca, cömertliğin işaret ettiği yere goz atıyor.» [265]

Bu ibarede, (cömertlik) bir insana benzetilmiş. Sonra insan keli-

mesi hazfedilmiş. Onunla ilgili bir şey olan = işaret etti" kelimesi ile, "isti´âre-i mekniyye" yoluyla insana işaret edilmiştir. Karine; cömertliğe işaret etmeyi ısbatlamaktır.[266]

»Sanki gecenin ka­ranlığı her zenciye (gemiye) derinin siyahlığım bağışlamıştır. »[267] Bu şiirde, gemi bir zenciye benzetilmiştir. Her ikisinde de ortak özellik olarak siyahlık vardır. Müşebbehün bihe delâlet eden kelimesi, müşebbeh (gemi) için istiare yoluyla kullanılmıştır. Burada;"isti´âre-i tasrihîyye" vardır. Geminin siyah boyası, deriye benzetilmiştir. Çünkü her ikisi de altındaki şeyi gizleme ortak özelliğine sahiptir. Müşebbehün bihe delalet eden kelime, ,(deri), istiare yoluyla müşebbeh (geminin boyası) için kullanıldı. Öyle ise buradaki istiare, tasrihiyyedir. Karine; durumla ilgili­dir.[268]

«Şimşek, (ustura) onun ovucunda parladığı zaman, yüzün üstüne nimetlerin parlaklığını dö­ker. »[269] Onun rahat hareket eden, yüz üzerinde meltem gibi geçen bir avu-cu vardır. Parlama özelliğinde birleştikleri için, ustura şimşeğe benzetil-mistir. Müşebbehün bih´e delalet eden şimşek, müşebbeh =ustura" için "isti´âre-i tasrîhiyye" yoluyla kullanıldı. Karine; = av-ucunda" ibaresidir.[270]

»Onun, rahat hareket eden bir avucu vardır. Yüz üzerinde meltem gibi geçer.[271] i Bizim hakkımız, cim­riliği öldüren ve cömertliği ihya eden bir imamda toplanmıştır.»[272] Cimri­liğin her türlü görünümünden sakınmak, öldürmeye benzetilmiş. Çünkü her tut ikisi de yok olma özelliğinde birleşiyorlar. Karine; = cimrilik keli­mesidir.

Yok olan cömertliği yeniden ihya etmek de diriltmeye benzetilmiş. Çün­kü bunların her ikisi de yok olmadan sonra, dirilme ortak özelliğini taşıyor. Burada "isti´âre-i tasrihîyye" vardır. Karine; = cömertliktir.[273]

«Faziletin gözleri, sana baktı, şerefin kulakları da seni dinledi.»[274] Bir bedevî, bir kavmi kınayarak şöyle demiş:

«Onlar, iyi­likten oruç tutan (iyilik yapmayan)´ve çirkin şeylerle iftarlarını açan bir kavimdir .»[275]

Başka bir bedevî, bir adamı kınayarak şöyle demiş:

«Onun malı, şişman (çok), iyiliği zayıf azdır.[276]

Senin cömertliğinin hiç bir sahili yoktur.»[277]

«Ölüm, pençelerini sapladığı zaman, hiçbir muskanın fayda vermeyeceğini görürsün.»[278] Bu beyitte, ölüm, yırtıcı bir hayvana benzetilmiş, fakat onun kendisi değil de levazımından olan pençeler", zik­redilmiştir. Aralarındaki ilişki ise, her ikisi de habersiz saldırır. Burada müşebbehün bih açıkça ifâde edilmediği için buna "isti´âre-i mekniyye" denilmiştir.[279]

İstiare Nevileri Île İlgili Bazı Misaller:

a) Ayetler:

«Allah onların kalblerini mühürledi.»1[280] ifad­esinde latif bir "isti´âre-i îasrîhiyye" vardır. Allah, hakkı kabul etmedikleri için onların kalblerini, kurtuluşa çağıran peygamberi dinlemedikleri için kulaklarını, ve hidâyet nurunu görmek istemedikleri için de gözlerim; men­fezleri kapatılmış, kendisine yararı olan herhangi bir şeyin içeri girmesine engel olan bir örtü ile örtülmüş ve üzeri mühürlenmiş bir kaba benzetti. Allah Teâla.," istiâre-i îasrîhiyye" yoluyla, ve kelimelerini müs-teâr olarak kullandı.[281]

«Sonra kalpleriniz katılaştı.»[282] Bu cümlede "istiâre-i îasrîhiyye" vardır. Kalplerin sertlik ve katılıkla vasfedilmesinden maksat, onların öğüt ve ibret almaktan uzak olduklarını bildirmektir. "Kas­vet" kelimesi, bu uzaklık yerine nıüste´âr olarak kulanılmıştır.[283] «Kalplerine buzağı (sevgisi) içirildi.»[284] cümlesinde "istiâre-i mekniyye" vardır. Buzağıya ibâdet etme sevgisi, kolay içilen, lezzetli bir meşrubata benzetilmiştir. Müşebbehün bih olan meşrub kelimesi hazfedilmiş, onun levâzimârından olan işrab kelimesiyle "istiâre-i mekniyye" yoluyla ona işaret edilmiştir.[285]

«Hep birlikte Allah´ın ipine sarılınız.»[286] Bu cümlede; "istiâre-i îasrîhiyye" yoluyla Kur´ân-ı kerîm ipe benzetilmiştir. Müşebbehün bihi olan kelimesi, müşebbeh olan kelimesi ye­rinde müste´âr olarak kullanılmıştır. Benzetme yönü ise, her ikisinin de kur­tuluş vesilesi olmasıdır.[287]

«Onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır. »[288] Bu lafızlarda "istiâre-i tasrîhiyye" vardır. Çünkü küfür, karan-lıklara, iman ise aydınlığa benzetilmiştir.[289]

«Onları ateşe soktu.»[290] " Burada "istiârei mekniyy, vardır. Çünkü vürud fiili, aslında su almak, suya gitmek mânasında kul lamlır. Burada ateş (cehennem), alınmak üzere kendisine gidilen suya ben zetilmiştir. Müşebbehün bih (su) kelimesi, hafzedilrniş, onunla ilgi! olan "vürud" kelimesiyle ona işaret edilmiştir. Kavminin önündeki haliylt Firavun, susuzluğu gidermek için suya gelmekte olanların önünde bulunaı kimseye benzetilmiştir.[291]

O şehirlerden ayakta kalanlar da var, ekin git biçilmiş olanlar da var.»[292] Burada; "isîiâre-i mekniyye" yoluyla şehirle kalıntıları ve duvarları, sapı üzerinde dik duran ekine, halkıyla birlikte yo olup izi kalmayan şehirler ise tırpanla biçilmiş ekine benzetilmiştir. Müşel behün bih hazfedilmiş ve lâzımı ile ona işaret edilmiştir.[293] «Yerden suyunu ve otlağını çıkardı.»[294] âyetinde "istiâre-i tasrîhiyye" vardır. Yüce Allah, insanların yemesini, ha vanların otlamasına benzetti. İnsanların ve hayvanların bitkilerden yeme alakasıyla,"otlamak" insanlar için müste´âr olarak kullanıldı. Burada güz bir isti´âre vardır.[295]

«Ağarmaya başladığında sabaha yemin ed rim.».[296]âyetinde "istiâre-i tasrîhiyye" vardır. Yüce Allah, gündüzün meşini ve aydınlığın yayılmasını, kalbe hayat veren ve yavaş yavaş es rüzgarlara benzetti. "Teneffüs" kelimesini, zifiri karanlıktan sonra gü düzün aydınlanması için müste´âr olarak kullandı. Bu, tasvîr bakımından güzel ve beliğ istiarelerdendir. Çünkü Yüce Allah, gündüzün gelmesi sabahın teneffüsü ile ifâde etmiştir. Müşebbeh hazfedilmiştir.[297]

«Tertemiz sahi/eleri okuyor. »([298]yetind&"istiâre-i tasrîhiyye" vardır. Burada (tertemiz ) kelimesi miisteâr olarak kul­lanılmıştır. Çünkü sahifelerin batıldan uzak oluşu, onların pisliklerden te­mizlenmesine benzetilmiştir.[299]

b) Hadisler:

« Kalbinde zerre miktarı kibir bulunan kimse cennete giremez.» Bu ha­disteki; « =zerre miktarı" ibaresi ile; "tasavvur edilen en az miktar" kasdedilmiştir. Böylece en az miktar, bir karınca ağırlığına benze­tilmiş. Sonra müşebbeh hazfedilmiş ve onun yerine "istiâre-i tasrihîyye" yolu ile müşebbehün bin, konmuştur. kalb" ve = kibir", ke-İrmelerinin zikredilmesi, bundan maksadın en az miktar olduğuna delâlet etmek içindir. Yani karinedir. Çünkü kalbin hisleri, dünyada ölçülemez. Ancak insanların âmelleri kıyamet gününde ölçülür.[300]

«Sakın gece yolculuğunu kaçırmayınız! Çünkü yer geceleyin dürülür.»[301] Bu hadiste; « "yer geceleyin dürülür" ibaresinde," gece" bir yaygıya veya kumaş parçasına benzetilmiştir. Ben­zetme yönü; yaygı veya kumaş dürmekle kısaltıldığı gibi, uzun olan yolun mesafesi de gece yolculuğu ile kısaltılır. Fakat "müşebbehün bih" açıkça bu hadiste zikredilmedi. Ancak ona delâlet eden, =dürülür", kelimesi bir "karine" olarak zikredildi. Bu hadiste; "istiâre-i mekniyye" vardır.[302] «. Dünya, tatlı ve yeşildir.»[303]

«Sütü davet edeni (bir kısmını memede) bırak.[304]

Yere dokununuz,.(Toprak ile tey-emmüm ediniz) Şüphesiz ki o size iyilik yapandır.» (Yâni siz, ondan ya­ratılmışsınız, yaşamanız ona bağlıdır ve ölümden sonra toprağa kona­caksınız. )[305]

«Ya Rabbi! Tövbemi kabul et! Ve günahlarımı yıka!(affet) .» [306]

3- İsti´âre-i Asliyye Ve İsti´âre-i Tebe´iyye

a) Istiâre-i asliyye: Kendisinde istiare yapılanke-lime câmid (türetilmeyen, donuk) olan istiaredir.

gibi[307]

b) Istiâre-i tebe´iyye: Kendisinde istiare yapılan kelime, müştak (türetilmiş bir kelime), zaman ve yer isimleri, âlet isimler, fiil veya edatlardan biri olan istiaredir.gibi[308]

Her "istiâre-i tebe´iyye""mekniyyedir"´. Bir kelimede bir isti´âre icra edildiği zaman diğer istiarenin icra edilmesi mümkün olamaz.[309]

Konu ile ilgili bazı misâller:

el-Mütenebbî bir kalemi vasfederek şöyle demiş:

«Onun dili, karanlığı (mürekkebi), gündüze (kağıda) döküyor. Duy­madığı şeyleri söyleyen kimsenin (yazarın) de (söylediklerini) devamlı anlıyor.» Bu beyitte, kelimesindeki zamirin işaret ettiği şey olan kalem, bir insana benzetilmiş. Müşebbehün bih (insan) hafzedilmiş, onunla ilgili bir şeyle (dil ile) insana işaret edilmiş. Buradaki isti´âve,"isti´âre-i mekniyye"dır. Mürekkep karanlığa benzetilmiş. Çünkü siyahlık her ikisinin ortak özelliğidir. Müşebbehün bihe delâlet eden kelime, "İstiare-i tasri-hiyye" yoluyla müşebbeh için kullanılmıştır. Kağıt da gündüze benzetil­miştir. Çünkü her ikisi beyazlık özelliğinde birleşir. Sonra müşebbehün bihe delâlet eden kelimesi, "isû´âre-i tasrihiyye" yoluyla müşebbeh için kullanılmıştır. îsti´âre, câmid bir kelimede yapıldığı için "isti´âre-i asliyyedir.[310]

«Ey zamanın güneşi ve dolunayı! Küçükayı yıldızı kümesi ve kutup yıldızı senin hakkında beni kınasaiar da seni severim.»

Bu beyitte, Seyfüddevle, bir defa güneşe, bir defa da dolunaya benzetil­miş. Çünkü bunlar yücelik ve parlaklık ortak özelliğinde birleşirler. Sonra "isti´âre-i tasrihiyye" yoluyla müşebbehün bihe delalet eden ay ve güneş kelimeleri müşebbeh için kullanılmış.

Seyfüddevle´den aşağı bir derecede bulunan kimse, bir defa küçükayı yıldızı kümesine, bir defa da (kutup) yıldızına benzetilmiş. Birleştirici özellikleri, küçük ve görünmez (gizli) olmalarıdır. Sonra "isti´âre-i tasri­hiyye" yoluyla müşebbehün bihe delalet eden kelimeleri, müşebbeh için kullanıldı. îsti´âre, câmid bir kelimede yapıldığı iç´m"istiâ-re-i aslîyye"dir.[311]

«O öy/e ö/r gençtir ki şarap yıllarca ona aşık olmuş. Fakat ona ne bir yudumu ile ne de bir öpücüğü şifa vermemiş.»

Bu beyitte, şarap, bir kadına benzetilmiş. Sonra müşebbehün bih hazfedilmiş ve onunla ilgili bir şeyle kelimesi" istiâre-i mek-niyye" yoluyla müşebbehün bihe işaret edilmiştir. Bu isti´âre, asliyyedir. Çünkü isti´âre câmid (donuk) bir kelimede yapılmıştır.[312]

«Musanın öfkesi geçince levhaları aldı. Levkakırdaki yazıda Rabbîerinden korkanlar için hidayet ve rahmet vardı.»[313]

"Musanın öfkesi geçince" Burada =öfke"; kükreyen, köpüren, in­tikam almayı emreden sesiyle haykıran bir adama benzetilmiş ki bu ses daha sonra sakinleşir ve kesilir. Bu sözde "istiâre-i mekniyye" vardır.[314] Bu âyette; öfkenin dinmesi, susmaya benzetilmiş. Çünkü her ikisi de sakin-leşme özelliğinde birleşir. Sonra müşebbehün bihe delalet eden = susma", müşebbeh öfkenin dinmesi" için kulamlmış; ve daha sonra öfkenin dinmesi manasına gelen masdarmdan ,sustu" fiili türetilmiştir. Buradaki istiare, müştak bir kelimede yapıldığı için "istiâre-i tebe´iyye"dir.[315]

« Öy/e arştandır ki (Taberiyye) gölüne su içmek üzere geldiğinde, onun kükre/nesi Fırat (Irak) ve Nü (Mısır) nehirlerinde duyulur.» Bu bey,"isti´âre-i tebe´iyye" vardır. Burada arslan sesinin Fırat´a ve Nil´e ulaş­ması suyun ulaşmasına benzetilmiş. Çünkü bunlar, bir hedefe varma ortak özelliğinde birleşirler. Sonra müşebbehün bihe delâlet eden keli­mesi, isti´âre yoluyla müşebbeh (sesin ulaşması) için kullanılmış, sonra jjjjJI kelimesinden = sesin ulaşması mânâsına gelen kelimesi türetilmiştir. Buradaki isti´âre, müştakk bir kelimede yapıldığı için "isüâre-i tebe´îyye"dir.[316]

«Yıldızlar dağıldığında.».[317] âyetinde "istiâre-i mekniyye" vardır. Yüce Allah yıldızları, dizildikleri ip kopupta saçılıp dağılan mücevherlere benzetti. Müşebbehün bih zikredilmeyip onun le­vazımından olan =dağırma" kelimesiyle ona işaret etti. Bunu, isti-´âre-i mekniyye yoluyla yaptı. Aynı zamanda buradaki isti´âre, müştakk bir kelimede yapıldığı için "isti´âre-i tebeîyye".[318]

a) Aşağıdaki beyitlerde bulunan istiareleri ve tahlillerini okuyunuz.

«Zaman, bizi köpek dişlen ile ısırdı. Keşke başımıza gelen {felâket) onun başına da gelseydi.[319] Bu beyitte, zaman", yırtıcı bir hayvana (canavara) benzetilmiş. Çünkü her ikisi de eziyet verme ortak özelliğinde birleşirler. Sonra müşebbehün bih hazfedilmiş ve onunla ilgili bir şeyle -yâni«=ısırdı", kelimesi ile "istiâre-i mekniyye" yoluyla müşebbehün bihe işaret edilmiştir.[320]

«Ben ona dilimden bir bahçe taşıdım götürdüm. Bulutların çimeni su-iadığı gibi, akıl onları sulamıştı. »[321] Bu beyitte, =şiir", her birisin­de bulunan güzellik ortak özelliğinde birleştikleri için, bir bahçeye benze-tilmiştir. Sonra müşebbehün bihe delâlet eden =bahçe" kelimesi, müşebbeh için kullanılmıştır. Buradaki isti´zre,"istiâre-i tasrîhiyye-i as!îyye"dir. Ayrıca akıl mânasını ifâde eden kelimesi, buluta benzetil­miştir. Çünkü bunların her ikisi de güzel etki yapma özelliğinde birleşirler. Müşebbehün bih hazfedilmiş, onunla ilgili bir husus olan suladı" kelimesi ile kendisine işaret edilmiştir. Buradaki isti´âre, "istiâre-i meknîy-ye-i aslîyye"dir.[322]

«Sen, bol yağmurlu bulutun ağlamasından dolayı, gülen (parlayan) bir yeşil (çimen) içindesin.»[323] Bu beyitte; çiçeklenmek, gülmeye benzetil­miştir. Çünkü her ikisi, beyazlığın görünmesi ortak Özelliğinde birleşirler. Soma müşebbehün bihe delâlet eden kelime, müşebbeh için kullanılmış. Ve çiçeklenmek mânasına gelen gülmek masdarından; çiçekli mânasına gelen kelimesi türetilmiştir. Buradaki istiare, "istiâre-i tasrîhiyye-i lebe´îyye" dir.[324]

«insanların en kötüsü, dünyasını etmek için, dinini yıkmaya razı olan kimsedir.»[325]

«iyilikyaparak nefis-almak, kötülük yaparak onları satmaktan daha iyidir.»[326]

es-Serriyü´r-Refâ´, şiirini vasfederek şöyle demiş:

«5i> gim (şiirim) kulakları müsâfaha ettiğinde (kulaklarca duyulduğunda) kalbler ve gönüller tebessüm eder.»[327] Bu beyitteki çillo kelimesinde "isti´âre-i tasrihiyye-i tebe´iyye" vardır. Burada şiirin kulaklara ulaşması, tokalaşmaya benzetilmiştir, Sonra illail kelimesinden kulaklara ulaştı (duyuldu) manâsına gelmek üzere ç-illa fiili türetildi. Karine; kelimesidir. Ayrıca kelimelerinde de isti´âre-i mekniy-ye vardır. Bu iki kelime; gönüller ve kalbler; insanlara benzetilmiş, sonra müşebbehün bih (yani insanlar) hazfedilmiş, özellikle­rinden birisi ile onlara işaret edilmiştir. O özellik de gönüller ve kalblerin tebessümüdür.[328]

İbn er-Rumî şöyle demiş:

Öy/e beldedir ki onda gençlik ve çocukluğa arkadaşlık ettim. Yeni iken eğlence elbisesini giydim.»[329] Bu beyitteki keli­melerinde isti´âre-i mekniyye-i asliye vardır. Burada, gençlik ve çocukluk bir arkadaşa benzetilmiştir. Soma müşebbehün bih hazfedilmiş ve onunla ilgili bir özelliğine işaret edilmiştir. O da arkadaşlıktır. Karine; gençlik ve çocukluğa arkadaşlığı isbatlamaktır.[330] Ayrıca giydi" ke­limesinde isti´âre-i tasrihiyye tebe´iyye vardır. Bu beyitte, eğlence ile

uğraşmak, elbise giymeye benzetilmiştir. kelimesinden, faydalandı manâsına gelen fiili türetildi. Karine; = eğlence elbise-si´dir. ibaresinde teşbihi belîğ vardır. Bu ibarede müşebbehün bih, müşebbehe izafe edilmiştir. kelimesinde isti´âre-i mekniyye´yi uygulamak mümkündür. Şöyle ki; eğlence, elbisesi olan bir insana benze­tilmiş. Şair bu elbiseyi isti´âre yoluyla almıştır.[331]

Yine İbn er-Rumî şöyle demiş:

«Kuzey yeli, bizden sana´selam getirdi. Onun gece bekçisi, güzel koku ve güzel rızık saçan bir cennette (bahçede) dolaştı. Seher vakti, (rüzgar) esti. Böylece dal, arkadaşına gizlice fısıldadı. Kuş da ardarda açıkça öttü.»[332] Bu beyitte, = kuzey yeli" kelimesinde "isti´âre-i mekniyye-i asliyye" vardır. Burada kuzey yeli" bir insana benzetilmiş, sonra müşebbehün bih (insan) hazfedilmiş ve ona (müşebbehe), kendisiyle ilgili bir özelliği ile işaret edilmiştir. O da = sana selâm verdi" ibaresidir. Karine; kuzey rüzgarına selamlamayı isbatlamaktır. Ayrıca = dal" kelimesinde isti´âre-i mekniyye-i asliyye vardır. Burada, = dal", bir insana benzetilmiş ve kendisiyle ilgili bir özelliği ile ona işaret edilmiştir.

0 da = gizli konuşma"dır. Karine; = dal" için nıünâcatı is-batlamaktır.[333] birbirine çağırdı" kimsinde"isti´âre-i tasrihîyye-

1 tebe´iyye" vardır. Burada kuşların ardarda ötüşü, birbirlerine çağırmaya benzetilmiştir. kelimesinden, ardarda öttü manâsına gelen fiili türetildi. Karine; =kuş" kelimesidir.[334]

el-Buhtürî bir orduyu vasfederek şöyle demiş:

« O orduda silah parladığı zaman, düşmanlar, içinde demirden bir de­niz parlayan bir kara parçasını (yeri) gördüler.»[335] Bu beyitteki = aydınlattı" kelimesinde "isti´âre-i tasrihiyye-i tebe´iyye" vardır. Burada, si­lahın parıldaması, aydınlatmaya benzetilmiştir. Ortak özellikleri parla­maktır. Sonra SeLâVI masdanndan parladı" manâsına gelen cllbi fiili türetildi. Karine; kelimesidir. Ayrıca |= parladı" kelime­sinde de "isti´âre-i tasrihiyye-i tebe´iyye" vardır. Burada; silahın parlaması, şimşeğin çakmasına benzetilmiştir. masdarından, parlama manâsına gelen fiili türetildi. Karine; ibare sidir.[336]

Ebu Nasr Abdülaziz b. Nübâte es-Sa´dî (öl. 405/1014), sakar bir tayı vasfederek şöyle demiş:

«O, öy/
et-Tihâmî, Ali b. Muhammed (Öİ.416/1025) oğluna ağıt yakarken şöyle demiş:

<-< £y ömrü çok kısa olan yıldız! Seher vaktinde çıkan yıldızların Ömrü de böyledir.»[339] Bu beyitteki, Ck^k =bir yıldız" ktlimesindc"isti´âre-i tasrîhiyye-i asliyye" vardır. Burada, oğul yıldıza benzetilmiş. Çünkü her ikisi, cisimlerinin küçük olması ve değerlerinin yüceliği ortak özelliğine sa­hiptirler. Sonra isti´âre yoluyla müşebbehün bih (yıldız), müşebbeh için kullanıldı. Karine; şâirin çığlığıdır.[340]

eş-Şerîf, saç ağarması için şöyle demiş:

«O, saçhağlarımda yayılan bir ışıktır. Ne onunla aydınlanmak istiyorum ne de ışığından faydalanmak istiyorum. Ben onu severek, gençliğimi ona karşılık sattım. Kazanamayacağını çok iyi bilen kimsenin alış-verişi gi­bi.»[341]

Bu beyitteki, =ışık" kelimesinde "isti´âre-i tasrîhiyye-i asliy-ye" vardır. Burada ´Tijm» =saçın ağarması" ışığa benzetilmiş. Çünkü her ikisi, beyazlık ortak özelliğinde birleşirler. Karine; = saçbağlarımdaki siyahlıktır".

Bu tahlîl, kelimesi mübtedâ; ibaresi de haber olarak kabul edilirse böyle yapılır. Şayet kelimesi, hazfedilmiş bir mübte-dânııı haberi olarak irâb edilirse burada isti´âre yoktur.

Ayrıca = gençlik" kelimesinde de "isti´âre-i mekniyye-i asliyye" vardır. Burada gençlik, bir ticaret eşyasına benzetilmiş, sonra müşebbehün bih(ticaret eşyası), hazfedilmiş ve onunla ilgili bir özellik olan -sat­tım" , ibaresi ile kendisine işaret edilmiştir. Karine; cjjl-ı kelimesidir.[342]

el-Buhtürî bir köşkü vasfederek şöyle demiş:

«O, yanlan (müştemilatı) uzayı dolduran, burçları da yağmur yağdıran bu­lut parçalarıyla kucaklaşan bir köşktür.»[343] Ru beyitteki, =kucak-laştı" kelimesinde "isti´âre-i tasrîhiyye tebe´iyye" vardır. Burada dokunma, kucaklaşmaya benzetilmiş. Çünkü her ikisi, bağlantı kurma ortak özelliğinde birleşirler. Sonra masdarmdan çim dokundu manâsına

gelen fiili türetildi. Karine; «= burçları" ibâresıdir.[344]"´ el-Buhtürî, bir çimenliği vasfederek şöyle demiş:


el-Buhtürî, saçın ağarması için şöyle demiş:

« Tazeliğine aşık olduğum bir perçemim vardı. Saçın ağarması, benim için onu ne affetti ne de bağışladı.»[347]

Bu beyitteki, = saçın ağarması" kelimesinde "isti´âre-i mekniyye-i asliyye" vardır. Burada saçın ağarması, bir insana benzetilmiş. Sonra müsebbehün bih hazfedilmiş ve onun özelliklerinden biri olan ile müsebbehün bihiye işaret edilmiştir. Karine; = saçın ağarması"na affetmeyi ve bağışlamayı isbatlamaktır.[348]

İbn et-Te´âvîzî, Muhammed b. Ubeydüllâh b. Abdullah (Öİ.583/1187), bir çimenliği vasfederken şöyle demiş:

«Dalların kıvrılmasının bir faaliyeti vardır. Meltem rüzgarının çıkardığı nefesler, bazen gevşer.»[349] Bu beyitteki, = dallaı" ve a= meltem rüzgarı" kelimelerinde "isti´âre-i mekniyye-i asliyye" vardır. Bun­lardan her biri, bir insana benzetilmiş. Sonra müsebbehün bih hazfedilmiş. Birincide onun özelliklerinden biri olan = faaliyet; ikincisinde ise = nefesler" ile müsebbehün bihe işaret edilmiştir. Karine; birinci misâlde; dalların faaliyette olduklarını isbatlamaktır. İkinci misâlde ise, meltem rüzgarının nefesleri olduğunu isbatlamaktır.[350]

İranlı kâtip, Ebu´l-Hasan Mihyâr b. Merzeveyh ed-Deylemî (01.428/ 1037) şöyle delmiş: «Çocukluk gecesinde eğlenceye gidenlere ne oluyor? Şafak gibi bembe­yaz olan kafamla, artık (benden) eğlencenin zamanı geçmiştir.»[351] ( Bu be­yitteki, = kelimesinde isti´âre-i tasrîhiyye-i tebe´iyye vardır. Burada eğlence zamanının geçmesi, yolu kaybetmeye benzetilmiş. Çünkü her ikisi, hedefe varmama özelliğinde birleşiyorlar.Ve masdarından, zamanı geçti mânâsına gelen fiili türetildi. Ayrıca =şafak kelimesinde dt"isti´âre-i tasrîhiyye asliyye" vardır. Burada baş, şafağa benzetilmiş. Çünkü her ikisi, beyazlık özelliğinde birleşirler. Karine; başımla" ibare sidir.[352]

b) Bazı âyetlerdeki isti´âre-i asliyye ve isti´âre-i tebe´iyyelerle ilgili misaller:

«Ve onu güzel bir bitki gibi yetiştirdi.[353]´´ Yüce Allah, kız çocuğunun büyüyüp gelişmesini, yavaş yavaş gelişen bitkiye benzetti. Bu söz, "isti´âre-i tebe´iyye" yoluyla, bütün hallerinde ona faydalı olacak şeylerle çocuğu yetiştirmekten mecazdır.[354]

«Erkeklerin, kazandıklarından nasipleri var.»[355] âyetinde isti´âre vardır. Erkeklerin mirasa hak kazanmaları ve ona sahip olmaları, çalışarak kazanmaya benzetilmiştir."İsti´âre-i lebe´iy-ye" yoluyla kazandıkları" fiili kazanmak" mas-darından türetilmiştir.[356]

«Eğer içinizde sizinle beraber cihada çıkmış olsalardı, bozgunculuk etmekten başka bir şeye yaramayacaklardı Ve mutlaka aranıza fitne sokmak için uğraşa­caklardı.»[357] Bu âyette, isti´âre-i tebe´iyye" vardır. Onların koğuculuk yap­mak suretiyle ara bozmalarının sür´ati, binicinin yürüyüş sür´atine benzetil­di. Sonra bu sür´ati ifade etmek için, deve için kullanılan kelimesi isti´âre edildi. Bunun aslı şöyledir: "Onlar, koğuculuk bineklerini aranızda koştururlar.[358]

«Allah, müminlerden can­larını satın aldı....»[359] Bu bir "isti´âre-i tebe´iyye" dir. Bu âyette; mü´min-lerin, canlarını ve mallarını feda etmeleri ve buna karşılık olarak onlara cennetin verilmesi alış verişe benzetilmiş.[360]

« Gündüzü gece ile kapatır.»[361] Burada Yüce Allah, gecenin karanlığı vasıtasıyla gündüzün aydınlığının giderilmesini, kalın bir örtüye benzetmiş. Zahirî eşyanın maddî Örtülerle örtülmesini ifâde eden .mî = kapatır´ lafzım, manevî işler için müsteâr olarak kullanmış­tır. Bu ayette, "isti´âre-i îebe´îyye" vardır.[362]

«Kör gibi olur mu? »[363] Burada, cahillik ve inkâr; isti´âre-i tebe´iyye yoluyla körlüğe benzetildi. Çünkü bu âyette körden maksat, câhil kafirdir.[364]

«Mü´minlere karşı kanadım alçalt.»[365] âyetinde "isti´âre-i tebe´iyye" vardır. Zira her ikisinde de şefkat ve merham­et bulunduğu için, yumuşak huyluluk, kanat alçaltmaya benzetilmiş ve müşebbehün bih´m ismi, müşebbeh için müste´âr olarak kullanılmıştır. Bu, belîğ istiarelerdendir. Çünkü kuş uçmadığı zaman kanatlarını indirir.[366] «Kulaklarına perde koyduk. »[367] cümlesinde "is-ti´âre-i tebe´iyye" vardır. Burada ağır bir uyku vermek, kulaklara perde çekmeye benzetilmiştir. Bu, bir yerde oturan insanların üzerine çadır çekmeye benzer.[368]

«Onların kalblerini bağladık»[369] ifadesinde de isti´âre vardır. Çünkü bağlamak demektir. Burada maksat, tulum ve benzeri kapların ağızları iple bağlandığı gibi, onların kalplerini sıkıca bağladık demektir.[370]

«Deliller onlara gizli kaldı.»[371] cümlesinde "isti´âre-i tasrîhiyye-i tebe´iyye" vardır. Şihâb şöyle der: "Körlük, doğru yolu bulamamak için müste´âr olarak kullanıldı. Onlar, delillere yol bula­mazlar. Sonra, vurgulu bir şekilde ifade etmek için, fail ile mefulün yeri değiştirildi ve "deliller onlara yol bulmaz" şekline sokuldu. Bunun aslı = delilleri göremediler" şeklindedir. "Gizlilik" manâsı bu kelimenin kapsamı içine alındı ve edatı ile geçişli yapıldı. Bu cümlede bir çok edebî sanat vardır: isti´âre, kalb ve tazmîn gibi[372] « Hani Rabbine selim bir kalb ile gelmişti.»[373] cümlesinde isti´âre-i tebe´iyye vardır. Yüce Allah, kulun samimî bir kalple Rabbine yönelişini, hükümdara kıymetli ve güzel bir hediye takdim edip de rıza ve kabul gören kimseye benzetti. Dolayısıyla bu cümlede isti´âre-i tebe´iyye vardır.[374]

«Biz, ölü bir beldeyi onunla dirilttik[375] âyetindeki (Sjij) kelimesinde isti´âre-i tebe´iyye vardır. Yüce Allah, yağ­mur yağmadan önceki yeryüzünün durumunu, ölü insana benzetti, sonra yağmurla ona hayat verdi.[376]

«Fakat o, o sarp yokuşa göğüs veremedi.[377] âye­tinde isti´âre vardır. Zira ´akabe, aslında dağdaki sarp yol mânasına gelir. Burada, iyi ameller için müste´âr olarak kullanılmıştır. Çünkü bu ameller, nefislere zor gelir. Bu âyette, "isti´âre-i tebe´iyye" vardır.[378]


«Onların üzerine kasıp kavuran rüzgarı göndermiştik.»[381] cümlesinde "isti´âre-i tebe´iyye" vardır.

Kâfirlerin yok edilip köklerinin kesilmesi, kadınların kısırlığına ve ha­mile kalmayışlarına benzetilmiştir. Müşebbehün bih, müşebbeh yerinde kullanıldı ve ondan kelimesi türetilip isti´âre yoluyla teşbih yapıl­dı.[382]

«Allah sizi yeryüzünden bitirdi.»[383] âyetinde "isti´âre-i tebe´iyye " vardır. Yüce Allah, insanların yaratılma ve çeşitli aşamalarda geliştirilmelerini, yeryüzünün çıkarmış olduğu bitkiye benzetti ve "isti´âre-i tebe´iyye" yoluyla lafzından fiilini türetip müste´âr olarak kullandı.[384]

«Ve Allah´a güzel bir şekilde borç verdiler»[385] âyetinde "isti´âre-i tebe´iyye" vardır. Yüce Allah, fakir ve düşkün­lere ihsanda bulunmayı, âlemlerin Rabbine borç vermeye benzetti.[386]

4- İstiâre-i Müreşşeha İstiâre-İ Mücerrede Ve İstiâre-İ Mutlaka

a) Müreşşeh isti´âre: Bu isti´âre; içinde, müşeb-behün bih (müste´ârün minh) ile ilgili unsurlardan biri zikredilen isti´âredir. Bu isti´âreye´Ter^f/î" de denilir.[387]

b) Mücerred istihare: içinde müşebbehin mülâimi (münâsip unsuru) zikredilen isti´ârelere«m«ce?red isti´âre» adı verilir. Bu isti´âreye´Tmid" de denilir.[388]

c) Mutlak isti´âre içinde müşebbehün bih ve nıüşebbehle ilgili (müste´ârün leh veya müste´ârün minh) hiç bir mülâimi (il­gili unsuru), zikredilmeyen isti´âreye "mutlak isti´âre" denilir. Veya "mut­lak isti´âre", içinde "terşîh" ve "tecrîd"in her ikisi bulunan isti´âredir.[389]

Terşîh ve tecrîd´in her ikisi, ancak lafzı ve hâli karinenin zikredilmesi suretiyle isti´âre tamamlandıktan sonra değerlendirilir.[390]

Bundan dolayı "isti´âre-i tasrîhiyye" nin karinesine tecrîd denilmediği gibi; "isti´âre-i mekniyye" nin karinesine de terşîh denilmez. Konu Üe ilgili bazı misâller:

«işte onlar, iş hidayete karşılık dalâleti satın alanlardır. Ancak onların bu ticareti kazan­mamış ve kendileri de doğru yola girmemişlerdir.»[391] Bu âyette, = satın alma" kelimesi, = değiştirme" kelimesi yerinde kul­lanılmıştır. Müşebbehün bih ile ilgili iki unsur olan -=Kazandı" ve = ticaret" kelimelerinin zikredilmesi terşîh içindir, keli­mesinin asıl manâsını kasdetmemize engel olan karine; kelime­sidir.[392]

el-Buhtürî bir şiirinde şöyle demiş:

«Onlar, (sarayın) balkonundan görülen bir aya, uzaktan selam veriyor­lar.»[393] Bu beyitteki isti´ârede müşebbeh ile ilgili mülâimlerden (ona uygun vasıflardan) biri bulunuyor. O da «balkondan görülen" ibâresidir. Karine ise; selam veriyorlar" ibâresidir. Bu

isti´âredeki tecrîd de; ibâresidir.[394]

«Biz, kopup sular azdığı (kabardığı) zaman, sizi gemide taşıdık.»[395] Bu âyetteki isti´âre, "mutlak istiare" dir. Müşebbeh ve müşebbehün bih ile ilgili bir şey zikredilnıemiştir. Karine: kelimesidir.[396] Yine el-Buhtürî şöyle demiş:

«Ben ölümleri görürüm, eğer onlar (Ölümler) sende saç ağarmasını görür­lerse, seni çok sayıdaki oklarına hedef yaparlar(edinirler).[397]»Bu beyitte; "isti´afe-i mekniyye" vardır. Çünkü = gÖrdü"deki zamir yâni insana benzetilen = ölümlere racidir. Karine: =örümlere" görmeyi ısbatlamakür. Bu isti´âre, müşebbehün bih´e uygun olan =seni oklarına hedef yapar, ibaresini kapsıyor. Görme, (müşebbe­hün bih olan) insana ait özelliklerdendir. Bu çeşit isti´âre"mür esse hadır»[398]

«Falanca, kalemi hokkasından içtiği, veya kağıdı, üzerinde şarkı söylediği zaman insanların en iyi yazanıdır:»[399]

Bu ibaredeki kelimesinde ´7.rn are-f´ mekniyye" vardır. Çünkü kalem bir insana benzetilmiştir. Karine: - içme ve ,-şarkı söyleme"yi kaleme ısbatlamaktadır. Bu isti´âre, müşebbeh ile ilgili bir hususu kapsar. Yani; =onun mürekkebi ve onun kağıdı". Bu çeşit isti´âre, "mücerrede" dir.[400] Kureyz b. Ahnef demiş ki:

«Onlar, Öyle bir kavimdir ki kötülük onlara köpek dişlerini gösterdiğinde (şiddetlendiğinde), onlar, ona doğru topluca ve teker teker uçarlar.[401]

Bu beyitte, yırtıcı bir hayvana benzetilen j=kötülük" kelimesinde "ist´âre-i m.eknîyye" vardır. Karine: Kötülüğe, iki köpek dişini göstermeyi ısbatlamaktadır. Bu isti´ârede, müşebbeh ve müşebbehün binle ilgili bir hu­sus yoktur. Bu çeşit isti´âre,"isti´âre-i mutlaka"dır.[402]

yeleleri bulunan, tırnaklan kesilmemiş (zayıf olmayan) çok savaşa katılan güçlü silaha sahip arslanın (cesur adamın) yanındayım.» Bu be­yitte, "isti´âre-i mutlak" yoluyla arslan" kelimesi cesur adam için kul­lanılmıştır." Cesur adam" müşebbeh, "arslan" müşebbehün bih"dir.

» ibaresi, müşebbehin mülâimi olup "tecrîd"dir; »

« ibaresi de "müşebbehün bih"in mülâimidir. Ve aynı zamanda" terşîh" dir.

a) İsti´âre nevileri ile ilgili bazı misaller.

«Falancanın ahlakı; yüksek yerlerdeki çiçeklerle aşk sohbeti ettiğinde, "es-seba" (meltem rüzgarı, doğudan esen tatlı bir rüzgar)ntn nefeslerinden daha incedir.[403] Bu beyitteki =meltem rüzgarı" kelimesinde "isti1-âre-i mekniyye" vardır. Çünkü o önce bir insana benzetilmiş, Sonra "insan" kelimesi hazfedilmiş ve onunla ilgili bir husus olan = nefesler" keli­mesi ile kendisine işaret edilmiştir. Bu kelime, aynı zamanda "isti´âre-ı mekniyye" nin karinesidir. =aşk sohbeti yaptı" kelimesi "terşîh" içindir.[404]

«Eğer o helak olursa, her kavmin direği dünyadan yok olmaya doğru gidi­yor. (Yâni bunun için üzülmemek gerekir).»[405] Bu beyitteki direk ke­limesinde "isti´âre-i tasrîhiyye-i asliyye" vardır. Kavmin efendisi, direğe benzetilmiştir. Çünkü her ikisi de yük taşıma özelliğine sahiptir. Ka­rine; kelimesidir. Tecrîd; ibaresidir.[406]

«Ben seninle görüşmeye çok susamışım.[407]- Burada şevk ve arzu", = susamaya" benzetil­miş. Çünkü ikisi de hedefe varmak için can atıyor. Buradaki isti´âre, "isti´âre-i tasrihiyye aslîyyeKarine; ibaresidir. Bu "isti´â-re-i mutlaka"´dır.[408]

«Her yönüyle hastalanan nice geceler vardır ki ne bir yıldız ne de ay onu aydınlatır.»[409] Bu beyitteki = hastalandı" kelimesinde "isti´âre-i îebeiyye" vardır. Karanlık, hastalığa benzetilmiş. Birleştirici özellikleri, se­vinç belirtilerinin gizli olmasıdır. Sonra masdarından = has­talandı" fiili türetildi. Bu, "İsti´âre-i tasrîhîyye-i tebe´îyye"âir ibaresi, tecrîd´dir.[410]

«Allah seni sulandırsın. Ve bizi senin (sayende) yaşatsın. Develer üzerinde ancak beyaz bir çiçek vardır. Örtüler de onun kapakçıklarıdır.»[411]

Bu beyitteki = Beyaz çiçek" kelimesi kadınlar için kullanılmıştır. Ortak Özellikleri, güzelliktir. Bu "İsti´âre-i tasrîhîyye ve asliyye"=örtüler" tecrîd´dir. =kapakçıklar" kelimesini zikretmek de "ter-şîh"tir. Öyle ise bu isti´âre, "isti´âre-i mutlaka"dır.[412]

es-Serî er-Reffâ1 şöyle demiş:

«ilkbaharın elleri gerçekten (öyle) sayfalar yazmıştır ki. Sanki selvinin satırları, güzellik bakımından onun satırlarıdır.[413] Bu beyitteki ilkbahar" kelimesinde, "isti´âre-i meknîyye" vardır. Bahar, bir insana ben­zetilmiş, sonra müşebbehün bih hazfedilmiş ve onun özelliklerinden birisi olan kelimesi ile insana işaret edilmiştir. Karine: = elleri" ilk­bahar için isbatlamaktır. kelimelerinde ter-şîh vardır.[414]

«Zaman, göğsü ile bazı insanların üzerine çöktüğünde diğerlerinin (hepi­mizin) üzerine de çöker,»[415] Bu beyitteki =zaman" kelimesin-dt"isti´âre-i meknîyye" vardır. Zaman, deveye benzetilmiş. Sonra müşeb­behün bih hazfedilmiş. Özelliklerinden biri olan =göğsü" kelimesi ile ona işaret edilmiş. Karine; zaman için =gÖğsü" isbatiamaktır= çöktü"fiili "terşîh" için zikredilmiştir.[416]

«Mısırın muhafızları, bekçileri (vatansever ve dürüst idarecileri), tilkilerini (kurnazlıkla insanların haklarım ve mallarım gasbedenler) durumundan! gafil olmuşlar. Böylece o tilkiler, mallarla oynamışken hazımsızlık çektiler Ama üzüm salkımları tükenmez.»[417] Bu beyitteki bekçiler ve tilkiler" kelimelerinde "istiare-i asliyye tasrihiyye" vardır. Bu beyitte, Mısır´ın efendileri, bekçilere benzetilmiş. Çünkü onlar, yönettikleri şeylerin idareciliğini yapma ortak özelliğine sahiptirler. Kötü insanlar da tilkilere benzetilmiş. Çünkü onlar "kurnazlık" ortak özelliğinde birleşi­yorlarkelimelerinde "terşîh" vardır, all kelimesinde de "istiare-i tasrihiyye tebeiyye" vardır. Burada gaflet, uykuya benzetilmiş. Çünkü ikisinde de hakkı aramak için herhangi bir hareket yoktur.[418] Başka biri bir savaşı niteleyerek şöyle demiş:

«Çevresinde kılıç ve mızraklardan oluşan askerleri olduğu halde, ölüm topluluklar içinde böbürlenerek ilerliyor.»[419] Bu beyitteki = ölüm" kelimesinde "isti´âre-i mekniyye" vardır. Burada ölüm, bir komutana benze­tilmiş. Çünkü her ikisi başkasını yenme ortak özelliğinde birleşirler. Sonra müşebbehün bih hazfedilmiş ve onun özelliklerinden biri olan "böbürlenerek yürüme" ile kendisine işaret edilmiş. Karine; ölüme ısbatlamaktır. kelimeleri "terşîh" için zikredil­miştir.[420]

«Güneşin iplerini, kuzey ve güneyden bizi kuşatan avcının tuzakları gibi gördüm.»[421] Bu beyitteki ipler" kelimesinde "isti´âre-i tasrihiyye asliyye" vardır. Burada güneşin ışıklan, avcının iplerine benzetilmiş. Çün­kü her ikisi, uzama ortak özelliğinde birleşir. Sonra isti´âre yoluyla el-müşebbehün bih, müşebbeh için kullanılmıştır. Karine: = güneş kelimesidir.ibaresi "Tersin" için zikredilmiştir.[422]

Biz ona uğrarız´halbuki ölüm susuz ve açtır. Geliş ve gidişte bizi gözetler,[423] Bu beyitteki =ölüm" kelimesinde"zs/fâre-z mekniyye" vardır. Burada ölüm bir insana benzetilmiş. Karine: = susuzluk ve ölüme isnad etmektir. Beytin son satırı, "terşîh"tir.[424]

«Zamanın çocukları (geçmiş ümmetler), ona gençliğinde geldiler. Böylece 7atnan onları sevindirdi. Biz ise zaman yaşlandığında geldik»[425] Bu beyit­teki =zaman" kelimesinde "isti´âre-i mekniyye" vardır. Burada za­man bir insana benzetilmiş. Ortak özellikleri değişmedir. Sonra müşeb­behün bih hazfedilmiş ve onunla ilgili özelliklerinden biri olan = oğullan" ile ona işaret edilmiş. Karine: Zaman için oğullan isbatlamakdır. kelimeleri "terşîh" için zikredilmiştir.[426]

«Üzüntülerime "bu Ebu Düleftir. O bana yeter ve kafidir" dediğimde onlar yok oldular.»[427] Bu beyitteki p-j-clA =üzüntüler" kelimesinde "isti´âre-i mek-niyye" vardır. Burada üzüntüler" bir düşmana benzetilmiş. Çünkü her ikisi zararından korkulma ortak özelliğine sahiptir. Sonra müşebbehün bih hafzedilmiş. Onun bir özelliği olan fiili ile ona işaret edilmiştir. Ka-nne: =üzüntüler"in uykusunun olduğunu isbatla-maktır.

kj I ibaresi " terşîh" dir.[428]

«Sakın! Gençlik zamanım Öldürme! Şüphesiz ki her öldürmenin bir kısası (öc alması) vardır.»[429] Bu beyitteki =öldürmek" kelimesinde " -; tasrihiyye tehe´iyye" vardır. Burada, gençlik zamanım eğlence ve oyun­la geçirme, öldürmeye benzetilmiş. Çünkü İkisininde de kötü etkinin mey­dana gelme ortak özelliği vardır. Sonra masdanndan vaktini boşa har­car, manasına gelen fiili türetildi. Karine: = gençlik zamanm´dır. Son cümle de "terşîh"dir.[430] Biri kitapları niteleyerek şöyle demiş:

«Konuşmalarından usanmadığımız sohbet arkadaşlarımız vardır. Onlar, akıllıdırlar, ister gıyabımızda, ister yanımızda olsun güvenilirdirler.»[431] Bu beyitteki =sohbet arkadaşları" kelimesinde "isti´âre-i tasrîhiyye asliyye" vardır. Bu beyitte; ^kitaplar", arkadaşlara benzetilmiş. Çünkü her ikisi de faydalanma ortak Özelliğine sahiptir. Sonra isti´âre yo­luyla müşebbehün bih, müşebbeh için kullanıldı.

ibarelerinde "terşîh" vardır.[432]

Ebû Temmâm, Habib b. Evs (Öl. 231/846) şöyle demiş:

«Önemli işler, için seni kınından çektiğim zaman, ben onlardan korun­dum. Kılıç, ancak kınından çıkarıldığında seni korur.»[433]

Bu beyitteki ,; = seni kınından çektiğimde" ibaresindeki mu­hatap kafmda "isti´âre-i meknîyye" vardır. Bu beyitte övülen şahıs, kılıca benzetilmiş. Çünkü her ikisi faydalı olma ve başkalarını korkutma ortak Özelliğine sahiptir. Sonra müşebbehün bih hazfedilmiş ve Özelliklerinden biri olan = kınından çekti" ile ona işaret edilmiş, -i .A-Ayi kelimesi­ni, zikretmek karine´dir. îkinci mısra "terşîh"dir.[434] «Falanca öyle bir kusur ile kirlendi ki asla o kusurdan temizlenmeyecektir.»[435] Bu ibaredeki l" = kirlendi" fii­linde "isîiâre-i tasrîhiyye tebe´iyye" vardır. Burada kötü işten dolayı kişiye dokunan (ulaşan) kusur, kirlenmeye benzetilmiş. Çünkü ikisi, nefret etme ve tiksinme ortak özelliğine sahiptir. Sonra masdarından, kötüleme ona ulaştı (kötülendi) manasına gelen fiili türetildi. Karine:iba-residir. ibaresini zikretmede de "terşîh" vardır.[436]

b) İsti´âre ile ilgili bazı diğer misaller:

«Nefsini şehvetlerden uzaklaştırarak onu gemleyen kimseyi, Allah esirgesin.»[437] Bu ibarede, nefs cins bir ata benzetilmiş. Çünkü her ikisi, gemlenme ortak özelliğine sahip­tir Sonra müşebbehün bih hazfedildi. Onun özelliklerinden bir şeyle ona işaret edildi. O da =gemledi"dir. Karine: Gemlemeyi nefis için isbat-lamaktir. Şehvetlerden uzaklaştırmayı zikretmek "tecrîd"dir.[438]

«iyilikyapmakla, şerefini lekelen­mekten satın al!»[439] Bu ibarede, =satın al" kelimesinde "istiâre-i tasrîhiyye tebe´iyye" vardır. Burada ırzı korumak, satın almaya benzetil­miş. Çünkü her İkisi, istenen şeyi elde etme ortak özelliğine sahiptir, masdarından, "koru" manâsına gelen emir fiili türetildi. Karine: kelimesidir. kelimesini zikretmede "tecrîd" vardır.[440]

«Onun görüşü, islerin problemlerini aydın-/am. (Çözdü, halletti)»[441] Bu ibaredeki « onun görüşü" kelimesinde "istiâre-i meknîyye" vardır. Burada; görüş bir lambaya benzetilmiş. Çünkü her ikisi gizliyi ortaya çıkarma ortak Özelliğine sahiptir. Sonra müşebbehün bih hazfedildi, ve onunla ilgili bir özelliği yani e Lal = aydınlattı" kelimesi ile ona işaret edildi. Karine: Görüşe, aydınlığı işbatiamaktır, ibaresini zikretmek "tecrîd"dir.[442]

5- İsttâre-i Temsiliyye

İsti´âre-i temsîliyye; aralarındaki benzerlikten dolayı, esas manâsı dışında bir manâya kullanılan terkîbdir. Esas manâyı kasdetmeye engel olan bir karîne (ipucu) de bulunur. Bu isti´âreye "mürekkeb isti´âre" de de­nir.[443]»

Gizli gizli iş yapan adam hakkında " saman altında su yürütüyor", ka­rarsız şahıs için; "bir ileri gelip bir geri çekiliyor" ve haddinden fazla har­cama yapan adama "ayağım yorganına göre uzat" tâbirlerinin kullanılması gibi.»[444]

Konu ile ilgili bazı misaller: Seferden sonra vatanına dönen bir mücahide:

«Kılıç kınına döndü, arşları ormandaki inine indi.»[445] demek, gibi.

el-Mütenebbî, edebî zevkten mahrum olan ve şiirini beğenmeyenlere şöyle demiş:

«Kimin ağzı rahatsız ve ağzının tadı acı ise, bu sebeple o tatlı suyu da acı bulur.»[446]

Problemi hal eden bir sözü söyleyene şöyle denir:

«Cehize (ismindeki bir cariye) bütün hat´tiplerin sözünü kesti.[447]

a) Konu ile ilgili bazı diğer misaller:

Bir arap atasözünde, para ve malzemeyi biriktirmeden önce ev yapmak isteyen birisine şöyle denir:

« Atıcılıktan önce okluğa oklar doldurulur.»[448]

Herhangi bir sonuca varması mümkün olmayan bir konuda ısrar eden kimseye şöyle denir:

Sen su üzerinde yazıyorsun.»[449]´ Birisine kötülük eden ve iyi karşılık bekleyen kimseye şöyle denir: «S´en dikenli daldan üzüm koparamazsın.»[450]

Elde edilmesi imkansız olan bir şeyde ısrar eden kimseye şöyle denir: .üfürüyorsun.»[451]

Laf anlayamayan veya amel etmeyen şahısa nasihat eden kimseye şöyle denir: «Domuzların önüne incileri serpme.>[452]

Kesinlikle helak olacak veya yok olacak bir işe girişen veya böyle bir yere giren kimseye denir.

« Arslanın ininde avlanmak ister. »[453]

«Yayı, iyi beceren (hakkından gelen) aldı.[454]

(Makamı, ehil olan işgal etti)

«Vücudunda şişkinlik olan birisini şişman saydım.»[455] (Bu söz, zengin bi/cimri ile aldanan ve onun iyiliğini (bağışım) tama´ eden (kimseye) denir.)

(?n soğuk demiri dövüyorsun.»[456] (Bu söz, elde edilmesi imkansız olan bir şeyi istemede ısrar eden kimseye denir.) temeli (sağlam) olmayan köşkler ya­par (inşa eder),» ([457] (Bu´söz, temel kurallanm tahsil etmeden büyük ilimle­ri okuyan kimseye (tefsir- hadis- fıkıh) denir, .«Her keskin kılıcın bir körelmesi vardır.) »[458] Akıllı, doğru görüşlü adam bazen yanılır.

Tath su kaynağı çok kalabalıktır.»[459] (Yâni; cömert veya âlimin ziyaretçileri ve müşterileri, gelip gidenleri çok olur.)

«Sen, ektiğini biçersin.»[460] (Bu söz, yıl boyunca tembellik eden ve böylece başarısız olan kimseye denir.) . «Kovanı, kovalar içine at!»[461] (Güven içinde çalışan­larla beraber çalışmaya yönel! Böylece belki atılgan kimse, zor ve güç olduğunu zannettiği şeyi elde eder.)

«Onlar, elleriyle evlerim yıkıyorlar.»[462] (Bu s Öz, doktorun emrini dlnlemiyen ve böylece bu davranışı, onun helakına sebeb olan hastaya denir.)

«Şüphesiz ki demir, demir ile kesilir.[463] (Sefih kimseye´Alları, onclan daha kötü ve daha sefih olan birisini musallat eder.) «Göğüs darlığı hastalığına tutulan kimsenin mutlaka öfürerek nefes alması gerekir. »[464] (Yâni, öfkeli kimse, uzun süre sabırdan ve öfkesini yendikten sonra içini döker.)

«Her cins at, bazen tökezler[465].(Derslerine çalışan akıllı öğrenci bazen sınıfta kalır)

«Kim denize yönelirse, küçük nehirleri az ´görür (az sayar).»[466] (´Âlime yönelinir. İlim ve bilgi açısından aşağı se­viyede olan terkedilir.)

«Kötü hurma ve kötü tartı mı?»[467] (´Âlim küçümsenir

ve kendisine az ücret verilirse bu atasözü söylenir.)

b) İsti´âre-i temsîliyye ile ilgili bazı âyetler:

"Onlar, (kendi akıllarınca) güya Allah´ı ve mü´minleri aldatırlar.»[468] cüm-leşinde "isti´â-re-i temsiliyye" vardır. Yüce Allah, bu âyette, münafıkların, Allah karşısında küfrü gizleyerek inanmış görünmelerini, padişahını aldat­maya kalkışan halkın durumuna benzetmektedir. Burada müşebbehün bih ismi, istiare yoluyla müşebbeh yerine kullanılmıştır «...Biz, ancak peygambere uyanı, ökçeleri üzerine dönenlerden ayırdetmemiz için böyle yaptık."[469] ayetinde "isti´âre-i temsiliyye" vardır. Zira, dininden dönen kim­seler, ökçeleri üzerine geri dönen kimselere benzetilmiştir.[470]

´Onlar sizin için birer elbise, siz de onlar için birer elbisesiniz. »[471] Burada güzel bir istiare vardır. Çünkü eşler­den herbiri diğerine sarılıp kucakladığı için, giyineni örten elbiseye benze­tilmiştir. Telhisü´l beyân yazarı şöyle der: "Bundan maksat, eşlerin birbirle­rine yaklaşmaları; elbiselerin, bedenleri örttüğü gibi, onların da birbirlerini Örtmeleridir. Libâs kelimesi istiaredir.[472]

«Sabahın beyaz ipliği (aydınlığı), siyap ipliğinden (karanlığından) ayırt ediyinceye kadar yeyin, için...»[473] Şerif Radi der ki bu güzel bir istiâre-i temsîlîdir. Maksat, sabahın beyazlığı ve gecenin karanlığıdır. Burada iplik­ler mecaz olarak kullanılmıştır. Sabahın beyazlığı, tan yeri ilk ağardığmda hafif bir aydınlık şeklinde olur. Gecenin karanlığı ise yok olup gitme duru­munda oldukları ve her ikisi de zayıf oldukları için ipliklere benzetilmişlerdir.

Ancak beyazlık gittikçe artar, karanlık ise gittikçe azalır. Zemahşerî bunun "teş-bih-i belîğ" olduğu görüşündedir.[474]

"Rabbimiz! Üzerimize sabır yağdır!"[475] cümle-sinde "isti´âre-i temsilliyye" vardır. Zira Yüce Allah´ın onların üzerine sabır döktüğü andaki durumları, bir vücud üzerine su dökülüp de, suyun bütün vücudu içiyle dışıyla sararak kalbe serinlik, esenlik, sükûnet ve itminan vermesi durumuna benzetilmiştir.[476]

«O, sağlam bir kulpa yapışmıştır.»[477] Bu §Lyette,"isti´âre-i temsiliyye" vardır. Zira İslam dinine sarılan kimse, sağlam bir ipe tutunmuş birisine benzetilmiştir.[478]

«Sizden biriniz arzu edermi ki, hurmalık ve üzümlüklerden bir bahçesi olsun.[479] Bu âyet­te, "istiâre-i temsiliyye" vardır. Zira bu âyette, müşebbeh ile teşbih edatı zik-redilmemiştir. "İsti´âre-i temsilliyye" Bir durumun başka bir duruma benze-tilmesidir.[480]

«O zalimler, ölümün bo­ğucu dalgaları içinde oldukları zaman, onların halini bir görsen!"[481] ´Şerif Radî, şöyle demiş: Bu âyette, güzel bir istiare vardır. Çünkü Yüce Allah, onlara peşpeşe gelen ölüm sıkıntısı ve kederlerini, insanlara ardarda gelip de onları sürükleyen dalgalara benzetmiştir. Bu hal, insanın kalbim sarıp kuşattığı için, buna denilmiştir.[482]

«Biliniz ki Allah, kişi ile kalbi arasına girer.»[483] Bu ayette,"istiâre-i temsiliyye" vardır. Allah´ın kulların kalplerine hakim olması ve onları dilediği şekilde çevirmesi, iki şey arasına giren kimseye benzetilmiştir. Bu güzel bir istiaredir.[484]

Sonra da nasıl davranacağınızı görmemiz için, onların ardından sizi eryüzüne halifeler kıldık.»[485] Bu âyette, "istiâre-i temsiliyye" vardır. Çün­kü kulların Allah karşısındaki durumu, halkın padişah karşısındaki duru­muna benzetilmiştir. Padişah, halkın nasıl iş yapacaklarım görmek için, on­lara mühlet verir. Allah´ın mühlet vermesi de böyledir. Müşebbehün bihe delâlet eden ibare, temsil yoluyla müşebbeh için istiare edilmiştir.[486]

«(Nuh) dedi ki: Ey kavmim! Eğer ben Rabbim tarafından (bildirilen) açık bir delil üzerinde isem ve O bana kendi katından bir rah­met vermiş de bu size gizli tutulmuşsa, buna ne dersiniz?´»[487] Burada anla­madığı için hüccetle hidâyete eremeyen kimse, istiâre-i temsiliyye yoluyla bilemediği bir çöle giren ve çölde kör bir rehbere tabi olan kimseye benze­tildi.[488]

«Yeryüzünde yürüyen hiçbir canlı yoktur ki, Allah onu perçeminden yakalamasın.»[489] Bu "istiâre-i temsiliy-_ye"dir. Allah´ın elinde, mülkünde, gücü ve kudreti altında olan mahlukat esire ve atın perçeminden çekildiği gibi, sahibi tarafından perçeminden tu­tulup çekilen varlığa benzetilmiştir.[490]

«Onu (Allah´ın emirlerini) arkanıza atıp unuttunuz.»[491] Burada da "istiâre-i temsiliyye" vardır. Allah´ın emri arkaya atılan ve kendisine değer verilmeyen bir şeye benzetilmiştir.[492] «Allah´ın insanlara ve­receği herhangi bir rahmeti engelleyecek yoktur.[493] cümlesinde "istiâre-i temsiliyye" vardır. Yüce Allah burada, nimetlerin gönderilişini, ihsanda bu­lunmak için hazineleri açmaya benzetti. Açmak manasına gelen kelimesi = seibest bırakmak" için, "tutmak" manasına gelen keli­mesi de, "engellemek" manasına gelen kelimesi için müste´âr olarak kullanıldı,[494]

«Onların boyunlarına tasmalar geçir­dik.»[495] Scyetmdeodsti´âre-i temsüiyye" vardır. Yüce Allah, hidâyet ve iman­dan kaçınan kâfirlerin durumunu, zincir ve tasmalarla eli boynuna bağlanan ve başı yukarı kalkık olup onu eğemeyen ve sağa sola döndüremeyen kim­senin haline benzetti. Aynı zamanda, yollar yüzüne kapatılan ve maksadına eremeyen kimsenin durumuna benzetti. Bu,"isti´âre-i îemsiliyye" yoluyla olmuştur.[496]

«Allah ´a güzel bir borç ve­rirseniz, O size kat katını verir. »[497] Âyetinde "istiâre-i temsüiyye"Vardır. Yüce Allah, kendi yolunda harcama ve fukaraya sadaka vermeyi temsil yo­luyla, Allah´a ödenmesi geieken bir borcu veren kimseye benzetti. Bu latif istiare ve eşsiz güzel ibarelerdendir.[498]

«Şimdi yüzüstü kapanarak yürüyen mi, varılacak yere daha iyi erişir, yoksa doğru yolda yürüyen mi?[499] ayetinde"istiâri-i temsiliyye" vardır. Bu, mümin ve kâfir için misal getirme üslubuyla anlatılmıştır. Mü´min dosdoğru yolda dimdik yürür, kâfir ise, yüzüstü eğilmiş olarak ce-heneme doğru yürür.[500]

«Belini büken yükünü sen­den alıp atmadık mı?»[501] âyetinde."istiâre-i temsiliyye" vardır. Yüce Allah, günahları,"isröâre-/ temsiliyye" yoluyla onu taşımaktan âciz bırakan ağır bir yüke benzetti.[502]

c) İst-î temsiliyye ile ilgili bazı hadisler;

mevsimindeki oruç, kolay ve gü-/ ganimettir.»[503] Yâni kışın tutulan oruç, az zahmetle ifâ edilen bir ibâdet-

«Mü´minin sırtı, onunaskısıdır; hazînesi, karnıdır; bineği, ayağıdır ve za­hiresi, Rabbındandır.»[504]

«Mü´min, dünyada misafirdir. Elindeki (mal v.s.), emanettir. Misafir, göç eder. Emanet, sahibine geri verilir. Mezar ne güzel hısımdır. »[505]

Avın tamamı, zebranın karmndadır.» yâni o avlanan en büyük hayvandır. Kim onu yakalarsa, başka ava ihtiyacı kal­maz, demektir.[506]

«Mü´min bir delikten (yılan, akrep vs deli­ği) iki defa ısıfılmaz.»[507] (Adam bir defa hatâ eder ve böylece bu hatâ­sından faydalanır tekrar onu yapmaz, ona dönmez,)

«Önce onu bağla ve sonra Allah´a tevekkül et!»[508] (Önce çalışmak, sonra sonuç için de Allah´a güvenmek.) [509]

IV. Mecâz-ı Mürsel Ve Alakaları

Mecâz-ı mürsel: Alakası müşabehetin dışında bir şey olan ve esas mânası dışında kullanılan kelimedir. Hakîkî mânanın kasdedilmesine mâni olan lafzî veya halı bir karine bulunur. Mecâz-ı mürsele, "mecâz-ı müfrecTde denilir.

Mecâz-ı mürseli meydana getiren ´alâkaların (ilgilerin) sayısı çoktur. Kelimenin hakîkî manası ile mecazî manası arasındaki ilgilerin en önem­lileri şunlardır: Sebebiyyet; müsebbebiyyet cüziyyet 4-; geçmişi göz önünde bulundurmak geleceği göz önünde bulundurmak; mahallîyyet hallîyyet[510]

Konu ile ilgili bazı misaller:

1- Sebebiyyet ilgisi: Sebebi söyleyip müsebbebi (neticeyi) kasdetmek suretiyle yapılır.

el-Mütenebbî bir şiirinde şöyle demiş:

«Onun benim üzerimde bol ni­metleri vardır. Ben de (varlığım), bu nimetlerden sayılırım. Ve o nimetleri sayamıyorum..» Bu beyitte, = eller" kelimesinde "mecâz-ı mürsel" vardır. Çünkü bu kelime, nimetler mânasına kullanılmıştır. Hakîkî ve mecazî mâna arasındaki ilişki, sebebiyettir.[511]´ «Canlarımız, kılıçların ağzı üzerinde akar. Kılıçlardan başka bir şeyî üzerinde akmaz.» Bu beyitte, 11 kelimesi ile kanlar kasdedilmiştir.

"Alaka", sebebiyettir.[512]

(kuvvet) yoktur ki Allahın eli (kuvveti) onun üstünde olmasın. Hiç bir zâlim yoktur ki kendisinden daha zalim biri ile mübtelâ kılınma­sın » Bu beyitte, =el, kuvvet ve kudret için kullanılmış. Buradaki "alaka" sebebbiyettir.[513]

tam güçlü olduğun halde, tam halim (sabırlı) gördüm. Eğer di-leseydin sendeki hilmin (sabrın) yerini, Hint kılıcı (savaş ) alırdı.» Şâir, kelimesi ile savaşı kasdetmiştir. Bu mecazdaki "alaka", sebebiyet­tir.[514]

Şu sözde de aynı edebî sanat vardır: «-Benim nazarımda falancanın eli, büyük olmuştur.» Yâni elinin sebep olduğu ni­metler çoktur. Bende, falancanın çok iyiliği vardır.[515]

2- Müsebbebiyyet: Bir şeyin sonucunu (müsebbebini) söyleyip, sebe­bini kasdetmektir ki buna "zikr-i müsebbeb ve irâde-i sebep" de denir. «O, sizin için gökten bir rızık indirir.»[516] âyetinde "mecâz-ı mürsel" vardır. Yüce Allah "rızkı" zikretmiş, "yağmuru kasdetmiştir. Çünkü su, bütün rızıkların sebebidir. Bu, müsebbebi (netice­yi) söyleyip sebebi kasdetme türündendir.[517]

yağdırdı.» Yâni gök bitkilerin yeşer­mesine sebep olan yağmuru yağdırdı.[518]

-«Sefillerle, ahmaklık (içki sofrası) üzerinde oturmayın!» (Dostluk kurmayın)[519]

3- Cüziyyet: Bir bütünün bir parçasını zikredip tümünü kasdetmektir. Buna;"z/´fcr-/ cüz irâde-i küll" de denir.

«Nice defa biz kalabalık orduyu (düşman üzerine) gönderdik. "Ve ayrıca gözleri de (casusları) gön-derdik.» Bu beyitte,"mecâz-ı mürsel" yoluyla ="Gozler", casuslar mânasına kullanılmıştır. Hakikî ve mecazî mâna arasındaki ilişki, cüziyet-tir.[520]

«Hatip, çok etkiliyici bir söz söyledi.» Yani ´´konuşma yaptı." Bu "mecâz-ı mürsel" deki "alâka" cüz-i-yettir. (Bir şeyin bir kısmını zikredip tamamını kasdetmektir.[521] .«Düşmanın durumunu öğren­meleri için gözleri gönderdim.» Yâni casusları gönderdim.[522]

«Sana, ellerinin yaptıklarının karşılığını vereceğim.»[523]

4- Külliyyet: Bir şeyin bütününü zikredip bir parçasını kasdetmektir ki buna; "zikr-i küll irâde-i cüz" de denilir.

Yüce Allah, Hz. Nuh´un dilinden şöyle buyurmuş:

«Gerçekten de (imana gelmeleri ve böylece) günahlarını bağışlaman için, onları ne za­man davet ettiysem, parmaklarını kulaklarına tıkadılar.[524] Bu âyetteki parmaklardan maksat, parmak uçlarıdır. Hakikî ve mecazî mâna arasındaki ilişki, zikr-i küll irâde-i cüzdür.[525]

(nehrin)in suyunu içtim.» Yâni bir kısmı suyunu içtim. Bu"mecâz-ı mürsel" deki "alâka" külliyettir. (Bir şeyin tamamım zikredip bir kısmını kasdetrnektir.)[526]

İbn Haldun, Mısırda ikâmet etti.»[527] Yâni Mı­sır´ın bir bölgesinde ikâmet etti.

5- Geçmişi göz önünde bulundurmak: Bir şeyi geçmiş zamanki bir vasfıyla zikretmektir. Buna "kevniyyet" de diyenler vardır «Yetimlere mallarını veriniz.»[528] Bu âyette, "mecâz-ı mürsel" vardır. Yâni "Daha önce yetim olup da buluğ çağma eren kimselere mallarını veriniz." Buradaki alakada, daha önce bulunduğu durura, gözonünde bulundurulmuştur.[529]

« Mısırlılar, ülkelerinin ürettiği pamuğu giyerler,» Yani pamuktan yapılan elbiseyi giyerler. Bu "mecâz-ı mürsel" deki "alâka" daha önceki durumu gözonünde bulundur­maktır. (Bir şeyin önceki durumunu kasdetmektir.) Ayrıca mekân (ülke) zikredilmiş "hâil" (ülkede yaşayanlar) kasdedilmiştir.[530] «(Ham) Kahveyi içtim.»[531] Bu misalde, dane halindeki kah­ve zikredilerek, içilen kahve kasdedilmiştir.

«Köz mevsiminde keten giydim.»[532] (Burada ke´ten bezi"zikredilerek ondan yapılan elbise kasdedilmiştir.)

6- Geleceği göz önünde bulundurmak: Bir şeyi gelecekte alacağı bir vasıfla zikretmektir. Buna "evveliyyet" de denir.

Yüce Allah, Hz. Nuh´un diliyle şöyle buyurmuş:

sen onları bırakırsan, onlar kullarını sapıtırlar; yalnız´ahlaksız ve nankör (insanlar) doğururlar.» âyetinde; kelimelerinde´Wcâz-z mürsel" vardır. Yani ilerde olacak durum gözonünde bulundurulmuştur.[533]


«ivıisırıı e/kckıcı , bugün ´oranın ´ilkokullarında öğrenim görüyorlar.»[535] Burada yetişkinler zikredilerek, çocuklar kasdedilmiştir.

7- Mahalliyyet: Mekan yönüyle bir şeyi kuşatan yeri zikredip onun içindekini kasdetmektir. Buna; "zikr-i mahal irâde-i hâil" de denilir.

«O hemen meclisini çağırsın. Biz de zebanileri çağıracağız." Bu âyetteki « kelimesinde "mecâz-ı mürsel" vardır. Çünkü, toplantı yeri zikredilmiş ama sözkomısu toplantı yerinde bu­lunan aşireti ve taraftarları kasdedilmiştir. Buradaki, ilişki, lalail yeri zik­redip orada bulunanları kasdetmektir.[536]

« içinde bulunduğumuz köye sor!» Yani Û köy halkından sor. Bu"mecâz-ı mürsel" deki "alâka" mahaliiyettir. (Bir | yeri zikredip içinde bulunan şeyleri veya kimseleri kasdetm ektir. )[537]

«Yollar dolusu cins atlar, onların arkasında bulunur. Bütün gün kılıçlar, onların üzerinde (bellerinde veya ellerinde) bulunur.» Bu beyitteki ,=ibaresinde "mecâz~ı mürsel" vardır. Bu ibare ile, üzerinde güneş doğan uzay dolusu kasdedilmiştir. Buradaki, "alaka" hâlliyettir, (Bir yerde bulunan şeyi zikredip mahallî kasdetmektir. el-Mütenebbî, bu beyitte Sey-füddevle´nin ordusunun düşmanlarını her taraftan kuşattıklarını ifâde et­miştir.)[538]

Îbnü´z-Zeyyât, Ebû Cafer Muhammed b. Abdulmelik (öl.233/847) şöyle demiş:

«Annesinden ayrılan, uykusuz ve gözlen dökülür (ağlar) çocuğu gören kimse dikkat etsin.» Yani gözyaşları dökülür, demektir. Buradaki "alaka"

mahalliyettir.[539]

«dfe«i´z yolculuğuna çıkmam. Çünkü o yolculukta helak olmaktan kor­karım. Ben çamurum o da sudur. Ve çamur suda eriyor.» Şâir, bu bey­itte, kelimesi ile gemileri kasdediyor. Bu"mecâz-ı mürsel"deki "alaka" mahallîyyedir. kelimesinde de "mecâz-ı mürsel" vardır. Yani bu kelimedeki "alaka daha önceki durumunu (Hz. Adem´i) gözönünde bulundurmaktrr.[540]

«Meclis, onu kararlaştırdı.» Yâni meclisteki insanlar.[541]

Kova, yeri suladı.»[542] (Yâni kovadaki su).

bedevi diğer birine dedi var mı?» ( Yanı evli mısın?»[543]

8- Hallîyyet: Bir şeyin kendisi dışında bir varlık içinde yer alması duru­mudur. Bir mekan içinde bulunan şeyi zikredip mekânını kasdetmektir. Buna; "zikr-i hâil irâde-i maha denilir.

«iyiler mutlaka nimet içinâe olurlar.Ve kötüler de mutlaka cehennemde olacaklar.»[544] Bu âyetteki kelimesinde "mecâz-ı mürsel" vardır. Çünkü insanlar nimetin içinde bulunduğu yer olan Cennette olacaklar. Burada, "hâil" zikredilmiş, mahall (bulunduğu yer) kasdedilmiştir.[545]

Manın yanına inin, sonra mezarına deyin ki; Bulutlar, dört gün boyunca sonra tekrar dört gün boyunca seni sulasın. (Kabrin üzerine çok yağmur yağmak için dua ediyor.) Bu beyitte, "Ma´n" ile mezarını kasdediyor. Bu "mecâz-ı mürsel" deki "alaka" hallîyyedir.[546]

el-Mütenebbî, bir şiirinde Kâfur (b. Abdullah) el-İhşidî´yyi kınayarak şöyle demiştir.[547]

«Ben yalancıların yanında konakladım. Misafirleri, ağırlanmaktan, yemek­ten ve (oradan) göç etmekten menedilmiştir.» (Onlar, cimrilikten, misafir­lerini aç bırakırlar ve cömert olduklarını zannettirmek için, misafirlerin göç etmelerine engel olurlar.) den maksat, beldeleridir. Bu mecazdaki, alaka" halliyedir. (Yani yalancılar zikredilmiş ama onların bulunduğu yer kasdedilmiştir.[548]

Mecâz-i Mürsel Ve Alakası İle İlgili Âyet-i Kerimeler:

«Yüzler vardır ki o gün ışıl ışıl parlayacaktır.[549] Bu âyette, yüzler ile, insanın tümü kasdedilmiştir. Bu mecaz, "Zikrü´l-cÜz irâdetü´l killi" kabilindendir.[550] «Kur´an´dan kolay olanı okuyun.[551] âye­tinde "mecâz-ı mürsel" vardır. Yüce Allah, burada kıraatla namazı kasdet-J miş ve küll (bütün) yerine cüz´ün (parçanın) ismini zikretmiştir. Çünkü kırâet, namazın rükünlerinden biridir.[552]

« ... öldürülenler hakkında size kısas farz kılındı.»[553] Bu âyetteki kelimesinde,"mecâz-ı mürsel" vardır. "Yâni bundan sonra öldürülecek kimseler için kısas farz kılındı." Bu âyetteki "mecâz-ı mürsel" , "Bi itibari mâ yekunu" (Yani ilerde olacak şeyi itibara almak) kabi İmdendir.[554]

«Sizden kim (Ramazan) ayı(nı) görürse onda oruç tutsun.»[555] Bu âyetteki, kelimesinden maksat, Ramazan ayının ilk gecesinde görünen hilaldir. Çünkü (senenin bir bölümü olan) ay görünmez, ancak hilâl görünür. Bu, kelimedeki "mecâz-ı mür-sel" in "alaka"sı sebebiyettir.[556]

«Yüzleri ağaranlara gelince onlar, Allah´ın rahmeti içindedirler. Ve orada ebedi kalacaklardır.»[557]

Burada "Allah´ın rahmeti içindedirler" ibaresinde "mecâz-ı mürsel" vardır. Zira hâil zikrolunup mahall kasdedilmiştir. (yani rahmet zikredilip onun bulunduğu yer "cennet", kasdedilmiştir.)[558]

«Kalblerinde olmayan şeyi, ağızlarıyla (dilleriyle) söylüyorlar.»[559]

Bu âyetteibaresi ile dilleri kasdedilmiştir. Buradaki,"mecâz-ı mürsel" , küllü zikredip cüz´ü kasdetme kabilindendir.[560] «Ancak onlar, karınlarına ateş doldurur­lar»[561]´âyetindeki kelimesinde "mecâz-ı mürsel" vardır. Yâni ilerde böyle olacağı nazar-ı itibara alınarak ifade edilmiştir. Buna göre mânâsı: "Yedikleri, ahirette karınlarında ateş olacaktır" demektir.[562]

«Böylece seni, gözü gönlü mutluluk dolsun ve üzülmesin diye annene geri verdik.» [563] Bu ayetteki

den maksat, bütün vücuttur. Bu "mecâz-ı mürsel", bir şeyin bir kısmını zikredip tamamını kasdetmek kabilindendir.[564]

«Bana, sonra gelecekler içinde, iyilikle anılmak nasip eyle!»[565] Bu âyette, kelimesi ile söz kasde­dilmiştir. Bu "mecâz"âaki "alaka", âlet olma (sebebiyet) kabilindendir.[566] o zaman biz onu uslu bir oğul ile müjde­ledik.»[567]

Bu âyetteki kelimesinde "mecâz-ı mürsel" vardır. Yani, "Bi i´tibâri mâ yekunu" ( ilerde olacak durumu gözönünde bulundurmak) kabiHndendir.[568]

Ayaklarınızı sabit[569] cümlesinde"mecâz-; mür­sel" vardır. Yüce Allah cüz´ü yâni (ayaklan" zikredip küllü kas-detmiştir. Mânası,"Sizi sabit kılar" demektir.[570]

«Rabbinin yüzü bakî kahr»[571] âyetinde "mecâz-ı mürsel" vardır. Yâni, O´nun mukaddes zatı bakî kalır. Bu, "zikr-i cüz irâde-i külî" bâbındandir.[572]

*Ve mce beldeler vardır ki; zulmedip dururlarken onlara mühlet verdim. »[573] terkibinde "mecâz-ı mürsel" vardır. Maksat, o beldelerin halkıdır. "Zikr-i mahall irâde-i hâil" kâbilindendir[574]

«Satışı bırakın![575] cümlesinde"mecöz-z mürsel" vardır. Çünkü Yüce Allah, burada satışı zikretti; alış-veriş, kiralama ve diğer bütün muamelatı kasdetti. "Zikr-i cüz, irâde-i küll" cinsindendir.[576]

Parmaklarım kulaklarına tıkadılar [577] ayetinde "mecâz-ı mürsel" vardır. Parmaklardan maksat parmak uçlarıdır.

Bu, "zikr-i küll irâde-i cüz" türündendir.[578]

«Kendizi ve aile fertlerinizi ateşten koruyun»[579] âyetinde "mecöz-ı mürsel" vardır. Yüce Allah, müsebbebi (sonucu) zikredip sebebi kasdetmiştir.Yani kendinizi ve aile fertlerinizi Allah´ın azabından korumanız için itâata devam ediniz.[580]

«O gün bir takım yüzler zelildir»[581] âyetinde "mecâz-ı mürsel" vardır. Bu, "zikr-i cüz, irâde-i küll" kabilindendir. Mak­sat, yüzlerin sahipleridir.[582]

«Ebû Leheb´in iki eli helak olsun»[583] âyetinde "mecâz-ı mürsel" vardır. Yüce Allah cüz´ü zikredip küllü kasdetmiştir. "Ebû Leheb helak olsun!" demektir.[584]

«Onlara, "Allah´ın huzurunda eği-/,´«" denildiği vakit eğilmezler»[585] âyetinde "mecâz-ı mürsel" vardır. Yüce Allah, mutlak olarak "rükû"1 tabirini kullanmış, bununla "namazı" kas-detmiştir. Bu, "zikr-i cüz, irâde-i kül" kabilindendir. Yani "onlara namaz kılın, denilince kılmazlar" demektir.[586]

«O, kâfir ve münafıklar, ... parmakla-run kulaklarına tıkarlar.»[587] âyetinde "mecaz- vardır. Bu "me-c mürsel", bir bütünü söyleyip de onun bir cüzünü kasdetme kabilin­dendir. Yâni, "parmak uçlarını kulaklarına sokarlar" demektir.[588]

«Onlardan biri dedi ki: Ben rüyamda ´şarap´sıktığİnu gördüm.»[589] Yâni, ilerde şarap olacak üzümü sıktığımı gördüm. Bu "mecâz-ı mürsel", ilerde olacağı durum itibarı ile yapılmıştır.[590]

V.Mecâz-I Aklî

Mecâz-ı ´aklî: Bir fiili veya fiil mânasına gelen ismi (kendi failine is­nadına engel olan bir karine bulunmak şartıyla), bir ilgi yüzünden, müte-kellime (konuşana) göre gerçek failinden başkasına isnâd etmektir.[591]

Mecâzr isnâd: Bazen bir fiilin sebebine; veya zamanına; veya mekâ­nına; veya m-asdanna; veya malûm (etken) bir kipi, meçhul (edilgen) kipe; veya edilgen kipi (veya ism-i mefûJü) etken kipe (veya îsm-i faile) isnâd etmekle yapılır.

Konu ile ilgili bazı misâller:

Salatânü´l-´Abdî(Küsenı b. Habiyye)´nin (Öİ.80/700)[592] şu şiirinde oldu­ğu gibi:

«Gündüz ve gecelerin tekrar tekrar dönüşü, genci ihtiyarlattı, ihtiyarı da yok etti.» İhtiyarlatmayı ve yok etmeyi, gündüz ve gecelerin dönüşüne isnâd etmek, bir şeyi, gerçek failinden başka bir kimseye (veya şeye) isnâd etmektir. Çünkü ihtiyarlatan ve yok eden aslında Yüce Allah´dır.[593]

Seyfüddevle (Öİ.356/967)[594] Rum kralım yendikten sonra el-Mütenebbî (51.354 /965)[595] şöyle dedi:

«O, savaşmaktan tövbe ederek, keşişlerin manastırında ikâmet etti. Ve baston onu yürütüyor. Halbuki daha önce o, doru küheylan atın yürüyü­şünü bile beğenmiyordu.»[596]

Bu misalde fiil, faili dışındaki bir şeye isnad edilmiştir. Çünkü sopa, yürütmez. Ancak sopanın sahibi yürür. Fakat sopa yürümenin sebebi olunca, fiil ona nisbet edildi.[597]

´ b. ´As (ÖL43/664), Fustât şehrini yaptı .»[598]

Bu misalde, fiil, faili dışındaki bir şeye isnad edilmiştir. Çünkü hükümdar, şehri imâr etmez. Ancak hükümdarın işçileri şehri imâr eder­ler Fakat, hükümdar, imarın sebebi olunca, fiil ona nisbet edildi.[599] .Zâhid´in, gündüzü sâim (oruçludur), gece­si´kâim (gece namazını kılıyor.)»[600]

Bu misalde, oruç gündüzle ilgili zamire; geceleyin namaz için kalkmak da, gece ile ilgili zamire nisbet edilmiştir. Halbuki gündüz oruç tutmaz, bilâkis gündüzde bulunan (yaşayan) kimse oruç tutar. Gece de namaz kılmaz, ancak gecede bulunan şahıs namaz kılmak üzere kalkar. Bu misal­lerde, şibh-i fiil, kendisine ait olmayan bir şeye nisbet edilmiştir. Bu isnada ruhsat veren şudur: Bu misalde müsnedün ileyh fiilin zamanıdır[601] « Kahire´nin caddeleri, sıkışık oldu.»[602]

Bu misalde, sıkışıklık, caddelere nisbet edilmiştir. Halbuki caddeler sıkışmaz. Ancak caddelerde bulunan insanlar sıkışırlar. Bu misalde, fiili, kendisine ait olmayan bir şeye nisbet edilmiştir. Bu isnada ruhsat veren şudur: Bu misalde müsnedün ileyhi fiilin mekânıdır.[603] «Senin çalışman, çalıştı, ve Senin çaban (emeğin) çaba harcadı.»[604] çgu cümlenin aslı, «Sen çalıştın ve sen çaba harcadın» şeklindedir.)

Bu misalde, ve "jk fiilleri, gerçek faillerine değil, masdarlarına nis­pet edilmişler. Bu isnad, hakikî isnad değildir. Mecazî isnaddır.[605]


Bu misalde, el-Hutay´e (Öİ.45/665), hiciv ettiği kimseye; Otur! Çünkü sen, yediren ve giydiren­sin." der. Hicvettiği kimseye; ahlakları ara-mak için güç etme!" dedikten sonra, ona; Şüphesiz sen, başkasını yedirirsin ve giydirirsin." dediğini mi zannediyor­sun? Hayır, böyle demek istemiyor. Ancak, şöyle demek istemiş: "Başka-larına yük olarak onlar tarafından yedirilmiş ve giydi­rilmiş olarak otur." Burada faile nisbet edilmesi gereken vasıf, mef ule nis­bet edilmiştir.[607]

Yüce Allah bir âyette şöyle buyurmuş:

«(Ey Peygamber!) Kur´ânı okuduğun zaman, seninle âhirete imân etmeyenlerin arasına gizli bir perde çekeriz.»[608]

Bu ayette, kelimesi, mânasına gelmiştir. Ism-i mef ûl, ism-i fail yerine kullanılmıştır.[609]

Yüce Allah başka bir âyette şöyle buyurmuş:

«Şüphesiz O´nun va´di mutlaka yerini bulacak-rz/-.»[610] Bu ayette, kelimesi, mânasına gelmiştir. Ism-i mef ûl, ism-i fail yerine kullanılmıştır.[611]

Bütün bu misaller incelediğinde, fiillerin veya şibh-i fiillerin gerçek faillerine isnad edilmediklerini görürsün. Bilâkis, onların; fiilin sebebine veya zamanına veya mekanına veya masdanna isnad edildiğini görürsün. Veyahutta, ism-i failin, ism-i mef ûl manasında, veya ism-i mef ûlün, ism-i fil manasında kullanıldığını görürsün. Bu isnadın hakîkî isnad olmadığını nlaman kolaydır. Çünkü hakîkî isnad, fiilin gerçek failine isnad edilmesi­dir Öyle ise bu misallerdeki isnâd, mecazîdir. Ve buna "mecâz-ı aklî" de­nir Çünkü buradaki mecaz, isti´âre ve "mecâz-ı mürsel"de olduğu gibi, lafızda değil, bilakis isnaddadır. O da akıl ile anlaşılır.[612]

a) Mecâz-ı ´aklî ile ilgili aşağıda verilmiş misalleri okuyunuz.

Ebû Tayyib el-Mütenebbî bir şiirinde şöyle demiş:

«Ey Ebu´l-misk (Kâfur el-Ihşıdî)! Düşmanlara karşı senden yardım dile­rim. Ve (senden) kılıçları kan ile boyayan güç ve kuvvet dilerim.»[613] iye.» ibaresinde, kılıçların kan ile boyanmasını ke­limesine isnâd etmek hakikî değildir. Çünkü güç, kılıçları boyamaz. Fakat o, kuvvetli olmanın ve kılıçları kan ile boyayan bahadırları toplamanın se­bebidir. Öyle ise bu ibarede "mecâz-ı aklî" vardır. Alakası, sebebiyettir.

«Kıskananları öfkelendiren ( bana değer vereceğin) bir gününü (senden dilerim). Ve bedbahtlığım yerine senden faydalanacağım (düşmanlarıma karşı beni desteklemenisenden) isterim.[614]

" ibaresinde, kıskananaları öfkelendirmeyi, güne racı olan zamire nisbet etmek hakikî değildir. Ancak gün" içinde öfkelenme etmek hakikî değildir. Ancak gün" içinde

öfkelenme meydana gelen zamandır. Öyle ise bu ibârede aklî" vardır. Alakası, zamana isnâddır.

Yüce Allah buyurmuş ki:« «Bugün, Allahın esirgediği kimseler hariç, Ö´nun ´hükmünden koruyan (korunmuş) hiç bir kimse yoktur.»[615]

ibaresinin mânası, yâni bu gün, Allah´ın esirgediği kimseler hariç, korunan kimse yoktur demektir. İsm-i fail, ism-i mefûla isnad edilmiştir. Bu da "mecâz-ı aklî" dir. Alakası, mef-´ûliyettir.

«Ahenkli (hoş) ses çıkaran, bir bahçeye gittik..»[616] Bu ibaredeki kelimesi, genizden çıkan ses manasına gelen kökünden türemiştir. Halbuki bahçenin kendisi böyle bir ses çıkar-maz. Ancak bahçedeki serçeler öterler ve sinekler vızıltı yaparlar. Öyle ise bu sözde "mecâz-ı akli" vardır. Alakası, mekâna isnâddır. «Hükümet, Istanbulda çok miktarda okul yaptı.»[617] Hükümet, bizzat kendisi okulları yapmadı. Ancak o, okulların yapılmasını emretti. Öyle ise bu sözde "mecâz-ı aklî" vardır. Alakası, sebebiyyettir.

«O, (övülen cömert kişi,) yardıma muhtaç bir isteklinin hayır duası ile ihsanlarını korumazsa, neredeyse onun İhsanlarının deliliği tutar.»[618]

Bu beyitte, delirir" fiili, gerçek bir faile değil, kendisinin masdan olan kelimesine isnad edilmiştir. Bu da "mecâz-ı aklî" dir. Alakası, masdariyettir.

Yüce Allah şöyle buyurmuş: , onları, emin ve mukaddes bir yere yerleştirmedik mi?»[619]

«Ev, mamur idi, odaları da aydınlık idi.»[620]

«Onun yüceliği, yüceldi. Onun hücu­mu, hücum eti[621]

£y Ümmü Gaylan! Gece yolumuza devam edip yürüdüğümüz için sen bizi kınadın. Ve sen uyudun. Halbuki yolcuya uyumak değil, yolda olmak gerek­tiğinden dolayı bizi kınamaya hakkın yoktur. »[622]

fi/z idareyi ele geçirdik ve böylece affetnıek bizim ahlakımız oldu. Siz idareyi ele geçirdiğinizde dere (su yerine) kan aktı.[623]

«Zaman, onların arasına vurdu ve topluluklarım dağıttı.»[624]

Yüce Allah şöyle buyurmuştur:

«Firavun, (veziri Hâmâna) dedi ki; «Ey Hâmân! Benim için yüksek bir kule yap. Belki onunla yollara, göklerin yollarına ulaşırım da...»[625]

«Suyu fışkıran tatlı bir çeşmenin yanında oturduk.[626] Tarafa b. Abîd b. Süfyân b. Sad el-Bekrî (öl.M.564), şöyle demiş:

«Günler, bilmediğin şeyi sana açıklar. Ve kendisine azık vermediğin kimse sana haberleri getirir.»[627]

«Ve sabah kuşlarını uyandırırken ağaç nasıl öterse onlar da öyle ötüyor.»[628]

fî;z öy/e öiV topluluktanız ki savaşlara girişmek ve yardım istiyenlerin yardımına koşmak onların ilk atalarım yoketmiştir. Hani bizi koruyanlar nerededir?»[629]

b) Mecâz-ı aklî ile ilgili bazı âyetler:

«Söylediklerini yazacağız.» Bu âyette,"mecâz-ı ´Aklî" vardır. "Meleklerimiz yazacak", demektir. Allah, kendisi yazmadığı, fakat yazılmasını emrettiği için fiil, mecazen ona isnâd olunmuştur.[630] «ölüm, onları alıp götürünceye kadar veya Allah onlara bir çıkış yolu açıncaya kadar.» cümlesinde "mecâz-ı aklî" vardır. "Allah, veya melekleri onları öldürdüğünde" demektir.[631]

«Gündüzü görücü (aydınlık) kıldı.» âyetinde "mecâz-ı aklîr> vardır. Bu, bir şeyi, zamanına isnâd etme türündendir. Çünkü gün-düz görmez; o vakitte görülür. Yâni o, görme vaktidir.[632] «Kuşatan günün azabı.» Burada "mecâz-ı aklî" vardır. Çünkü "kuşatma" fiili güne isnâd edilmiştir. Halbuki gün, cisim değildir. Bu isnâd, azabın o günde olması itibariyle yapılmıştır. Bu, fiilin zamana isnadıdır.[633]

«Kıtlık yılları, daha Önce onlar için hazırla­dığınız şeyleri yerler.» Burada "mecâz-ı aklî" vardır. Çünkü "seneler" ye­mez, ancak insanlar, daha Önce stok ettikleri şeyleri yerler. Bu, yüklemin zamana isnadı nevindendir. Nitekim edebiyatçılar şöyle derler: "Zahidin gündüzü oruçlu, gecesi namazlıdır.»[634]

«Vadiler, kendi Ölçülerince aktılar.» Bu, bir "mecâz-´ı aklf´âir. Bir şeyin bulunduğu yere isnad etmek türündendir. Aslı

Vadilerin suları aktı.» şeklindedir.[635]

«Gündüzün âyetini görücü kıldık.» Burada, aklî" vardır. Çünkü "gündüz" görmez. Aksine onda görülür. Bu, blr şeyin zamana isnadı kabilindendir.[636] «Deveyi, açık bir mucize olarak Semûd´a erdik´» cümIesindevardır. Deve hakkı ve doğru yolu Pörmeye sebep olduğu için, gören mânasına gelen "ibsâr" fiili ona nisbet olundu. Burada, alâkası sebebiyet olan "mecâz-ı aklî" vardır[637]

«emniyetli bir harem» terkibinde "mecâz-ı aklî" vardır." İçinâe oturanlar emniyetlidir." demektir.[638]

«Bilâkis gece ve gündüzün tuzağı» terkibinde tuzak kurma işi, geceye isnâd edilmiştir. Maksat, müşriklerin geceleyin tu­zak kurmalarıdır. Dolayısıyla bunda"mecâz-ı aklî" vardır.[639] «çok asık çehreli ve zor b"ir günde Rabbimizden korkarız.» terkibinde "mecâz-ı ´aklî" vardır. "Asık çehreli olma"mn güne isnâd edilmesi, bir şeyin zamanına isnâd edil­mesi cinsindendir. "Çehrenin asık olacağı gün" manasınadır.[640] ve zeytine yemin ederim.» âyetinde "mecâz-ı aklî" vardır. Burada mahalde bulunan zikredilmiş, mahal kasdedilmiştir. Tercih edilen görüşe göre Yüce Allah, incir ve zeytinle, bunların yetiştiği yer olan Şam´ı ve Beyt-i Makdis´i kasdetmiştir.[641]

«O yalancı, günahkar perçem» âyetinde "mecâz-ı aklî" va/dır. "Sah´ibi yalancı ve günahkar olan perçem" demektir. Do­layısıyla yalan, perçeme mecaz olarak isnâd edilmiştir.[642] «O, hoşnut olan bir yaşayış içindedir.» âye-ünd6"mecâz~ı ´akff vardır. Yani, onu yaşayanın hoşnut olacağı bir yaşayış içindedir. Burada isnâd-ı mecazî vardır.[643]

VI.Kınaye

Kinaye birinci baptan olan fiilinin veya ikinci bap­tan fiilînin masdarıdır. Lügatte; bir şeyi açıkça söylemek ve gizlemek mânasına gelir.[644] Istılahta ise; bir sözü, gerçek mânâsına da gele­bilecek şekilde, onun dışında başka bir mânâda kullanma san´atma "kinaye" denilir.[645]

Kinaye, mekniyyün ´anh´a (kinayede kasdolunan mânâ) göre üç kısma ayrılır: [Mekniyyün bih, Kinayenin lafzıdır.]

Birincisi: Mekniyyün ´anh (mânâsı) sıfat olan kinayeler.

ikincisi: Mekniyyün ´anh (mânâsı) mevsûf olan kinayeler.

Üçüncüsü: Mekniyyün ´anlı (mânâsı) nisbet olan kinayeler.[646]

Konu ile ilgili misaller:

1- Birincisi: Mekniyyün ´anh (mânâsı) sıfat olan kinayeler. el-Hansâ´~ nın (ö.24/645)[647] şu şiirinde olduğu gibi:

(Kardeşimin) kılıç bağı uzundur, çadırının direği yüksektir, kışın bir yerde ikâmet ettiğinde külü çoktur.» Yâni; el-Hansâ, kardeşinin uzun boy­lu cesur, şerefli ve cömert olduğunu kasdediyor.[648]

Araplar, şöyle derler: «Falan hanımın, küpesinin sarktığı yer, uzundur.» Yâni onun boynu uzundur.[649]

2- İkincisi: Mekniyyün ´anh (mânâsı) mevsuf olan kinayeler:

Bir şâir, Üniversitenin, Arap dilini geliştirmede oynadığı üstün rolü hakkında şöyle demiş:

«Ey okul! Adnan´ın kızı (arap dili), sende öyle bir ev (yurt) buldu ki; bu, ona bedevîlik dönemini hatırlattı.» Şair, ibaresi ile, kinaye yo­luyla Arap dilini kasdetmiştir.[650]

kin ve parlak kılıçlarıyla (düşmanı) vuran ve yokeden; ayrıca kin, hased ve kıskanmanın toplandığı yeri (düşmanın kalbini) vuran kimseleriz.» Şâir, ibaresiyle, kalbleri kasdediyor.[651]

3- Üçüncüsü: Mekniyyün ´arm (mânâsı) nisbet olan kinayeler: ´Amr b. Ma´dî Keribe´nin(öl.21/642), şu sözleri gibi: «Şeref, senin iki elbisen içindedir. Kerem, senin iki hırkam dolduruyor.» Yâni şâir, şeref ve keremi muha­tabına nisbet etmek istiyor. Fakat bunu açıkça söyleyip "sen şereflisin" de­mek yerine, şerefin, omun elbisesinin içinde olduğunu söylüyor. Aynı du­rum, kerem için de söz konusudur.[652]

a) Kinaye ile ilgili aşağıdaki misalleri okuyunuz:

el-Mütenebbî, Seyfüddevle´nin Kilâboğullarıyla savaşması hakkında şöyle

demiş:

«Yatakları ipek iken aksam onlarla karşılaştı. Yatakları topraktan iken sabah onlarla karşılaştı. Onlardan elinde mızrak bulunan kimseler (erkek­ler), elinde kına bulunan kimseler (kadınlar) gibi idi.»[653]

Şâir, bu beyitte, yataklarının ipek olması ile, kinaye yoluyla onların efendiliğini ve güçlü olduklarını anlatmıştır. Yataklarının toprak olması ile, onların ihtiyaç sahibi ve zillet içinde olduklarını kinaye yoluyla anlatmıştır. Bu iki terkipteki kinaye, "sıfat" tan kinaye yoluyla yapılmıştır.[654]

Şâir, mızrağı taşıyanla kinaye yoluyla erkeği kastetmiş. El ayası kınalı olan kimse ile de kinaye yoluyla kadını kasdetmiştir. Ve burada, o ikisinin Seyfüddevle´nin güç ve kuvveti karşısında zayıf ve güçsüz olmada eşit ol­duklarını ifâde etmiştir. Bu iki mısra´daki kinaye de "mevsuf" tan kinaye yoluyla yapılmıştır.[655]

Şâir el-Mütenebbî, Kâfur b. Abdullah el-Ihşîdî´yi (öl.357/968)[656] över­ken şöyle demiş:

«İçinde şeref bulunan elbisende, yanında her türlü ışığın sönük kaldığı ışık vardır.»[657]

Şâir el-Kâfûr (el-îhşidî´nin) şerefli olduğunu ısbatlamak istemiş. Bunu açıkça ifâde etmekten vazgeçmiş ve Kâfur ile ilişkisi olan elbisesi ile bunu ısbatlarmştır. Öyle ise buradaki kmzyc/´nisbet" yoluyla yapılmış bir kina­yedir[658].

« Falan hanım, kuşluk vaktine kadar uyur» Yani onun hizmetçileri vardır. Ve o nimet, refah ve bolluk içinde yaşıyor.[659]

«Faİanca> sopasını bıraktı.» (Yâni o yolculuğa son ver­di.[660]

«Yumuşak ellidir.» Yâni o kadın refah içinde yaşıyor. Hiz­metçiler onun işini yapıyorlar.[661]

«Falanca, dişlerini kamaştırdı (biledi).» Yâni pişman oldu.[662]

O, parmakla, gösterilir.» Yâni o büyük, meşhur ve değeri yüksek bir kişidir.[663]

«Böylece, bağı, çardakları üzerine yıhlıvermisken o, bağı uğruna yaptığı masraflardan ötürü ellerini oğuşturup kaldı.» Bu âyette; oğuşturuyor" cümlesi, pişmanlık ve üzüntüden kinayedir. Çünkü pişman olan şahıs, sağ elini sol eli üzerine kor.[664]

«O´ deve kuşunun iki kanadına bindi.» Bu ibare, sür atlı yürümekten kinayedir. Çünkü Araplara göre deve kuşu süratiyle meşhurdur.[665]

«Geceler, onun elini sopa üzerine büktü.» Bu ibare yaşlanmaktan kinayedir.[666] el-Mütenebbî, atını vasfederken şöyle demiş:

f5M ö?/ö, izlediğim vahşi hayvanı (yakalar) Öldürürüm. Avlamaktan son­ra ondan (o attan) inerim. Bindiğimde o, nasıl atılgan ise, yine aynı şekilde atılgan kalır.» Yani bu at, cins at olduğu için koşudan sonra terlemez ve yo-rulmuz. Bu, atın binişten Önceki ve sonraki durumunun aynı olduğundan kinayedir.[667]

«Falanca, sopayı omuzundan indirmiy­or.» (Yâni çok yolculuk yapıyor).[668]

« Basraya girdim. Bir de ne göreyim; köleler, hürlerin elbiselerini giymişler.»[669] .«Falancanın, yastığı geniş (kafası ka-lın), ensesi, çok kıllıdır (ahmaktır.)»[670]

Bir adam öfkelendiğinde, araplar şöyle derler:

«Falancanın, burnu şişti.[671]

Yüce Allah şöyle buyurmuş:

«S üs ve zinet içinde büyütülmüş, mücâdele-gücünden yoksun olanı mı (kadınları) Allah´a isnâd ediyorlar?"[672]

«Falanca, yaşlandı ve ona uyarıcı geldi.[673]

Kinaye Çeşitleri:

Asıl mana ile kinaye yoluyla kasdedilen mana arasındaki vesilelerin çokluğu veya kapalılığı ve açıklığı bakımından kinaye aşağıdaki kısımlara ayrılır:

1. et-Telvîh:

E&er kinayede, asıl mana ile kinaye yoluyla kasdedilen mâna arasındaki vasıtalar çok olursa, kinaye «telvîh» adım alır.

Başka bir ifâde ile: Telvîh Uzak ve yakın mânâlar arasında çok sayıda vasıtaların bulunmasıdır.[674]

Misâl: «Onun külü çoktur.» Yâni o, cömerttir. Çünkü külün çokluğu, çok odun yakmayı gerektirir. Çok odun yakmak da çok miktarda yemek ve ekmek pişirmeyi gerektirir. Yemek ve ekmeğin çok­luğu, yiyen kimselerin çok fazla olduklarını gerektirir. Bu da misafirlerin fazla olduğunu, misafirlerin çok olması da cömertliği gerektirir[675] köpeği korkak ve devesinin yav­rusu zayıf birisidir:»[676]

Köpeğin korkaklığından, evine gelen insanların sayısının çok olduğu; bundan da ev sahibinin misafirperver olduğu anlaşılır.

Deve yavrusunun zayıf olmasından, annesnin olmadığı, ondan da deve­nin misafirler için kesildiği ve etinin onlara dağıtıldığı anlaşılır.[677]

2. er-Remz

Eğer kelimenin uzak ve yakın mânâları arasındaki vasıtalar az ve kapalı ise kinaye «remz» adını alır.[678]

Misal: , gevşek bir şişmandır.» Yâni; o, geri kafalı ve aptaldır.[679]

«O, ensesi geniştir.» Yâni; kafası kalındır ve dolayısıyla o, ahmaktır.[680]

«O, kafası büyüktür.» Yâni o, ahmaktır.[681] «0, ensesi geniştir.» Yâni o, ahmakdr.[682]

3. el-İmâ veya el-İşâret

Eğer uzak ve yakın mânâlar arasındaki vasıtalar az olursa ve açık bir şekilde bulunursa veya hiç bulunmazsa kinaye; «îmâ» veya «işaret» adım alır.[683]

Misâl:

«Şeref ve asaletin, Talha ailesi arasında mola verip bir daha onlardan ayrılmadığını görmedin mi?» Bu beyit, onların cömert olduklarına delâlet eder.[684]

4. et-Ta´rîz

Cümlenin gelişinden anlaşılan diğer bir kinaye çeşidi vardır ki; buna «Ta´riz» denir.

Tariz : Söylenen sözü, üstün bir edebî yetenekle (veya mehâ- başka bir yöne çevirmektir.[685] Meselâ; insanlara zarar veren bir şahsa şöyle demen gibi:

İnsanların en hayırlısı, insanlara en faydalı olan kimsedir.» Yâni onlara zarar verme! Onlara, faydalı ol[686] olan

Müslıman, müslımanların dı-ll´den ve elinden zarar görmediği kimsedir, »[687]

Sana eziyet veren birisine şöyle demen gibi: .eziyet verdin. İlerde anlayacaksın (göreceksin)/»´Fakat sen bu sözünle,

muhatabı değil, onun beraberinde bulunan bir başka insanı kasdediyorsun.[688]

B) Kinaye İle İlgili Bazı Âyetler:

«-.. .kalblerinde hastalık vardır.» cümlesinde latîf bir kinâye vardır. Çünkü hastalık, beden için kullanıldığında hakikattir. Burada nifaktan kinayedir. Çünkü hastalık, beden için, nifak da kalb için bir fesat unsurudur.[689]

«Oruç gecesinde kadın­larınıza yaklaşmanız size helal kılındı.» Bu âyetteki kelimesi, cinsî temastan kinayedir. "Ulaşmak" manası taşıdığı için ^J harf-i cerri ile ge­çişli kılınmıştır.[690]

«...ve kendisinden öncekileri (kitapları) tasdik edici olarak,..indirdi.» Bu ifâde, Kur´ân-ı Kerîm´den Önce gelen diğer semavî kitaplardan kinayedir. Önce gelen kitaplar, çok açık ve meşhur ol­dukları için bunlar, Kur´ân´ın önünde mânasına gelen ibaresi ile ifâde edil­mişlerdir.[691]

«Ey insanlar/ tek nefisten yaratan Rabbinizden korkunuz. »[692] «Yahudiler: "Allah´ın eli bağlıdır" dedi-ler.» Elin bağlı olması cimrilikten; açık olması da cömertlikten ibarettir.[693] Böylece zulmeden toplumun kökü ke­sildi.» Bu, onların kökleri kesilmek suretiyle helak edilmelerinden kinâyedir.[694]

«Onlara dokunmadan Önce.» ifâdesinde kinaye vardır. Yüce Allah, cinsî ilişkiden kinaye olarak = onlara do­kunmadan" ibaresini kullanmıştır. Bu, meşhur kinayelerden ve övülmüş Kur´âni edeplerdendir.

Çünkü Kur´ân, âdî lafızlardın uzaktır.[695] Hak geldi; artık bâtıl, ortaya çıkarabilir, ne de geri getirebilir: cümlesi, bâtılın yok olup izinin silinişinden latif bir kmayedır.[696]

«Yanlarında yalnız onlara bakan huriler vardır cümlesinde kinaye vardır. Yüce Allah, bunu iri ve güzel gözlü hurilerden kinaye olarak söylemiştir. Çünkü onlar iffetlidirler, kocalarından başkasına bakmazlar.[697]

Sonra bacaklarını ve boyunlarım bazlamaya başla´dı.» âyetinde kinaye vardır. Yüce Allah, bacakları ve boyunları kesmeyi, sıvazlamak" ile kinaye olarak anlattı. Bu, belîğbir kinayedir.[698]

«Kişinin, Al­lah´ın yanındâusur ve eksikliğimden dolayı vay halime, bana yazıklar ol­sun! dememesi için...» âyetinde kinaye vardır. Çünkü, Allah´ın yanı ma­nasına gelen Allah´ın hakkı ve O´na itaatten" kinayedir. Bu, latîf kinayelerdendir.[699]

«Kullarından dilediğine iradesiyle ilgili ruhu (vahyi) indirir.» âyetinde kinaye vardır. Burada ruh, vahyden kinayedir. Çünkü vahy, bedendeki ruh gibidir.[700] "Muhakkak arkalarını çevirip giderlerdi." cümlesi; he­zimetten kinayedir. Çünkü hezimete uğrayan kimse, kaçmak için düşmana sırtım çevirir.[701]

«Nuh´u da tahtalı ve çivili üzerinde taşıdık.» cümlesinde kinaye vardır. Bu âyetteki, tahta ve çivilerle yapılmış

olan vasıta, gemiden kinayedir.[702]

«Elbette onu sağ tarafla yakalardık.» âyetinde kinaye vardır. =Sağ taraf" lafzı ile maksat; güç ve kuvvettten kinayedir.[703]

«Kureys topluluğu!) Arkadaşınız bir deli değildir» âyetinde güzel bir kinaye vardır. Yüce "Allah, =arka~ daşmız" kelimesini, Muhammed´den (a.s.) kinaye olarak kullandı.[704] «Mutlaka bir halden diğer hale bineceksiniz.» âyetinde kinaye vardır. Yüce Allah , insanın karşılayacağı sıkıntılı ve kor­kunç hallerden kinaye olarak ^bineceksiniz" ibaresini zikretti.[705] «O sukemikleri ile göğüs ara­sından çıkar.» âyetinde güzel bir kinaye vardır. Yüce Allah, kinaye olarak erkek kelimesi yerine kadın yerine de kelimesini kul­landı. Bu, güzel kinayelerdendir.[706]

(peygamberi), namaz kılar­ken engellemeye çalışana ne dersin?» âyetinde kinaye vardır.Yüce Allah, Hz. Peygamberin şanını yüceltmek ve değerini yükseltmek için "seni engelleyen" demeyip; "kul" kelimesini zikretmiştir.[707] «Nihayet kabirleri ziyaret ettiniz.» âyetinde kinaye vardır. Yüce Allah, =Kabirleri ziyaret ettiniz" ifadesiyle "ölüm" den kinaye yapmıştır. Bundan maksat "Neticede Öldünüz" demek­tir.[708]

--------------------------------------------------------------------------------

[1] el-Kâmus, s. 1526; Lisânü´i-´arah, 13/67; Miftâhu´l-´ulÛm, s. 162; el-hâh, 2/326-327;

el-Külliyyât, s. 230; Keş§âfü ıstılâhâti´l-fünûn, 1/153; Cevâhiru´l-kelâğa, s. 244 ; el-Câmi´, s. 105; Mu´cemü´l-musîalahâti´l-belâğiyye, s. 237; DİA, 6/22-23 (Beyân mad­desi).

[2] el-hâh, 2/326; el-Mutavvet, s. 300-301; Lisânü´l-´arah, 13/67; Miftâhu´l-´ulûm, S. 162;

el-Külliyyât, s. 230; Keşşâfü ısûlâhâül-j´ünün, 1/ 155; Cevâhiru´l-belâğa, s. 244-246 ; el-Câmi´, s.I05; DİA. 6/22-23 (Beyân maddesi).

[3] Cevâhiru´l-belâğa, s. 245-246 ; el-Câmi´, s.105: DİA. 6/22-23

[4] Yrd. Doç. Dr. Nusreddin Bolelli, Belâgat, Rağbet Yayınları: 33.

[5] el-Kâmus, s. 1610; Lisânü´l-´arab, 13/503; Kifâyetü´t-tâlib, s. 164; el-´Umde, 1/488; el-Külliyyâî, s. 270; Keşşâfü ıstılâhâti´t-fünûn, 1/795; Mu´cemü´l-mustalahâti´l-´arabiyye, s. 98; Mu´ce-mü´l-mustalahâti´l-belâğiyye, s. 323-326; el-Belûğatü´l-vâzıha, s. 20; İlmü´l-Beyân, s. 61; Cevâhiru´l-belâğa, s. 247; el-Câmi´, s. 105; el-Belâğatu7-´arabiyye, 2/161; Mecâmi´ul-edeb, İlm-i Beyân, s. 256;

[6] el-Kâmus, s. 1610; el-hâh, 2/328; Lisânü´l-´arab, 13/503-504; el-´Umde, 1/488-490; Esrâru´l-belâğa, s. 90 vd.; et-Ta´rîfât, s. Sl el-Mutavvel, s.310-311; Muhtasarü´l-me´âni, s. 280; el-Bürhân, 3/ 414; Mu´tcrakü´l-akrân, 1/202-203; el-İtkân,2/TJ4 el-Külliyyât, s. 270; Ke$$âfü ısîılâhâti´l-fünûn, 1/ 795; Mu´cemü´l-belâğati´l-´arabiyye, s. 300-301; Mu´cemü´l-mustalahâti´l-´arabiyye, s. 98; Mu´cemül-mustalahâti´l-belâğiyye, s. 325; el-Belâğatü´l-vâzıha, s. 20; İlmü´l-Beyân, s. 62; Cevâhiru´l-belâğa, s. 247; el-Câmi´, s. 105; el-Belâğatü´l-´arabiyye, 2J161; Mecâmi´u´I-edeb, İlm-i Beyân, 256.

[7] el-Belâğa, s. 32.

[8] Yrd. Doç. Dr. Nusreddin Bolelli, Belâgat, Rağbet Yayınları: 34.

[9] el-lzâh, 2/335; Mİftâhu´l-´ulûm, s. 355; et-Ta´rîfât, s. 81; el-Mutavvel, s. 311; Muhta­sar W l-me´ânî, s. 281; Keşşâfü ıstılâhâti´l-fünûn, 1/ 797; Mu´cemü´l-mustalahâti´l-´arabiyye, s. 99; Mu´cemü´l-mustalahâti´l-beiâğiyye, s 326; el-Belâğatü´l-vâzıha, s. 20; Cevâhiru´l-belâğa, s. 246-247; Vlûmü´I-belâğa, s. 194-195 ; el-Belâğa ve´n-nakd, s. 1/22; el-Câmi´, s. 105-106; İlmü´l-Beyân, s. 64-65; el-Belâğatü´l-´arabiyye, 2/162-163; Mecâmi´u´l-edeb, Ilm-i Beyân, 256-257.

[10] Vech-i şebeh (benzetme yönü); ya yukarıdaki misallerde olduğu gibi hakîkî veya hâyâlî bir şey olur. Misâlr « Ey kara bahtım gibi çok siyah saçı bulunan kimse!» Çünkü "Ku misalde, şanstaki vech-i şebeh (yani siyahlık) hayâle dayanan bir şeydir. (Bk,,el-îzâh, 2/336-337; el-Mutavvel, s. 311; el-Belâğa, s. 33; Mu´cemü´l-belâğati´l-´arahiyyc, s. 713-715.)

[11] el-îzâh, 2/355-356; el-Bürhân, 3/416 ; Mu´terakü´l-akrân, 1/203-204; el-îtkân, 2/773-774; el-Vmde, 1/497; el-Mutavvel, s. 311, 328; Muhtasarâ´l-me´ânî, s. 299-300; W-Külliyyât, s. 271; Keşşâfü ıstılâhâti´l-fünûn, 1/797; el-Belâğa, s. 33; el-Belâğatü´l-vâzıha, s. 19 dipnot 1; el-Câmi´, s. 106; İtmü´l-Beyân, s. 77- 79; el-Belâğatü´l´arahiyye, 2/ 163; Mu´cemü´l-mustalahâti´l-belâğiyye, s. 326-328; Mu´cemü´l-mustalahâti´l-´arabiyye, s. 99; Vlûmü´l-belâğa, s. 212; el-Belâğave´n-nakd, 1/21.

[12] Cevâhiru´l-belâğa, s. 250; Mu´cemul-mustçtlahâti´l-´ambiyye, s. 99; Mu´cemü´l-mustalahâü´l-belâğiyye, s 326; el-Belâğatü´l-vâzıha, s. 18-19; el-Belâğatü´l-´arabiyye,2/162-163.

[13] el-Belâğatü´l-vâzıha, s. 18-19; Îlmü´l-Beyân, s. 78; el-Belâğatü´l-´arabiyye, 2/164.

[14] el-Belâğatü´l-vâzıha, s.18-19; İlmü´l-Beyân, s. 78.

[15] ei-Belâgatü´l-vâzıha, s.) 8-19; el-Belâğatü´!-´arabiyye, 2/164.

[16] el-Belâgatü´l-vâzıha, s. 19; Ilmü´l-Beyân, s. 78.

[17] Age. aynı yerler.

[18] el-Belâgatü´l-vâziha, s. 19

[19] el-Belâgatü´l-vâzıha, s. 20; el-Belâğatü´l-´arabiyye, UMA.

[20] el-´Umde, 1/508; el-Belâgatü´l-vâzıha, s. 20.

[21] el-Belâgatü´l-vâzıha, s. 21; el-Câmi´,s. 108.

[22] el´Belâgatü´l-vâzıha, s. 21.

[23] el-Belâgatü´l-vâzıha, s. 21.

[24] Age., aynı yer.

[25] Age., aynı yer.

[26] Age., aynı yer.

[27] Age., aYnı Yer.

[28] el-Câmi´, s. 108.

[29] el-Belâga, s. 33.

[30] Miftâhu´l-´ulûm, s. 340; el-îzâh, 2/340; el-Mutavvel, s. 315; Muhtasaru´l-me´ânî, s. 286; Cevâhiru´l-belâğa, s. 262.

[31] İbn Mâce, Zühd 22; £ö« Dâvud, Edeb 22; el-Mecâzâlü´n-nebeviyye, s. 221-222.

[32] el-Belâga, s. 33.

[33] Age., aynı yer.

[34] Insân suresi, 76/19.

[35] Nebe´suresi, 78/10.

[36] el-Vmde, 1/497; el-Mutavvel, s. 315; Muhtasarü´l-me´ânt, s. 307; el-Belâğatü´l-vâzıha, s. 23; el-Câmi´, s. 118.

Yrd. Doç. Dr. Nusreddin Bolelli, Belâgat, Rağbet Yayınları: 35-39.

[37] el-îzâh, 2/387-388; el-Mutavvel, s. 339-340, 344-345; Muhtasarü´l-me´ânî, s. 309-314;Keşğâfü ıstılâhâti´l´fünûn, 1/ 799-801; Mu´cemü´l-mustalahâti´l-´arabiyye, s. 100-102; Mu´cemü´l-mustalahâti´l-belâğiyye, s. 330, 340-350; el-Belâğatü´l-vâzıha, s. 25; İlmü´l-Beyân, s. 86-92; el-Belâ-ğatii´l-´arabiyye, 2/173; Cevâhiru´l-belâğa, s. 262-263; ´Ulûmü´l-belâğa, s. 209-214.

[38] el-Belâgatü´I-vâzıha, s.23.

[39] A.g.e.; aynı yer.

[40] et-Belâgatü´l-vâzıha, s.23.

[41] Age., aynı yer.

[42] Age., aynı yer.

[43] el-Belâgatü´l´Vâzıha, s. 23; Mu´cemü´l-musfalahâtil-´arahiyye, s. 102.

[44] el´Belâgatü´l-vâzıha, s.23.

[45] Muhtasarü´l-me´âenî, s. 309-31.4; el-Belâğatü´l-vâzıha, s. 23; el-Belâğatü´l-´arabiyye, 2/176.

[46] el-Belâgatü´l-vâzıha, s.25.

[47] Age., aynı yer.

[48] Age., aynı yer.

[49] A#£., aynı yer.

[50] Age., s.26.

[51] Age., aynı yer.

[52] Age., aynı yer.

[53] el-Belâgatü´l-vazıha, s. 26.

[54] Age.,s.27.

[55] Age., s.26.

[56] Age., 5.21.

[57] Age., aynı yer.

[58] Rahman suresi, 55/24; ayrıca bk., el-Bürhân, 3/416; Mu´terakü´l-akrân, 1/206; el-İtkân, 2/777; et-Tefsîrü´l-münîr, 27/202; d-Belâgatü´l-vâzıha, s. 27.

[59] el-Hâkka suresi, 69/7; ayrıca bk., el-Bürhân, 3/417; et-Tefsîrü´l-münîr, 29/82; e/-

Belâgatü´l-vâzıha, s. 27.

[60] el-Belâgatü´l-vâzıha, s. 27.

[61] İbrahim suresi, 14/24-26.

[62] Safvetü´t-tefâsir, 2/ 98; (trc.3/ 255.); et-Tefsîrü´l-münîr, 13/241.

[63] Nur suresi, 24/35; ayrıca bk., el-Bürhân, 3/416; Mu´teralcü´l-akrân, 1/205; el-İtkân, 2/ 776; et-Tefsîrü´l-münîr, 18/242; Safvetü´t-tefâsîr, 4/232, 243.

[64] Bakara suresi, 2/74; Safvetü´r-tefâsîr, l/69,(trc.1/121); et-Tefsîrü´l-münîr, 1/193.

[65] Bakara sûresi´, 2/171; Safvetü´t-tefâsîr, 1/116, (lrc.1/212); et-Tefsîrü´l-münîr, 2/71.

[66] Bakara sûresi, 2/200 ; Safvetü´t-tefâsîr, 1/131, (ire.1/241); et-Tefsîrü´l-münîr, 2/210.

[67] Bakara sûresi, 2/261; Safvetü´t-tefâsîr, 1/171, (trc. 1/315);et-Tefstrü´l-miinfr, 3/41.

[68] el-Bahru´1-muhît, 1/304.

[69] Nisa suresi, 4/77; Sajvetü´t-tefâsîr, 1/293, (lrc.1/555); et-Tefsîrü´l-münîr, 5/160.

[70] Nisa suresi, 4/129; Safvetü´t-tefâsîr, 1/309, (trc.2/31); et-Tefsîrü´l-münîr, 5/291.

[71] A´râf suresi, 7/187; Safvetü´t-tefâstr, 1/489, (trc.2/39O); et-Tefsîm´l-münîr, 9/189.

[72] Sebe´suresi, 34/13; 5û/ve?w>-re/ü^fr,2/549,(trc.5/127); et-Tefsîrü´l-münîr, 22/152.

[73] Sütfüf we$i, 37/49; Sajvetü´t-tefâsîr,3/35, (lrc.5/248); el-Bürhân, 3/ 417; et-Tefsîrü´l-münîr, 23/88.

[74] 5ü#âf suresi, 31/65; el~Bürhân, 3/416; Mu´terakü´l-akrân, 1/205; el-İtkân, 2/ 773; Sajverü´t-tefâsîr, 3/41, (ti-c.5/260); et-Tefsîrü´l-münîr, 23/97.

[75] Fussilet suresi, 41/34; Safvetü´t-tefâsîr, 3/130, {tYC.5/434);et-Tefsîrü´l-münîr, 24/226.

[76] £öra rareji, 42/32; Safvetü´t-tefâstr, 3/148, (trc.5/468); et-Tefsîrü´l-münîr, 25/67.

[77] ed-Duhân suresi, 44/45-46; Safvetü´t-tefâsîr, 3/179, (lrc.6 /30); et-Tefsîrü´l-münîr, 25/ 233.

[78] el-Câsiye suresi, 45/8; Safvetü´t-tefâsîr, 3/190, (trc.6 /51); et-Tefsîrü´l-münîr, 25/255.

[79] el-Vâh´a suresi, 56/ 22-23; Sajvetü´t-tefasîr, 3/316-317,(trc.6/3U); el-Bürhân, 3/417;

et-Tefsîrü´l-münîr, 27/245.

[80] Münâfikûn suresi, 63/4; Safvetü´t-lefâsîr, 3/388,(trc.6/452); et-Tefsîrü´l-münîr, 28/214.

[81] Me´âric suresi, 70/8-9; Safvetü´t-tefâsîr, 3/448, (lrc.7/61); et-Tefsîrü´l-münîr, 29/111.

[82] Mürselâî suresi, 77/32; Safvetü´t-tefâsîr, 3/505, (trc.7/181); et-Tefsîrü´l-münîr, 29/324.

[83] el-Kân´a suresi, 101/4; Safvetü´t-tefâsîr, 3/596,(trc.7/405); et-Tefsîrü´l-münîr, 30/376.

[84] el-Kâri´a suresi, 101/5; Safvetü´t-tefâsîr, 3/596, (trc.l/4Q5);et-Tefsîrü´l-münîr, 30/376.

[85] Fit suresi, 105/5; Safvetü´t-tefâsîr, 3/605, (trc.7/432); et-Tefsîrü´l-münîr, 30/407.

[86] Bakara suresi, 2/146; Safvetü´t-tefâsfr,/lO5, (lrc.1/192); et-Tefsîrü´l-mûnîr, 2/18.

[87] Kehf suresi, 18/29; Safveîü´t-tcfâsîr, 2/195, (lrc.3/445); et-Tefsîrü´l-mürtîr, 15/238.

[88] Enbiyâ suresi, 21/104; Safvetü´t-tefâsîr, 2/278, (trc.4/109); et~Tefsîrü´l~münîr, 17/134.

[89] Saf suresi, 61/4; Safvetü´t-tefûstr, 3/375, (lrc.6/426); et-Tefsîrü´l-münîr, 28/160.

[90] Mürselâtsuresi, 77/33; Safvetut-tejâsîr,3/5Q5et-Tefsîrü´l-münîr, 29/324.

[91] Bakara suresi, 2/171; Safvetü´t-tefâsîr, 1/116, (trc.1/212); et-Tefsîrü´l-münîr, 2/71.

[92] Bakara suresi, 2/ 222; Safvetut-(efâsîr,MA3, (trc.1/262); et-Tefstrü´l-münîr, 2/297.

[93] Mâide suresi, 5/20; Safvetü´t-tefâsîr,/331, (trc.2/87); et-Tefstrü´l-müntr, 6/143.

[94] En´âm suresi, 6/32; Safvetü´t-tefâsîr, 1/387, (trc.2/186); et-Tefsîrü´1-münîr, 7/176.

[95] Tevbe suresi, 9/28; Safvetü´t-tefâsîr, 1/532, (trc.2/473); et-Tefsîrü´t-münîr, 10/165.

[96] Tevbe suresi, 9/61; Safvetü´t-tefâsîr, 1/549, (trc.2/506); et~Tefiîrü´l-münîr, 10/281.

[97] Hucurât suresi, 49/10; Safoetut-tefâsîr, 3/239, (trc.6/151); et-Tefsîrü´l-mümr, 26/235.

[98] Nebe´ suresi, 78//6-7; Safvetü´t-tefâsîr, 3/511, (trc.7/194); et-Tefsîrü´l-münîr, 30/7-8.

[99] Nebe´ suresi, 78/10; Safvetü´t-tefâsîr, .3/511, (lrc.7/194).

[100] Mutaffîfîn suresi, 83/26; Safvetü´t-tefâsîr, 3/535, (lrc.7/252); ct-Tefsîrü´l-münîr, 30/ 125.

[101] el-hâh. 2/330; el-Belâğa ve´n-nakd, s. 1/25.

[102] Yrd. Doç. Dr. Nusreddin Bolelli, Belâgat, Rağbet Yayınları: 40-50.

[103] Miftâhu´l-´ulûm, s. 346-347; el-Izâh, 2/371; el-Mutavvcl, s. 338; Muhtesarü´l-me´âm, s. 307; Keşşafü istılâhâti´l-fünûn, 1/799; Cevâhirü´l-belâğa, s 262,265-267; ´Ulûmu´!-be I âğa, s. 207-212; el-Belâğatü´l-vâzıha, s. 35; el-Belâğolü´l-´arobiyye, 2/186; ´İlınü´l-Beyân, s. 86; el-Câmi´, s. 124-125; Mu´cemü´l-musîalahâti´l-´arahiyye, s. 100; Mu´cemü´l-mustal-ahâîi´l-´belâğiyye, s. 332-334; ´Ulûmü´l-belâğa, s.207; el-Belâğa ve´n-nakd, 1/29.

[104] el-Belâğatü´l-vâzıha, s. 34-35; d-Belâğatü´l-´arabiyye, 2/187.

[105] el-Belâğatü´l-vâzıha, s. 34-35; el-Câmi´, s. 126.

[106] ei-Belâğatü´l´vâztha, s. 34-35.

[107] el-İzâh, 2/373; el-Mutavvel, s. 339; Muhtesarü´l-me´ânî, s. 308; Cevâhirü´l-belâğa, s

262; ´Ulûmü´l-belâğa, s, 207-212; el-Belâğatü´l-vâzıha, s. 35; el-Belâğatü´l-´arabiyye, 2/186; İlmü´l-Beyân, s. 88; Mu´cemü´l-mustalahâti´l-´belâğiyye, s. 332-334.

[108] el-Belâğatü´l-vâzıha, s. 33; ´Ilmü´l-Beyân, s.88

[109] el-Belâğatü´l-vâztha, s. 33; İtınü´l-Beyân, s. 88-89.

[110] el-Belâgatü´l-vâzıha, s. 36.

[111] A.g.e., aynı yer.

[112] el-Belâgatü´î-vâzıha, s. 36.

[113] Bakara suresi, 2/19; ayrıca bk., İbnü´I-Cevzî, el-Emsâl fi´l-Kur´âni´l-Kerîm, s. 174-175.

[114] el-Keşşâf, 1/40-41; Miftâhü´l-´ulûm, s. 347-348; Safvetu´t-tefâsir,1/39, (trc.1/64); et-

Tefsîrü´l-münîr, 1/90.

[115] et-Tefsîr-i kebîr, 2/73.

[116] Bakara suresi, 2/264; Safvetu´l-tefâsir, 1/111 (trc.1/316); et-Tefsîrü´i-münîr, 3/41.

[117] Bakara suresi, 2/265; aynca bk., Safvetu´t-tefâsir, 1/171, (trc. 1/316).

[118] Âl-i İmrân suresi, 3/ 117; ayrıca bk., Safvetu´t-tefâsir, 1/226, (ire. 1/424); et-Tefsîrü´l-münîr, 4/50.

[119] A´râf suresi, 7/176; ayrıca bk., Safvetu´t-tefâsir, 1/484, (trc.2/379);et-Tefsîrü´l-münîr, 9/161.

[120] İbrahim suresi, 14/18; aynca bk., el-Emsâlfi´l-Kur´ânİ´l-kenm, s. 226-228; el-BÜrhân, 3/420; Mu´terakü´i-akrân, 1/203; el-hkân, 2/115; Safvetu´t-tefâsir, 2/9, (trc.3/255); ef-Tefsîrü´l-münîr, 13/224.

[121] -NÛr suresi, 24/35; eî-Emsât fil-Kur´âni´l-kerîm, s. 213-214; el-Bürhân, 3/ 423,426; Mu´terakü´l-akrân, 1/205; ei4tkân, 2/ 776; Safvetü´t-tefâsir, 2/346, (lrc.4/243); et- Tefsîrü´l-tnünîr, 18/242 .

[122] -NÛr suresi, 24/35; eî-Emsât fil-Kur´âni´l-kerîm, s. 213-214; el-Bürhân, 3/ 423,426; Mu´terakü´l-akrân, 1/205; ei4tkân, 2/ 776; Safvetü´t-tefâsir, 2/346, (lrc.4/243); et- Tefsîrü´l-tnünîr, 18/242 .

[123] Cuma suresi, 62/5; Miftâhü´l-´ulûm, s. 349; d-Emsâl fi´l-Kur´âni´l-kerîm, s. 213-214; el-Bürhân, 3/422,424; Mu´terakü´l-akrân, 1/204; el-İtkân, 2/775; Safvetü´t-tefâsir, 3/382, (trc.6/439); et-Tefsîrul-münû 28/189; Cevâhirü´I-helâğa, s. 265.

[124] Müddessir suresi, 74/50-51; el-Emsâlfi´l-Kur´âni´l-Kerîm, s. 212-213; Safoetu´t-tefâsir, 3/481, (trc.7/my,et-Tefstrü´l-münt! 29/241.

[125] Buharı, Edeb 27; Müslim, Birr 66-67; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 4/270, 276.

[126] Müslim, Mesâcid ve mevâdi´u´s-salât, 284; Tirmizî, Edeb 80.

[127] Taberânû el-Mu´cemü´l~kebîr, 2/178; Deylemî, el-Firdevs bi me´sûri´l-hıtâb, 4/134 (No: 6419); Mecme´u´z-zevâid, 1/184, 2/231, 232.

[128] Müslim, Fezâil 20, 22, 23; Tirmizî, Edeb 77; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/399, 2/ 244, 256, 257, 312, 398,

412; el-Firdevs bi me´sûri´l-hıtâb, 4/128. (No: 6397); et-Ta´rîfât, s. 81.

Yrd. Doç. Dr. Nusreddin Bolelli, Belâgat, Rağbet Yayınları: 51-57

[129] el-Belâğatü´l-vâzıha, s. 47; Ilmü´l-Beyân, s. 101-102; Cevâhirü´l-belâğa, s. 274; Vlûmü´t-belâğa, s. 215; eî-Câmi´, s. 127-128; el-Belâğatü´l-´arabiyye, 2/202-203; Mu´cemü´l-mustalahâti´l-´arabiyycs. 100; el-Belâğave´n-nakd, 1/32-33.

[130] el-Belâğatü´l-vâzıha, s. 45; İlmü´l-Beyân, s. 103.

[131] el-Belâğatü´l-vâzıha, s. 46-47; İlmü´l-Beyân, s. 103-104.

[132] el-Belâğaîü´l-vâzıha, s. 45; İlmü´l-Beyân, s. 103.

[133] el-Belâğatü´l-vâzıha, s. 46-47; İlmü´l-Beyân, s. 103.

[134] el-Belâğatü´l-vâzıha, s. 46; Cevâhiru´l-belâğa, s. 274; el-Câmi´, s. 127; el-Belâğa ve´n-

nakd, 1/34.

[135] el-Belâğatü´l-vâzıha, s. 47; el-Câmi´, s. 127.

[136] A´râf suresi, 7/40; ayrıca bk., Safvetü´t-tefâsîr, 1/449, (trc.2/305); et-Tefs´îrü´l-münîr, 8/204.

[137] el-Belâğatü´l-vâzıha, s. 47; el-Belâğatü´l-´arabiyye, 2/202; Mu´cemü´l-mustalahâti´l-´arabiyye, s. 100.

[138] el-Belâğatü´l-vâzıha, s. 47; el-Belâğatü´l-´arabiyye, 2/202.

[139] el-Belâğatü´l-vâzıha, s. 48; el-Belâğatü´l-´arabiyye, 2/202-203.

[140] el-Belâğalü´l-vâzıha, s. 48.

[141] Age., aynı yer..

[142] el-Belâğatü´l´vâzıha, s. 48; ´İlmü´l-Beyân, s. 104.

[143] el-Belâğatİi´l-vâzıha, s. 48; ´ Ilmü´l-Beyân, s. 102.

[144] el-Belâğatü´l-vâzıha, s. 49.

[145] el-Belâğatü´l-´arabiyye, 2/203.

Yrd. Doç. Dr. Nusreddin Bolelli, Belâgat, Rağbet Yayınları: 58-60.

[146] Miftâhu´I-´utûm, s. 340-342; el-îzâh, 2/356-357; el-Mutavvel, s. 331; Keşşâfü ıstılâhâti´l-fünûn, 1/797; Cevâhiru´l-belâğa, s. 270-274; el-Belâğatü´l-vâzıha, s. 54-55; İlmü´l-Beyân, s.105; el-Belâğatü´l-´arabiyye, 2/170; el-Câmi´, s. 111; ´Ulûmü´l-belâğa, s. 215; Mu´cemü´l-mustalahâti´l-´arabiyye, s. 51; el-Belâğa ve´n-nakd, 1/43.

[147] Miftâhu´l-´ulûm, s. 340-341; el-îzâh, 2/356; Keşşâfü tstılâhâti´l-fünûn, 1/ 797; Cevâhiru´l-belâğa, s. 271-274; el-Belâğatü´l-vâzıha, s. 54-55; İlmü´l-Beyân, s.105; el-Belâğatü´l-´arabiyye, 2/170; el-Câmi´, s. 111; ´Ulûmü´l-belâğa, s. 215; Mu´cemü´l-mustalahâti´l-´arahiyye, s. 51; el-Belâğa ve´n-nakd, 1/43.

[148] el~Belâğatü´l~vâziha, s. 52-53; İlmü´l-Beyân, s.106; el-Belâğatü´l-´arabiyye, 2/168-171.

[149] el-îzâh, 2/357; Esrâru´l-bdâğa, s. 140; el-Mutavvel, s.331; Muhtasaru´l-me´ânî, s. 300;

el-Kavlü´l-ceyyid, s. 261-262; Cevâhiru´l-helâğa, s. 272; el-Belâğatü´l-´arabiyye, 2/ 203; Ilmü´l-Beyân, s.105-106; el-Câmi´, s. 113; Mu´cemü´i-mustaiahâü´l-´arahiyye, s. 51.

[150] el´Belâğatü´l-vâzıha, s.55 .

[151] Age., s. 56; Ulûmü´l-belâğa, s. 215.

[152] Miftâhul-´ulûm, s. 341; el-îzâh, 2/35 belâğa, s. 271-274; el-Belâğat.İi´l-vâz, ´arabiyye, 2/170; el-Câmi´, s. 111; X ´arabiyye, s. 51.

[153] el-´Umde, 2/791; Esrâru´l-belâğa, s. s. 106 ; Cevâhiru´l-belâğa, s. 273; Ulumu?l belağ, s. 216

[154] el-Belâğatü´l-vâziha, s.55.

[155] Delilü´l-Belâğari´l´vâzıha, s. 29.

[156] A.g.e., aynı yer.

[157] -Miftâhu´l-´u!ûm, s. 341;
vazıha, s. 55; Ilmü´l-Beyân, s.107; d s. 270-274; el-Câmi´, s. 112; ´Wrimw biyye, s. 51.

[158] el-Belâğatü´l-vâzıha, s. 52; İlmü´l-Beyan, s. 107.

[159] İlmü´l-Beyân, s. 107; Cevâhiru´l-belâğa, s. 271; el-Cami´, s. 116.

[160] Delilü´l-Belâğati´l-vâzıha, s. 29.

[161] Age., aynı yer.

[162] Miffâhu´l-´ulûm, s. 341; el-Izâh, 2/357; el-Mutavvel, s. 331; Keşşâfii ıstılâhâti´l-fünûn, 1/ 797; Cevâhiru´l-belâğa, s. 271-274; el-Belâğatü´l-vâzıha, s. 55; İlmü´l-Beyân, s.108; el-Câmi´, s. 113; Vlûmü´l-belâğa, s. 216; Mu´cemü´l-mustalahâü´l-´arabiyye, s. 51-52.

[163] Ra´d suresi, 13/14; el-Belâğatü´l-vâzıha, s.52; İlmü´l-Beyân, s. 108.

[164] el-Belâğa, s. 35; Cevâhiru´l-belâğa, s. 272; 0<3m/´, s. 113; Ulûmü´I-belâğa, s. 216.

[165] el-Belâğatü´l -vazıha, s. 56.

[166] el-hâh, 2/357; el-Belâğatü´l-vâzıha, s. 56; İlmü´l-Beyân, s. 108-109; cl-Câmi´, s. 112-113;

[167] Delilul-Belâğati´l-vâzıha, s. 29.

[168] Buharı., Salâl 88, Mezâlim 5; Müslim, Bİrr 65; Tirmizî, Birr 18; Ate.vâî, Zekât 67; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 4/404, 405, 409.

[169] Miftâhu´l-´ulûm, s. 341; e/-/z<2A, 2/358-359; el-Mutavvel, s. 333-334; Keşşâfü ıstilâhâti´l-fünûn, 1/797; Cevâhiru´l-belâğa, s. 270-274; el-Belâğatü´l-vâzıha, s. 55; İlmü´l-Beyân, s. 109; el-Câmi´, s. 114; ef-Belâğatü´l-´arabiyye, 2/168-169; Ulûmü´l-belâğa, s. 216; Mu´cemü´l-mustalahâti´l-´arabiyye, s. 52.

[170] el-Belâğatü´l-vâzıha, s. 53; İlmü´l-Beyân, s. 110.

[171] el-Belâğa, s. 35; el-Câmi.´, s. 116.

[172] el-Belâğatü´l-vâziha, s. 57.

[173] Delilü´l-BelâğatVl-vânha, s. 29.

[174] A#
[175] Miftâhu´l-´ülûm, s. 341; el-îzâh, 2/359; Keş§âfü ıstılâhâti´l-fünûn, 1/797; Cevâhiru´l-beiâğa, s. 271-274; el-Bdâğatü´l-vâzıha, s. 55; İlmü´l-Beyân, s. 110; el-Câmi´, s. 114; ei-Belâğatü´l-´arabiyye, 2/168-169; Ulûmü´l-belâğa, s. 216; Mu´cemii´l-mustalahâti´l-´arabiyye, s. 52.

[176] el-Beiâğalü´l-vâzıho, s. 53; İlmü´l-Beyân, s. 111; Mu´cemü´l-mustalahâti´l-´arabiyye, s. 52.

[177] Belâğatü´l-vâzıha, s. 56; Ilrnü´l-Beyân, s. 110; Cevâhiru´l-belâğa, s. 273.

[178] Delilü´l-Belâğati´l-vâzıha, s. 29.

[179] el-Belâğatü´!-vâzıha, s. 57.

[180] Age., s. 57-58.

Yrd. Doç. Dr. Nusreddin Bolelli, Belâgat, Rağbet Yayınları: 61-67.

[181] el-îzâh, 2/361; Miftâhu´l-´ulûm, s. 343; el-´Ümde, 1/502; el-Mutavvel, s. 334; Muhtasaru´l-me´ânî, s. 303; el-Külliyyât, s. 271; Ke§şâfü ıstüâhâti´l-fünûn, 1/798; el-Belâğatü´l-vâzıha, s. 60; İİmü´l-Beyân, s. 95-101; Cevâhirü´l-belâğa, s. 275-276; el-Câmi´, s. 130-131; el-Belâğatü´l-´arabiyye, 2/201; Ulûmii´l-belâğa, s. 217-218; Mu´cemü´l-mustalahâti´l-belâğiyye, s. 345-346, 348; Mu´cemü´l-mustalahâti´l-´arabiyye, s. 101; el-Belâğa ve´n-nakd, ]/36-39.

[182] Miftâhu´l-´ulûm, s. 343; Esrârü´l-belâğeti, s. 223; eî-Izâh, 2/362; el-Mutavvel, s.334; Muhtasaru´l-me´ânî, s. 303; el-Külliyyât, s. 271; el-Kavlul-ceyyid, s, 267; el-Belâğatü´l-vâzıha, s.59; Hmü´l-Beyân, s. 98; el-Belâğatü´l-´arabiyye, 2/201; Cevâhirü´l-belâğa, s. 276; el-Câmi´, s. 130-131; UlOmü´l-belâğa, s. 217-218.

[183] el-Belâğatü´l-vâzıha, s. 59; İlmü´l-Beyân, s. 98; el-Belâğatü´l-´arabiyye, 2/217; Mu´cemü´l-mustalahâti´l-´arabiyye, s. 52.

[184] el´Belâğatü´l-vâzıha, s. 59; İlmü´l-Beyân, s. 99; el-Câmi´, s, 131; el-Belâğatü´I-

´arabiyye, 2/201.

[185] el-Belâğatü´l-vâzıha, s.60.

[186] 4gt?., aynı yer ; Cevâhiru´l-belâğa, s. 275.

[187] Age., aynı yerler.

[188] Agc, aynı yerler.

[189] el-Belâğafü´l-vâzıha, s. 61; İlmü´l-Beyân, s. 97; Mu´cemü´l-mustalahâti´l-´arabiyye, s.101.

[190] el´Belâğatü´l´Vâzıha, s. 61; İlmü´l-Beyân, s. 1.00; Ulûmİi´l-belâğa, s. 218.

[191] el-Belâğatü´l-vânha, s. 61 ; İlmü´l-Beyân, s.l 00.

[192] Ağe., aynı yer,

[193] A,ı<ı?., aynı yer.

[194] Age.,s. 62.

[195] A#£., aynı yer.

[196] Ag
[197] Age., aynı yer.

[198] Ag
[199] Delilü´l-Belâğati´l-vâzıha, s.34.

[200] Ag´e., aynı yer.

[201] Bakara suresi, 2/ 275; aynca bk., Miftâhu´l-´ulûm, s. 344; el-Izâh, 2/362; el-Bürhân, 3/427 ; Mu´terakü´l-akrân, 1/207; el-İtkân, 2/778; Safvetü´t-tefâsîr,MMd, (trc. 1/325-326); et-Tefsîrü´l-münîr, 3/83.

[202] NaW iure^ı, 16/17; ayrıca bk., Miftâhu´l-´ulûm, s. 344; eL-îzâh, 2/362; el-Bürhân, 3/A2%Muıîerakü´l-akrân, 1/207; el-İtkân, 2/278.

[203] Sarf süreri, 38/28; ayrıca bk., el-Bürhân, 3/428-429.

[204] Kalem suresi, 68/35; aynca bk., Safvetü´t-tefâsîr, 3/432, (trc.7/28); el-Bürhân, 3/428; et-Tefsîrü´l-münîr, 29/66.

Yrd. Doç. Dr. Nusreddin Bolelli, Belâgat, Rağbet Yayınları: 68-71.

[205] el-hâh, 2/392; Miftâhu´l-´ulüm, s. 358-361; Lisânü´l-´arah, 5/326; Esrârü´l-kelâğa, s. 350; el-Mutavvel, s. 348; Muhtesarü´l-me´ânî, s. 318; et-Ta´rîfât, s. 121-122; el-Külliyyât, s. 361-362; Keşşâfü ıstılâhâi´t-fünân, 1/211,213; ´Ulumü´l-belâğa, s. 227; el-BelâğatÜ´l-´arabiyye, 2/218; ´llmü´l-Beyân, s. 136; Mu´cemü´l-mustalahâti´l-´hdâğiyye, s. 473.

Yrd. Doç. Dr. Nusreddin Bolelli, Belâgat, Rağbet Yayınları: 72.

[206] el-îzâh, 2/392, 394; el-Kâmûs, s. 651; Lisânü´l-´arab, 5/326; et-Belâğatü´l-´arahiyye, 2/

217-218; Miftâhu´l-´ulûm, s. 359-361; el-Mutavvel, s. 352-354, 395; Muhtesarü´l-me´ânî, s. 319-323; et-Ta´rîfât, s. 258; el-Vmde, 1/455; el-KÜlliyyât, s. 361-363, 804; Cevâhirü´l-belâğa, s. 290; ´Ulûmü´l-belâğa, s. 229; Mu´cemü´l-mustalahâti´l-´belâğiyye, s. 591-595.

[207] Miftâhu´l-´ulûm, s. 362-364; Muhtesarü´l-me´ânî, s. 322; el-İzâh, 2/394-395; Esrârü´l-

kelâğa, s. 352; et-Ta´rîfât, s. 257-259; el-Vmde, 1/456-460; Kifâyetü´t-tâlib, s, 157; el Külliyyât, s. 805; Keşşâfü ıstılâhâü´l-fünûn, 1/214-215; Cevâhirü´l-belâğa, s . 291; ´Ulûmü´l-belâğa, s. 229; el-Belâğatü´l-vâzıha, s. 71; el-Belâğatü´l-´arabiyye, 2/217, 221-222; ´llmü´l-Beyân, s. 143; el-Câmi´, s. 135; Mu´cemü´l-mustalahâti´l-´arabiyye, s. 334; Mu´cemü´l-mustalahâti´l-´belâğiyye, s. 591-595.

[208] el´Külliyyât, s. 734; el-Belâğatü´l-vâzıha, s. 69; el-Belâğatu´U´arabiyye, 2/218; Cevâ-hirü´l-belâğa, s. 291; el-Cami´, s. 136; Mu´cemü´l-muslalahâti´l-´arabiyye, s. 288; Mu´cemü´l-belâğati´î-´arabiyye, s. 547.

[209] el´Külliyyât., s. 653; el-Belâğatü´l-vâzıha, s. 69; Cevâhirü´l-belâğa, s. 291; el-Câmi´, s.

136; Mu´cemü´l-mustalahâti´l-´arabiyye, s. 252; Mu´cemü´l-belâğati´l-´arabiyye, s. 451.

[210] el-Belâğa, s. 37.

[211] el-Belâğatü´l-vâzıha, s. 69; el-Câmi´, s. 137; Mu´cemü´l-mmtalahâti´l-´arabiyye, s. 288.

[212] el-Belâğatü´l-vâzıha, s. 70.

[213] Age., s. 69; el-Câmi´, s. 137.

[214] el-Belâğatü´l-vâzıha, s. 70.

[215] Age., s. 69; el-Câmi´, s. 137.

[216] Adı eçen fiberler, aynı yerier.

[217] el-Belâğatü´l-vâztha, s. 71; el-Câmi´, s. 136.

[218] Agc, s. 72.

[219] Age., aynı yer.

[220] Age., aynı yer ; Delilü´l-Belâğati´l-vâzıha, s 36; Mu´cemü´l-mustalahâti´l-´arabiyye, s. 288; el-Câmi´, s. 137.

[221] el-Belâğatü´l-vâzıha, s.72; Delüü´l-Beİâğati´l-vâzıha, s.36

[222] el-Belâğatü´l-vâzıha, s.73; Delitü´l-Belâğati´l-vâzıha, s.36.

[223] Delilü´l-Belâğati´l-vâzıha, s.36.

[224] el-Belâğatü´l-vânha, s.73.

[225] Delilü´l-Belâğaîi´l´vâzıha, s.36.

[226] el-Belâğatü´l-vâzıha, s.73.

[227] Delilü´l-Belâğati´I-vâzıha, s.36,

[228] el-Belâğatü´l-vâzıha, s.73.

[229] Delİlü´l-Belâğaîi´l-vâlıha, s.36.

[230] ei-Belâğatü´l-vâziha, s.73.

[231] Delilü´l-Belâğat.i´l-vâzıha, s. 36.

[232] d-Belâğatü´l-vâzıha, s.74; Delilü´l-Belâğaii´l-vâzıha, s. 38-39.

[233] Adı geçen eserler, aynı yerler.

[234] Aâıgeçen eserler, aynı yerler.

[235] Delilü´l-Belâğati´t-vâzıha.a^.

[236] Age., s.4Ü.

[237] Age., aynı yer.

[238] d-Belâğatü´l-vâzıha, s. 74; Delilü´i-Belâğati´l-vâziha, s. 40.

[239] £bu Dâvıvd, Tahârel 79; //;n Mâce, Taharet 62; Dârimî, el-Vüdû1 48; Ahmedb. Han-bd, Müsned, 4/97; el-Mecâzâtü´n-neheviyye, s. 277-278; el-´ümde, 1/460.

[240] Sünen-i Ebu Dâvud Terceme ve Şerhi, 1/ 366.

[241] Buhân. Edeb 90,95, 111, 116; Müslim , Fezâil 70, 71, 72, 73; Dârimî, İstizan 65; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/107, 117, 172, 186, 202, 285; 6/376; el-Mecâzâtü´n-nebeviyye, s. 30; el-´Umde, 1/460.

[242] Nevevî, Şerhu Sahîhi´l-müslim, 15/80, (trc. Davudoğlıı, 10/ 106-107),

Yrd. Doç. Dr. Nusreddin Bolelli, Belâgat, Rağbet Yayınları: 72-78.

[243] el-Kâmus, s. 573; Lisânü´l-´arab, 4/618-619; Miftâhu´l-´ulûm, s. 369; el-Külliyyât, s.

100; Ke§şâfü ıstüâhâti´l-fünûn, 2/964-965; Cevâhiru´l-belâğa, s. 303 ; Edebiyat Bil­gi ve Teorileri, s. 154.

[244] Te´vtlü müşkili´l-Kur´ân, s. 135-184; el-hâh, 2/407; el-Kâmus, s. 573; Lisânü´l-´arab,

4/618-619; Kifâyetü´t-tâlib, s. 158; Miftâhu´l-´ulûm, s. 369; Esrâru´l-belâğa, s. 30; el-Mutavvel, s. 354; Muhtasaru´i-me´ânî, s. 324; el~´Umde, 1/462-463; el-Bürhân fî ´ulûmi´l-Kur´ân, 3/435-436; el-Külliyyât, s. 100; Kessâfü ıstılâhâti´l-fünûn, 2/964-965; Cevâhiru´l-belâğa, s. 303; el-Belâğatü´l-vâztha, s. 77; İlmü´l-Beyân, s. 167; ´Ulûmü´l-belâğa, s. 238; el-Belâğatü´l-´arabiyye, 2/229-230; el-Câmı", s.137; Mu´cemü´l-mustalahâti´l-´arabiyye, s. 27-30; Mu´cemü´l-mustalahâti´i-belâğiyye, s. 82-104; Mu´cemü´l-belâğati´l-´arabiyye, s. 462-469; el-Belâğa ve´n-nakd, 2/53; Mecâmi´u´l-edeb, İlm-i Beyân, s. 284-285 ; Edebiyat Lügati, s. 71; Edebiyat Bilgi veTeorileri, s. 154.

[245] Yrd. Doç. Dr. Nusreddin Bolelli, Belâgat, Rağbet Yayınları: 79.

[246] SnTu´1-fesâha, s. 120; el-Bürhân fî ´ulûmi´l-Kur´ân, 3/435; Muhtasaru´l-me´ânî, s.

324; Keşşâfü ıstılâhâti´l-fünûn, 2/964-965; Cevâhiru´l-belâğa, s. 304; İlmü´l-Beyân, s. 175; ´Ulûmü´l-belâğa, s. 249; el-Belâğatü´l-´arabiyye, 2/230; Mu´cemul-mustala hâti´l-belâğiyye, s. 86; Mecâmİ´u´l-edeh, llm-i. Beyân, s. 284; Edebiyat Lügati, s. 71; Edebiyat Bilgi, ve Teorileri, s. 158.

[247] Yrd. Doç. Dr. Nusreddin Bolelli, Belâgat, Rağbet Yayınları: 79-80.

[248] Miftâhu´U´ulûm, s. 373; el-îzâh, 2/444; el-Mutavvel, s. 381; Muhtasaru´l-me´ânî, s.

362; el-KüUiyyât, s. 101; Cevâhiru´l-belâğa, s. 305; el-Belâğatü´l-vâzıha, s. 75-77; İlmü´l-Beyân, s. 176; ´Ulûmü´l-belâğa, s. 249; el-Belâğatü´l-´arabiyye, 2/242; e/-Câmi´, s. 140; Mu´cemü´l-mustalahâti´l-´arahiyye, s. 29; Mu´cemü´l-mustalahâti´l-belâğiyye, s. 93; Mu´cemü´l~belâğat.i´l-´arabiyye, s. 339; Mecâmi´u´l-edeb, İim-i Beyân, &. 287; Edebiyat Lügati, s. 72; Edebiyat Bilgi ve Teorileri, s. 159..

[249] Miftâhu´l-´ulûm, s. 373; el-îzâh, 2/444; el-Mutavvel, s. 381; Muhtasaru´l-me´ânî, s.

362; el-Küiliyyât, s. 101-102; Cevâhiru´l-belâğa, s. 305-306; el-Belâğatü´l-vâzıha, s. 75-77; Ilmü´l-Beyân, s. 176; ´Ulûmü´l-belâğa, s. 249-250; el-Belâğatü´l-´arabiyye, 2/ 243-244; el-Câmi.´, s. 141; Mu´cemü´l-mustalahâti´l-´arabiyye, s. 29-30; Mu´cemü´l-mustalahâti´l-belâğiyye, s. 88; Mu´cemü´l-belâğiati´l-´arabiyye, s. 607-608; Mecâni´l-edeh, Ilm-i Beyân, s, 289; Edebiyat Lügati, s. 73; Edebiyat Bilgi ve Teorileri, s. 160.

[250] e/-/zö/ı, 2/417; el-Belâğatü´l-´arabiyye, 2/230; el-Câmi´, s. 138-139.

[251] ibrahim suresi, 14/1; ayrıca bk., et-Tefsîrü´l-münîr, 13/200; el-Belâğatü´l-vâzıha, s. 75.

[252] el-Belâğatü´l-´arabiyye, 2/246; Cevâhirü´l-belâğa, s. 309, 314. Bu istiarenin tahlilinde

şöyle denir: Her ikisi de doğru yolu şaşırmaya sebep olma hususunda birleştikleri için sapıklık, karanlığa benzetilmiştir. Müşebbehün bihe delâlet eden karanlık keli­mesi, "isti´âre-i tasrihiyye-i aslîyye" (açık isü´âre) yoluyla müşebbeh olan sapıklık için geçici olarak kullanılmıştır.

[253] Miftâhu´l-´ulâm, s.386; el-Belâğatul-vâzıha, s. 75; Mu´cemü´l-m,ustalahâti´l-´arabiyye,

s. 29; el-Belâğatü´l-´arahiyye , 2/248-249; Vlûmü´l-belâğa, s.258.

[254] el-Belâğatü´l-vâzıha, s. 75.

[255] el-Belâğatü´l-vâzıha, s. 76; İtmü´l-Beyân, s. 177.

[256] Bk., d-Belâğatü´l-vâzıha, s. 76.

[257] A£
[258] el-Belâğarii´I´vâzıiıa, s. 77.

[259] lge.,s. 75.

[260] el-Belâğatü´l-vâzıha, s. 77.

[261] Age., aynı yer; İlmul-Beyân, s. 176; el-Beldğatü´l-´arahiyye, 2/251; el-Câmi s. 141.

[262] ei-Belâğatü´l-vâzıha, s.77.

[263] Meryem suresi, 19/4; ayrıca bk., Zamchşerî, Keş§âf, 2/405; el-Bürhân, 3/435; Mu´terakü´l-akrân, 1/209; el-İtkân, 2/781; Safvetü´t-tefâsîr, 2/211, 217; et-Tefsîrü´l münîr, 16/50; el-Belâğatü´l-vâzıha, s. 77.

[264] Safvetü´t-tefâsîr, 2/ 217, (trc. 3/486).

[265] el-Belâğatü´l-vâzıha, s. 77.

[266] Age., s. 77-78.

[267] Age., s, 78.

[268] Age., aynı yer.

[269] Delilul-Belâğatİ´l-vâzıha, s. 40.

[270] el-Belâğatü´l-vâzıha, s. 78; İlmü´l-Beyân,&. 180.

[271] Delilu´l-Belâğati´l-vûzıha, s. 40; İlmü´l-Beyân, s. 180.

[272] el-Betâğatü´l-vâzıha, s. 79.

[273] Age., aynı yer.; İlmü´l-Beyân, s. 179.180.

[274] Delilü´l-Belâğaü´l-vâzıha, s.40.

[275] el-Belâğatü´l-vâzıha, s. 78.

[276] Age., s. 79.

[277] Age., aynı yer.

[278] Cevâhiru´l-belâğa, s. 314; el-Câmi´, s. 141-142; ei-Belâğaiü´t-´arabiyye, 2/ 245.

[279] el-îzâh, 2/445; el-Mutavvel, s. 381; Cevâhiru´l-belâğa, s. 314; el-Câmi´, s. 141-142; e/-Belâğatü´l-´arabİyye, 2/ 245.

Yrd. Doç. Dr. Nusreddin Bolelli, Belâgat, Rağbet Yayınları: 80-85

[280] Bakara suresi, 2/ 7.

[281] Mu´terakü´l-akrân, 1/213; e!-hkân,2/lH5; Ebu Hayyân, el-Bahru´l muhit, 1/51; Sû/-vetü´t-tefâsîr, 1/32. (trc. 1/53-54.); et-Tej´sîrü´l-münîr, 1/76.

[282] Bakara suresi, 2/ 74.

[283] Safvetü´t-tefâsîr, 1/69. (İre. 1/21); EbuSu´ud,/rîdrf«7-´afc//´5-sirffm, 1/90.

[284] Bakara suresi, 2/ 93.

[285] Safvetü´t-tefâsîr, 1/81. (trc. 1/144,145); Telhisü´l beyân, s. 9; et-Tefsîrü´I-münîr, 1/226.

[286] Âl-i İmrân suresi, 3/ 103.

[287] Sajvetü´t-tefâsîr,1/220 .(trc. 1/412); el-Tefsırü´l-münîr, 4/25.

[288] Mâide suresi, 5/16.

[289] Telhisü´l beyân, s. 15; SafvetüUefâsîr, 1/164 ,1/337. (ire. 1/302); et-Tefsîrü´l-mi 6/131.

[290] Hud suresi, 11/98.

[291] Sajvetü´t-tefâsîr, 2/32 .(trc. 3/121 ~22);et-Tefsîrü´l-münîr, 12/137.

[292] Hûd suresi, 11/100.

[293] SafvetÜ´t-tefâsîr, .(trc. 3/133); et-Tefsîrü´l-münîr, 12/142.

[294] en-Nâzi´âti suresi, 79/31.

[295] Safvetü´t-tefâsîr, 3/517(trc.7/209); et-Tefsîrü´l-münîr, 30/43.

[296] Tekvîr suresi, 81/18.

[297] Safvetü´t-tefâsîr, 3/526.(ire.7/230); el-Bürhân, 3/435; Mu´terakü´l-akrân, 1/2U İtkân, 2/781; et-Tefstrü´l-münîr, 30/87.

[298] el-Beyyine suresi, 98/2.

[299] Safvetü´t-tefâsîr, 3/589.(trc. 7/384); et-Tefsîrü´l-münîr, 30/341.

[300] Sahth-i Müslim, İmân 147, 148, 149; Tirmizî, Birröl; İbn Mâce, Mukaddime 9, Zühd 16; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/399, 412, 416, 451, 2/ 164, 215, 4/151; ayrıca bk.el-Belâğa ve´n-nakd, 2/ 56, 58.

[301] Ebû Dâvud, Cihâd 57,

[302] el-Belâğa ve´n-nakd, 2/ 62, 64.

[303] //?n Mâcf, Fiten 19; Tirmizî, Fiten 26, Zühd 41; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/7, 19, 22, 46, 61, 74.; el-Vmde, 1/470.

[304] Dârimî, Edâhî 25; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 4/ 76, 311, 322, 336; el-Mecâzâtü´n-nebevîyyc, s. 250; el-Vmde, 1/470-471

[305] İbnü´1-Esîr, Ğarîhü´l-hadîs, 4/327; el-Vmde, 1/471.

[306] fl?n Wtfce, Duâ 2; £/?û Düvh^, Duâ 28; Tirmizî, Da´avât 103; el-Vmde, 1/471.

Yrd. Doç. Dr. Nusreddin Bolelli, Belâgat, Rağbet Yayınları: 86-89.

[307] Miftâhu´l-´ulûm, s. 374, 380; Esrâru´î-heîâğa, s.240; eî-îzâh, 2/429; el-Mutavvel, s.

371; Muhtasaru´l-me´âm, s. 343; el-´Umde, 1/462-463; d-Kültiyyât, s. 102; Cevâhiru´l-belâğa, s. 309; el-Belâğatü´l-vâzıha, s. 84; İlmü´i-Beyân, s. 181-183; ´Ulûmü´l-belâğa, s. 253; el-Belâğatü´l-´arabiyye, 212W el-Câmi´, s. 144; Mu´cemü´l-mustalahâti´l-´arabiyye, s. 28; Mu´cemü´l-mustalahâti´l-helâğiyye, s. 87; Mu´cemü´l-helâğati´i-´arahiyye, s. 35; Mecâmi´u´l-edeb, İlm-İ Beyân, s. 285 ; Edebiyat Lügati, s. 72; Edebiyat Bilgi veTeorileri, s. 159.

[308] Miftâhu´l-´ulûm, s. 374, 380; Esrâru´l-belâğa, s. 241; c/-/z4A, 2/429-430; el-Mutavvel, s. 371-372; Muhtasaru´l-me´ânî, s. 343; el-´Umde, 1/462-463; el-Külliyyât, s. 102; Cevâhiru´l-belâğa, s. 310; el-Belâğatü´l-vâzıha, s. 84; İlmü´l-Beyân, s.183-184; ´Ulûmü´l-belâğa, s. 253; el-Belâğatü´l-´arabiyye, 2/237; el-Câmi´, s. 145; Mu´cemü´l-mustalahâti´l-´arahiyye, s. 28-29; Mu´cemü´l-mustalahâü´l-belâğiyye, s. 89; Mu´cemü´l-belâğaü´l-´arabiyye, s. 110-111; Mecâmi´u´l-edeb, İlm-i Beyân, s. 285 ; Edebiyat Lu-gatı, s. 72; Edebiyat Bilgi ve Teorileri, s. 159.

[309] el-Belağatü´l-vazıha.s. 84; Cevâhiru´l-belâğa, s. 313-314.

[310] el-Belağatü´l´vazıha, s. 82-83.

[311] e., aynı yer..

[312] Age., aynı yer..

[313] el-A´raf suresi, 7/154.

[314] el-Bürhân, 3/437, 442; Mu´terakü´i-akrân, 1/210; el-hkân, 2/782; Safvetü´t-tefâsîrM

480, (trc. 2/371); et-Tefsîrü´l-münîr, 9/109.

[315] el~Belağaîul-vazıha, s. 83.

[316] Age., s. 82-83.

[317] Infitâr suresi, 82/2.

[318] Safvetü´t-tefâsîr, 3/529, (trc. 7/239); et-Tefsîrü´l-münîr, 30/97.

[319] el-Belâğatü´l´vâzıha, s.85.

[320] Age., aynı yer.

[321] Age., aynı yer.

[322] Age., s. 88.

[323] Age., s. 85.

[324] Age., aynı yer.

[325] el-Belâğatü´l-vâzıha, s. 88.

[326] Age., aynı yer..

[327] Age., s. 86.

[328] Delüü´l-Belâğaü´l-vâzıha, s. 44.

[329] el-Belâğatü´l-vâzıha, s.86; İlmü´l-Beyân, s. 184.

[330] Delilü´l-Belâğati´l-vâzıha, s. 44; İlmü´l-Beyân, s. 184.

[331] Delilü´l-Belâğaü´l-vâzıha, s.44.

[332] el-Belâğat.ii´l-vâzıha, s.86.

[333] Delilü´l-Belâğati´l-vâzıha, s.45.

[334] Age., aynı yer.

[335] el-Belâğatü´l-vâzıha, s.86.

[336] Delilü´l-Belâğati´l´vâzıha, s.45.

[337] el-Belâğatü´l-vâzıha, s. 86.

[338] Delüü´l-Belâğati´l-vâzıha, s.45.

[339] el-Belâğatü´l-vâzıha, s. 86; İlmü´l-Beyân, s. 182.

[340] Delilü´l´Belâğati´l-vâzıha, s. 45; Umü´l-Beyân, s. 182.

[341] el´Belâğatü´l-vâzıha, s.87.

[342] Delilü´l´Belâğati´l-vâzıha, s.45.

[343] el´Belâğatü´l-vâzıha, s.87; İlmü´l-Beyân,s. 184.

[344] Delilü´l´Belâğati´l-vâzıha, s.46; İlmul-Beyân, s. 184.

[345] el´Belâğatü´l-vâzıha, s. 87.

[346] Delilü´l´Belâğati´l-vâzıha, s.46.

[347] el´Belâğatü´l-vâzıha, s. 87.

[348] DelUü´l-Belâğati´l-vâzıha, s.46.

[349] el-Belâğatü´l-vâzıha, s. 87.

[350] DelUü´l-Belâğati´l-vâzıha, s.46.

[351] el-Belâğatü´l-vâzıha, s. 87.

[352] DelUü´l-Belâğati´l-vâzıha, s.46.

[353] Âl-i Imrân suresi, 3/ 37.

[354] Sa.fvetü´t-tefâsîr, 1/200; et-Tefsirü´l-müntr, 3/210.

[355] Nisa suresi, 4/32.

[356] Safvetü´t-tefâsîr, 1/277.(ire. 1/524); et-Tefsîrü´l-mümr, 5/42.

[357] Tevbe suresi, 9/47.

[358] Safvetü´t-tefâsîr, 1/543, (trc. 2/495).

[359] Tevbe suresi, 9/111.

[360] Sajvetü´t-tefâsîr.l/57O, (trc.2/545 ); et-Tefsîrü´l~münîr, 10/236.

[361] Ra´d suresi, 13/3.

[362] Safvetü´r-tefâsîr, 2/78, (trc.3/214 ); et-Tefstrü´l-münîr, 13/102.

[363] Ra´d suresi, 13/19.

[364] Safvetü´t-tefâsîr, 2/80, (ire. 3/226); et-Tefsîrü´l-münîr, 13/144.

[365] Hicr suresi, 15/88.

[366] Safvetü´t-tefâsîr, 2/117,, (trc. 3/292); et-Tefsîrü´l-münîr, 14/67.

[367] Kehf suresi, 18/11.

[368] Safvetü´t-tefâsîr, 2/188, (Lrc.3/432 ); et-Tefsîrü´l-münîr, 15/211.

[369] Kehf suresi, 18/14.

[370] Safvetü´t-tefâsîr, 2/188, (lrc.3/432 ); et-Tefsîrü´l-münîr, 15/211.

[371] Kases suresi, 28/66.

[372] Safvetü´t-tefâstr, 2/443, (ire. 4/445-446); et-Tefsîrü´l-münîr, 20/14].

[373] Saffât suresi, 37/84.

[374] Safvetü´t-tefâsîr, 3/41, (trc.5/260); et-Tefsîrü´l-münîr, 23/109.

[375] Zuhruf suresi, 43/11.

[376] Safvetü´t-tefâsîr, 3/151,168, (trc. 5/510-511); et-Tefsîrü´l-münîr, 25/121. 25-

[377] Beled suresi, 90f 11.

[378] Safvetü´t-tefâsîr, 3/564, (lrc.7/319); et-Tefsîrü´l-münîr, 30/248

[379] Muhammed suresi, AHA.

[380] Safvetü´t-tefâsîr, 3/206, (trc. 6/102); et-Tefsîrü´l-münîr, 26/83.

[381] Zâriyât suresi, 51/41.

[382] Safvetü´t-tefâsîr, 3/256, (trc. 6/1937; et-Tefsîrü´l-münîr, 27/35.

[383] Nuh suresi, 71/17.

[384] Safvetü´t-tefâsîr, 3/455, (trc.7/77); et-Tefsîrü´l-münîr, 29/139.

[385] el-Hadîd suresi, 57/18.

[386] Safvetü´t-tefâsîr, 3/471, (trc.7/110 )

Yrd. Doç. Dr. Nusreddin Bolelli, Belâgat, Rağbet Yayınları: 90-102.

[387] el-îzâh, 2/433; Miftâhu´l-´ulûm, s. 385; el-Mutavvel, s. 378; Muhtasaru´l-me´ânî, s.

349; d-Külliyyât, s. 103; Keşşâfu ıstılâhâti´l-fünân, 2/969; Cevâhim´l-belâğa, s. 330; Mu´terekü´l-akrân, 2/212; el-Belâğatü´l-vâzıha, s. 90; İlmü´l-Beyân, s. 186, 192; ´Ulûmu i-be!âğa, s. 256-257; el-Belâğatü´l-´arahiyye, 2/252-253; el-Câmi´, s. 149; Mu´cemü´l-mustala-hâti´l-´ara-bİyye, s. 29; Mu´cemü´l-mustalahâti´l-belâğiyye, s. 92, 93; Mu´cemü´l-helâğati´l-´arabiyye, s. 256; Mecâmi´u´l-edeh, llm-i Beyân, s. 288; Edebiyat Bilgi ve Teorileri, s. 166.

[388] el-Izâh, 2/432; Miftâhu´l-´ulûm, s. 385; el-Mutavvel, s. 377; Muhtasarul-me´ânî, s.

348; el-Külliyyât, s. 101; Keşşâfu ıstılâhâti´l-fünûn, 2/969; Cevâhiru´l-belâğa, s. 330; Mu´terekü´l-akrân, 2/212; el-Belâğatü´l-vâzıha, s. 90; İlmü´l-Beyân, s. 187, 192; ´Ulûmü´l-belâğa, s. 256-257; el-Belâğatü´l-´arabiyye, 2/253; el-Câmi´, s. 148; Mu´cemü´l-mustalahâti´l-´arabiyye, s. 29; Mu´cemü´l-mustalahâti´l~belâğiyye, s. 90-91; Mu´cemü´l´belâğati´l-´arabiyye, s. 128; Mecâmi´u´l-edeb, Ilm-i Beyân, s. 288; Edebiyat Bilgi ve Teoriler i, s. 166.

[389] el-Izâh, 2/432; el-Mutavvel, s. 377; Muhtasaru´l-me´ânî, s. 348; Keşşâfu ıstüâhâû´l-fünûn, 2/968; Cevâhiru´l-belâğa, s. 330; Mu´terekü´l-akrân, 2/212; el-Belâğatü´l-vâzıha, s. 90; İlmü´l-Beyân, s. 189, 192; ´Ulûmü´l-belâğa, s. 257; el-Belâğatü´l-´arabiyye, 2/252; el-Câmi´, s. 150; Mu´cemü´l-mustalahâti´l-´arabiyye, s. 29; Mu´cemÜ´l-mustalahâti´l-belâğiyye, s. 103; Mu´cemü´l-belâğati´l-´arabiyye, s. 388; Edebiyat Bilgi ve Teorileri, s. 166.

[390] el-Belâğatü´l´vâzıha, s. 91; İlmü´l- Beyân, s.192.

[391] Bakara suresi, 2/16.

[392] el-Bürhân, 3/ 438; Mu´lerekü´l-akrân, 2/212; el-Belâğatü´hvâzıha, s. 89; İlmü´l-Beyân,

s. 186-187; d-Camı , s. 149; Mu´cemü´l-mustalahâti´l-´arabiyye, s. 29; ´Ulûmü´l-belâğa, s. 257.

[393] Mu´terakü´l-akrân, 2/212; el-Belâğatü´l-vâzıha, s. 90; İlmü´l-Beyân, s. 186-187; Mu´cemul-mustalahâti´l-´arabiyye, s. 29.

[394] el-Belâğatü´l-vâzıha, s. 90; Cevâhiru´l-belâğa, s. 310; Mu´cemü´l-belâğati´l-´arabiyye, s.128.

[395] el-Hakka suresi, 69/11; İlmü´l-Beyân, s. 189; el-Bürhân, 3/443; el-İtkân, 2/ 783;

Mu´cemü´l-mustalahâti´l-helâğiyye, s. 103; Mu´cemü´l-belâğati´l-´arabiyye, s. 388.

[396] Belâğatü´l-vâzıha, s.90; İlmü´l-Beyân, s. 189.

[397] el-Belâğatü´l-vâzıha, s. 89.

[398] el-Belâğatü´l-vâzıha, s. 90.

[399] Age., s. 89.

[400] Age., aynı yer.

[401] Age., s. 89; el-Câmi´, s. 143, 151; İlmü´l-Beyân, s. 190.

[402] el-Belâğatü´l-vâzlha, s. 90.

[403] el-Belâğatü´I-vâzıha, s. 91.

[404] Age., aynı yer.

[405] A^.T aynı yer.

[406] A££., aynı yer.

[407] 4ge., aynı yer.

[408] A#e., s. 92.

[409] Age., s. 91.

[410] el-Belâğatü´l-vâzıha, s. 92.

[411] Age., aynı yer..

[412] Age., aynı yer..

[413] Age., s. 92.

[414] el-Belâğatü´l-vâzıha, s. 92; Delilü´l-Belâğati´l-vâzıha, s. 49.

[415] el-Belâğatü´l-vâzıha, s. 92.

[416] el-Belâğatü´l-vâzıha, s. 92; Delilü´l-Belâğati´l-vâzıha, s. 49.

[417] el-Belâğatü´l-vâzıha, s. 92; el-Câmi´, s. 143, 149.

[418] Delilü´l-Bdâğati´l-vâzıha, s. 49.

[419] el-Belâğatü´l-vâzıha, s. 92.

[420] Delilü´l-Belâğati´l-vâzıha, s. 49.

[421] el-Belâğatü´l-vâzıha, s. 92.

[422] Delilü´l-Belâğati´l-vâzıha, s. 49.

[423] el-Belâğatü´l-vâzıha, s. 92.

[424] Delili*´l-Belâğati´l-vâzıha, s. 49.

[425] eI-Belâğatü´l-vâzıha, s. 93; Delilü´l-Belâğati´l-vâzıha, &. 50; el-Câmi´, s. 143,151.

[426] Delilül Belâğati´l-vazıha, s. 50.

[427] eI-Belâğatü´l-vâzıha. s. 93.

[428] Delili*´l-Belâğati´l-vâzıha , s. 50

[429] el^lâğatü´l-vâz,ha, s 93

[430] Delüü´l-Belâğati´l-vâzıha, s. 50.

[431] el-Belâğatü´l-vâzıha, s. 93.

[432] Delilü´l-Belâğati´l-vâzıha, s. 50.

[433] el-Belâğatü´l-vâzıha, s. 93.

[434] Delilü´î-Belâğati´l-vâzıha, s. 50.

[435] el-Belâğatü´l-vâzıha, s. 93.

[436] Delilü´l-Belâğati´l-vâzıha, s. 50.

[437] el-Belâğatü´l-vâzıha, s. 93; İlmü´l-Beyân, s. 188.

[438] Delilü´l-Belâğati´l-vâzıha, s. 50; İlmü´l-Beyân, s. 188-189.

[439] el-Belâğatü´l-vâzıha, s. 93.

[440] Deti!ü´I-Be!âğati´l-vâ-ıha, s. 51.

[441] el-Belâğatü´l-vâzıha, s. 93.

[442] Delilü´l-Belâğati´l-vâzıha, s. 51.

Yrd. Doç. Dr. Nusreddin Bolelli, Belâgat, Rağbet Yayınları: 103-111.

[443] el-hâh, 2/441; el-´Umde, 1/473; Kifâyetü´t-tâlib, s. 160; el-Mutavvel, s. 380; Muhtasaru´l-me´ânî, s. 352; Keşşâfü ıstılâhâti´l-fünûn, 1/214-216; Cevâhiru´l-belâğa, s. 333 ; Mu´terekü´l-akrân, 2/214; el-Belâğatü´l-vâzıha, s. 98; İlmü´l-Beyân, s. 192-193; el-Belâğatü´l-´arabiyye, 2/265; eİ-Câmi´, s. 152-153; Mu´cemü´l-mustalahâti´l-´arabiyye. s. 29; Mu´cemü´i-mustalahâîi´l-helâ-ğiyye, s. 94-95; Mu´cemü´l-belâğati´l-´arahiyye, s. 647-652; Mecâmi´u´l-edeb, s. 287; Edebiyat Bilgi ve Teorileri, s. 163.

[444] Mecâmi´u´l-edeb, s. 287; Edebiyat Bilgi ve Teorileri, s. 163.

[445] el-Belâğatü´l-vâzıha, s. 96.

[446] el-Belâğatü´l-vâzıha, s. 96; Cevâhiru´l-belâğa, s. 333-335 ; el-Câmi´, s. 153; el-Belâğatü´l-´arabiyye, 2/266.

[447] el-Belâğatü´l-vâzıha, s. 97,98; el-Müsteksâ, 2/197; Mecme´u´l-emsâl, 2/111.

[448] el-Belâğatü´I´Vâzıha, s. 98; el-Müsteksâ, 2/186; Mecme´u´l-emsâl 2/122.

[449] el-Belâğatü´l-vâzıha, s. 98.

[450] 4ge., s. 99; Delilü´l-Belâğati´hvâzıha, s. 57; Mu´cemü´l-mustalahâü´l-´arabiyye, s. 29;

el-Müsteksâ, 1/416.

[451] el-BelâğatÜ´l-vâzıha, s. 99; Delilü´l-Belâğati´l-vâzıha, s. 57; el-Belâğatü´h´arabiyye, 2/ 267.

[452] el-Belâğatü´l-vâzıha, s.99; Delilü´l-Belâğati´l-vâzıha, s. 57; İlmü´l-Beyân, s. 194.

[453] el-Belâğatü´l-vâzıha, s.99; Delilü´l-Belâğati´l-vâzıha, s. 57.

[454] Adı geçen eserler, aynı yerler.

[455] el-Belâğatü´l-vâzıha, s.99; Delilü´l-Belâğati´l-vâzıha, s. 57; el-Belâğatü´l-´arabiyye, 2/267.

[456] el-Belâğatü´l-vâzıha, s.99; Delilü´l-Belâğati´l-vâzıha, s. 57.

[457] el-BelâğatüVvâzıha, s. 99; Deliîü´l-Belâğati´l-vâzıha, s. 57.

[458] Adı geçen eserler, aynı yerler; el-Müsteksâ, 2/292.

[459] el-Belâğatü´l´vâzıha, s. 99; Delilü´l-Belâğati´l-vâzıha, s. 57.

[460] Adı geçen eserler, aynı yerler; el-Belâğatü´l-´ara-biyye, 2/268.

[461] el-Belâğatü´İ-vâzıha, s. 99; Delilü´l-Belâğati´l-vâzıha, s. 57.

[462] //i^r j«rc«, 59/2; ayrıca bknz,, el-Belâğatul-vâzıha, s.99; Delilü´l-Belâğati´l-vâzıha, s. 57.

[463] el-Belâğatü´l-vâzıha, s. 99; Delilü´l-Belâğati´l-vâzıha, s. 57.

[464] Adı geçen eserler, ayın yerler.

[465] Adı geçen eserler, aynı yerler; el-Müsteksâ, 2/291.

[466] el-Belâğatü´l´vâzıha, s.100; Delilü´l-Belâğati´l-vâzıha, s. 57.

[467] Adı geçen eserler, aynı yerler; el-Belâğatü´l-´arahiyye, 2/269.

[468] Bakara suresi, 2/9.

[469] Bakara suresi, 2/43.

[470] SafvetÜ´t-tefâsîr, 1/103, (trc.I/186); et-TefsîrÜ´Umünîr, 2/5.

[471] Vakara suresi, 2/187.

[472] Telhisul beyân, s- 20; Safvetii´t-tefâsîr, 1/123, (tre. 1/226; et-Tefsîrü´l-münîr, 2/147.

[473] Bakara suresi, 2/187.

[474] Telhtsü´l-beyân, s. 21; Keş$âf, 1/115-116; Safvetü´t-tefâsîr, 1/123, (trc.1/227); et-Tef-sîrü´l-münîr, 2/147.

[475] Bakara suresi, 2/ 250 .

[476] Safvetü´t-tefâsîr, 1/159, (trc.1/294); et-Tefsîrü´l-münîr, 2/246.

[477] Bakara suresi, 2/ 256.

[478] Safvetü´t-tefâsîr, 1/164, (trc. 1/302); et-Tefsîrü´l-münîr, 3/19.

[479] Bakara suresi, 2/ 266.

[480] Safvetü´t-tefâsîr, 1/171, {trc. 1/316); et-Tefsîrü´l-münîr, 3/51-52.

[481] En´âm suresi, 6/93.

[482] Safvetü´t-tefâsîr, 1/406, (trc.2/224); et-Tefsîrü´l-münîr, 7/295.

[483] Enfâl suresi, 8/24.

[484] Safvetü´t-tefâsîr,.1/504, (trc. 2/419); et-Tefsîrü´l-münîr, 9/287.

[485] Yunus suresi, 10/14.

[486] Safvetü´t-tefâsîr, 1/578, (trc. 3/22); et-Tefsîrü´l-münîr, 11/124.

[487] Hud suresi, 11/28.

[488] Safvetü´t-tefâsîr, 2/7, (trc. 3/93-94);et-Tefsîrü´I-mümr, 12/53.

[489] Hud suresi, 11/56.

[490] Safvetü´t-tefâsîr, 2/25, (trc. 3/107) ; et-Tefsîrü´l-münîr, 12/87.

[491] Hud suresi, (, 11/92.

[492] Safvetü´t-tefâsîr, 2/32, (trc.3/121); et-Tefsîrü´l-mümr, 12/123.

[493] Fatır Suresi, 35/2.

[494] Sttfvetü´t-tefâsîr, 2/570, (trc.5/167); et-Tefsîrü´î-miinîr, 22/221.

[495] Yasin suresi, 36/8.

[496] Safvetü´t-tefâstr, 3/12, (trc.5/205); et-Tefsîrü´l-münîr, 22/291.

[497] Teğâbün suresi, 64/17.

[498] Safvetü´t-tefâstr, 3/396, (trc.6/467); et-Tefsîrü´l-münîr, 28/252.

[499] Mülk suresi, 67/22.

[500] Safvetü´t-tefâsîr, 3/422, (trc.6/619); et-Tefstrü´l-münîr, 29/30.

[501] İnşirah suresi, 94/2-3.

[502] SafvetüUefâsîr, 3/576, (trc.7/350); et-Tefsîrü´l-münîr, 30/293.

[503] el-Mecâzâtü´n-nebevtyye, s. 236-237; Kifâyetü´t-tâlib, s. 161; el-´Umde, 11416.

[504] el-Vmde, 1/476.

[505] el-Vmde, 1/476.

[506] Mecme´u´l-emsâl, 2/136; Kifâyetü´t-tâlib, s. 162; el-´Umde, 1/476.

[507] Buhârî, Edeb 83; Müslim, Zühd 63; £/>w £><3v&/, Edeb 29; Awı Mdce, Fiten 13; D4rwHf, Rikâk 65; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/115, 379; el-Müsteksâ, 2/276; M*?c-me´u´l-emsâl, 2/254; el-Belâğatü´l-vâzıha, s.99; Delilü´l-Belâğati´l-vâzıha, s.57.

[508] Tirmizî, Kıyamet 60; el-Müsteksâ, 1/251; el-Belâğatü´l-vâzıha, s. 99; Delilü´l-Belâ-ğati´Uvâzıha, s. 57; el-Belâğatü´l-´arabiyye, 2/268.

[509] Yrd. Doç. Dr. Nusreddin Bolelli, Belâgat, Rağbet Yayınları: 112-119.

[510] el-Izâk, 2/397; el-Mutavvel, s. 354-356; Muhtasaru´l-me´ârii, s. 324; el-Bürhân, 2/25$-283; Mu´terekü´l-ekrân, 1/187- 198; el-İtkân, 2/754-770; Keşşâfü mıîâhâti´t-fünûn, 1/ 214; Cevâhiru´l-belâğa, s. 292-296; el-Belâğatü´l-vâzıha, s. 110; İlmü´l-Beyân, s. 156-165; ´Ulûmü´l-belâğa, s. 230-238; el-Belâğatü´İ-´arabiyye, 2/271-288; Mecâmi´u´l-edebjlm-iBeyân, s. 246-251: el-Câmi´, s. 155-159; Mu´cemü´l-mustatahâti´t-´arabiyye, s. 334; Mu´cemü´l-mustalahâti´l-belâğiyye, s. 595; Edebiyat Lügati, s. 96; Edebiyat Bilgi ve Teorileri, s. 169-174.

* Bir sözün, arada gerçek mânâsını düşünmeğe bir engel bulunmak şartıyla, benzerlik dışında tam bir ilgi yüzünden, kendi mânâsı dışında kullanılmasına «mürsel mecaz» denilir.

[511] el-Belâgatü´l-vâziha, s. 108-109.

[512] el-Belâgaiü´l-vâzıha, s. 112; Delilu´i-Belâgatü´l-vâziha, s. 66

[513] Aynı eserler, aynı yerler.

[514] Adı geçen Mer/erı aym yer]er.

[515] el-Belâga, s. 41..

[516] Gâfir suresi, 40/13; el-İtkân, 2/75T, Mu´terekü´l-ekrân, 189.

[517] el~lzâh> 2/401; el-Belâgatul-vâzîha, s. 108-109; Savetu´r-tefâsîr, 3/113, (trc, 5/400)

[518] cl-Mutavvel, s. 356; el-Belâğa. s. 41.

[519] el-BelâgatÜ´l~vâz!ha, s. 113.

[520] Age., s. 108-109.

[521] el-Belâga, s. 4.

[522] el-Belâgatü´l-vâzıha, s. 113.

[523] Age., s. IU.

[524] Nuh suresi, 7´1/7.

[525] Savetu´t-tefâsîr, 3/455, (trc, , 7/76).

[526] el-Belâgatü´l-vâzıha, s. 111.

[527] Age., s. 112.

[528] MJâ suresi, 4/2.

[529] eI-îzâh, 2/402-403; el-İtkân, 2/757; Mu´terekü´l-ekrân, 190; Savetu´t-tefâsîr, 1/261,

(trc, 1/491).

[530] el-Belâgatü´l-vâzıha, s. 111.

[531] Age., s. 114.

[532] Delilü´l-Belâgatü´l-vâzıha, s.70.

[533] AfaA j«r«/, 71/27; aynca bk., Savetu´t-tefâsîr, 3/454, (trc, 7/69); el-Belâgatü´l-vâzıha, s. 108-109

[534] el-Belâgatü´l-vâzıha, s. 111.

[535] Delilü´l- Belâgati´l-vâzıha, s.70.

[536] Alak suresi, 96/18; ayrıca bk.,el-fzâh, 2/403; cl-İtkân, 2/ 758; Mu´tevekü´l-ekrân, i 90;

Savetu´t-tefâstr, 3/583, (ire, 7/364).

[537] Yusuf suresi, 12/82; ayrıca bk., el-Belâgatü´l-vâzıha, s. 111.

[538] el-Beiâgatü´l-vâzıha, s. 111.

[539] el-Beîâgaîü´l-vâzıha, s, 111; Delilu´l-Belâgatii´l-vâzıha, s. 66.

[540] Adı geçen eserler, aynı yerler.

[541] el-Belâga, s. 41.

[542] el-Belâgatü´l-vâzıha, s. ] 13.

[543] Age., aynı yer.

[544] İnfitâr suresi, 82/13.

[545] Savetu´t-tefâsîr, 3/529, (trc., 7/236-237).

[546] el-Belâgatü´l-vâzıha, s. 112; Delilü´l-Belâgati´l-vâzıha, s. 66.

[547] Ihşidlİlerİn meşhur emiri Kâfur´un tam ismi, Kâfur b. Abdullah el-Ihşîdî´dir. Künyesi, Ebu´l-misk´dir. O, cI-Mütenebbî, adındaki şâiri himaye etmiştir. Hicri 357 (m.968) tari­hinde vefat etmiştir. (Bk. Mu´cemu´l-A´lâm, s. 621.)

[548] el~Belâgatü´l-vâzıha, s. 112; Delilü´l-Belâgati´l-vâzıha, s. 67.

Yrd. Doç. Dr. Nusreddin Bolelli, Belâgat, Rağbet Yayınları: 120-126.

[549] Kıyamet suresi, 75/22.

[550] el-Bürhân, 2/264; el-İtkân, 2/755; et-Tefsîrü´l-münîr, 29/262; el-Belâgatü´l-vâzıha, s. 112; Delilü´l-Belâgati´l-vâzıha, s. 67.

[551] Müzemmil suresi, 73/20.

[552] Safcetu´t-tefâsîr, 3/489. (trc, 7/147); et-Tefsîrü´l-münîr, 29/207.

[553] Bakara suresi, 2/179.

[554] Safvetu´t-tefâsîr, 3/471. (trc, 7/110)

[555] Bakara suresi, 2/185.

[556] el-Bürhân, 2/263; Mu´terekul-ekrân, 1/188; el-Belâgatü´l-vâzıha, s. 114; Delilü´l-Belâgati´l-vâzıha, s. 69.

[557] Al-i İmrân suresi, 3/ 107.

[558] el-îzâh, 2/403; et-Tefsîrü´l-münîr, 4/31; el-Belâgatü´l-vâzıha, s. 113; Delilü´l- Belâgati´l-vâzıha, s. 67.

[559] Âl-i İmrân suresi, 3/ 167.

[560] el-İtkân, 2/758; Safvetu´t-tefâsîr, 1/242; el-Belâgatü´l-vâzıha, s. 113; Delilü´l-Belâga­ti´l-vâzıha, s. 68.

[561] Nisâ suresi, 4/10.

[562] el-´hâh, 2/401; Safvetu´t-tefâsîr, 1/242. (trc,1/491).

[563] Tâhâ suresi, 20/40.

[564] el-Belâgatü´l-vâzıha, s.113; Delitü´l-Belâgati´t-vâzıha, s. 67.

[565] £«yr(2 sucfiri´, 26/84.

[566] el- İzâh, 2/403; el-Bürhân, 2/282; Mu´terekÜ´l-ekrân, 1/191; el-İtkân, 2/759; e/-Belâgatü´l-vâzıha, s. 114; Delilü´l-Belâgati´l-vâzıha, s. 69.

[567] Sâffât suresi, 37/101.

[568] el-Bürhân, 2/279; Mu´terekü´l-ekran, 1/190; el-İtkân, 2/758; el-Belâgatü´l-vâzıha, s. 113; Delilül-Belâgatil-vâztha, s. 69.

[569] Muhammed suresi, Ali 7.

[570] Safvetut´t-tefâsîr, 3/215. (trc, 6/102.); et-Tefsîrü´l-münîr, 26/83.

[571] Rahman suresi, 55/27.

[572] el-Bürhân, 2/263; Mu´terekü´l-ekrân, 1/187; el-İtkân, 2/755; Safvetu´t-tefâsîr, 3/303, (trc, 6/283); et-Tefstrü´l-miintr, 27/208,

[573] Hacc suresi, 22/48.

[574] Safvetu´t-tefâsîr, 3/404, (trc, 6/482).

[575] Cum´a suresi, 62/9.

[576] Safvetu´t-tefâsîr, 3/382, (trc, 6/440); et-Tefsîm´l-münîr, 28/194.

[577] Nuh suresi, 71/7.

[578] Safvetu´t-tefâsîr, 3/455, (trc, 7/76); et-Tefsîrü´l-münîr, 29/139.

[579] Tahrîm suresi, 66/6.

[580] Safvetu´t-tefâsîr, 3/413, (trc, 6/501); et-Tefsîrü´l-münîr, 28/315.

[581] Gâşiye suresi, 88/2.

[582] Safvetu´t-tefâsîr, 3/554, (trc, 7/297); et-Tefsîrü´l-münîr, 30/204.

[583] Mesed suresi, II1/1.

[584] Safvetu´t-tefâsîr, 3/619, (Trc.7/469); et-Tefsîrü´l-münîr, 30/455.

[585] el-Mürselât suresi, 77/48.

[586] Safvetu´t-tefâsîr, 3/505, (trc, 7/182) ; eî-Tefsîrü´lmünîr, 29/330.

[587] Bakara suresi, 2/ 19.

[588] el-îzâh, 2/399; el-Bürhân, 2/262; Mu´terekul-ekrân, 1/188; el-İtkân, 2/755; Safvetu´t-tefâsîr, 1/39, (trc.,1/65) ; et-Tefsîrü´l-münîr, 1/90.

[589] Yusuf sûresi, 12/36.

[590] e/-/za/ı, 2/403; el-Bürhân, 2/278; Mu´terekul-ekrân, t/190; el-İtkân, 2/7´58;Sajvetu´t-tefâsîr, 1/261, 2/53, (trc.,1/491, 3/161); et-Tefsîrü´l-münîr, 12/261.

Yrd. Doç. Dr. Nusreddin Bolelli, Belâgat, Rağbet Yayınları: 126-129.

[591] Delâilü´l-i´câz, s. 293-298; Miftâhul-´ulûm, s. 393-398; el-İtkân, 2/ 753-754; Esrâm´l-belâğa, s. 408-409; el-Vmde, 1/456; et-Mutavvel, s. 361; Keşşâfü ıstılâhâti´l-fünûn, 1/210-213; Cevâ-hiru´l-belâğa, s. 296; eî-Belâğatü´l-vâzıha, s. 115-122; İlmü´l-Beyân, s. 134-136; ´Ulûmü´l-belâğa, s. 270-276; el-Belâğatü´l-´arabiyye, 2/222-223; Mecâmi´u´l-edeb, İlm-i Beyân, s. 254; el-Câmi´, s. 161; Mu´cemü´l-mustalahâti´l-´arabiyye, s. 334; Mu´cemü´l-mustalahâti´l´belâğiyye, s. 591-595; Mu´cemü´l-belâğa-ti´l-´arahiyye.s. 150; Edebiyat Lügati, s. 96.

[592] Mu´cemü´l-a´lâm, s. 607.

[593] el-Kavlü´l-ceyyid, s. 59; el-Câmi´, s. 161.

[594] Mu´cemü´l-a´lâm, s. 523.

[595] Age, s. 36.

[596] el~Belâgatü´l-vâzıha, s. 115.

[597] el-Belâgatü´l-vâzıha, s. 116.

[598] Age., s. U5;Câmi$. 161.

[599] el-Belâgatü´l-vâzıha, s. 116.

[600] Esrârü´l-belâga, s. 294 ; İlmü´l-Beyân, s. 149; ´Ulûmü´l-belâğa, s. 271; el-Câmi´, s. 164; el-Belâgatü´l-vâzıha, s. 115.

[601] el-Belâgatü´l-vâzıha, s. 116.

[602] Age., s. 115.

[603] Age., s. U6.

[604] Age., s. 115.

[605] Age., s. 116.

[606] el-Belâğatu´l-vâzıha, s. 115; Cami´, s. 162.

[607] el-Belâğaîu´l-vâzıha, s. 116.

[608] Isrâ suresi ,17/45; et-Tefsîrü´l-münîr, 15/87; Cevâhiru´l-belâğa, s. 297.

[609] el-Belâgatü´l´Vâzıha, s. 116.

[610] Meryem suresi, 19/61.

[611] el-Belâgatü´l-vâzıha, s. 116.

[612] el-BelâgatüVvâzıha, s. 115.

[613] el-Belâgatü´l-vâzıha, s. 117-118; Cevâhiru´l-belâğa, s. 298.

[614] Adı geçen eserler, aynı yerler..

[615] Hudsuresi ,11 /43; ayrıca bk., Cevâhiru´l-belâğa, s. 299.

[616] el-Belâğatu´l-vâzıha, s. 117-118; İlmü´hBeyân, s. 151; Cevâhiru´l-belâğa, s. 298-299.

[617] el-Belâğatu´l-vâzıîıa, s. 117-118.

[618] Age., s. 117-118; Cevâhiru´l-belâğa, s. 298-299.

[619] Kasâs´suresi, 28/57.

[620] el-Belâğatu´l-vâzıha, s, 119.

[621] A.g.e., aynı yer.

[622] el-Kavlü´l´Ceyyid, s. 57; el-Belâğatu´l-vâzıha, s. 119.

[623] el-Belâğatu´l-vâzıha, s. 119.

[624] Age., aynı yer.

[625] Gâfir sûresi, 40/36-37; el-İtkân, 2/754; İlmul-beyân, s. 147.

[626] el-Belâgatü´l-vâzıha, s. 119.

[627] el-Belâgatü´l-vâzıha, s. 119; Delilu´l-Belâğa, s. 71; el-Câmi´, s. 161-161; ´Ulûmü´l-belâğa, s. 276.

[628] el-Belâgatü´l-vâzıha, s. 119; Delilu´l-Belâğa, s. 72.

[629] Adı geçen eserler, aynı yerler.

[630] Ali Imrân suresi, 3/181; aynca bk., el-Bürhân, 2/261; Safvetu´t-tefâsîr, 1/250, (lrc.,1/ 471); et-Tefsîrül-münîr, 4/184.

[631] Nisa suresi, 4/15; ayrıca bk., Safvetu´t-tefâsîr, 1/267, (trc, 1/504); et-TefsîrÜ´l-münîr, 4/289.

[632] Yunus suresi, 10/67; ayrıca bk., Sapetu´t-tefâsîr, 1/590, (trc, 3/48); eî-Tefsîrü´l-münîr, U/215.

[633] Hûd sûresi, 11/84 ; ayrıca bk., Safvetu´t-tefâsîr,2/32, (trc, 3/121); et-Tefsîrü´l-münîr, 12/123.

[634] Yûsuf sûresi, 12/48 ; ayrıca bk., Safvetu´t-tefâsîr, 2/60, (trc, 3/Î77); et-Tefsîrü´l-münîr

[635] Ra´d sûresi, 13/ 17; aynca bk., Safvetu´t-tefâsîr, 2/84, (trc, 3/226); et-Tefsîrü´l-münîr, 13/144.

[636] Isrâ sûresi, 17/12; ayrıca bk., Safvetu´t-tefâsîr, 2/156, (trc, 3/370); et-Tefsîrü´l-münîr, 15/31. Isrâ sûresi, 17/12; ayrıca bk., Safvetu´t-tefâsîr, 2/156, (trc, 3/370); et-Tefsîrü´l-münîr, 15/31.

[637] Isrâ sûresi, 17/59; aynca bk.,Safvetu´t-tefâsîr, 2/168, (trc, 3/394); et-Tefsîrü´l-münîr,

[638] Ankebutsûresi, 29/67; ayrıca bk.,el-İtkân, 2/761; Safvetu´t-tefâsîr, 2/469, (trc, 4/497-

498); et-Tefsîrü´l-münîr, 23/34.

[639] Sehe1 sûresi, 34/ 33; ayrıca bk., Safvetu´t-tefâsîr, 2/ 556, (trc, 5/140); et-Tefsîm´l-münîr, 22/187.

[640] İnsan suresi, 76/10; ayrıca bk.,Safvetu´t-tefâsîr, 3/497. (trc, 7/166); et-Tefsîrul-muntr, 29/286.

[641] AlT´´Sİ´ 95/´; 3ynCa bk" Safvetu´î-tefâsîr´ 3/579,(trc.,7/359).

[642] Alak sûresi, 96/16; ayrıca bk., Mu´terakü´l-akrân, 1/188; eUtkân, 2/756; Safvetu´t-]4 ?/584´^trc--7/369); et-Tefsîrü´l-münîr, 30/322.

[643] el- Karia suresi´ I0I/7; ayrıca bkz. el-Bürhân, 2/258; Mu´terakü´l-akrân, 1/186; W-"2/754; Safvetu´t-tefâsîr, 3/597, (trc, 7/405) ; et-Tefsîrü´l-münîr, 30/376.

Yrd. Doç. Dr. Nusreddin Bolelli, Belâgat, Rağbet Yayınları: 130-137.

[644] el-Kâmus, s. 1713; Miftâhu´l-´ulûm, s. 402; el-Mutavvel, s. 407; el-Külliyyât, s. 761;

Cevâhiru´l-beîâğa, s. 345; ´Vlûmü´î-belâğa, s. 279-291; İlmü´l-Beyân, s. 203; el-Be-lâğatü´l-´arabiyye, 2/135.

[645] el-Kâmus,s. 1713; Delâilü´l-i´câz, s. 306-314; Miftâhu´î-´ulûm, s. 402-412; et-

Ta´rîfât, s. 240; el-îzâh, 2/456; el-Bürhân, 2/300-301; Mu´terakü´1-akrân, 1/216; el-İtkân, 2/ 789-795; el-Külliyyât, s. 761; Keşşafa ıstılâhâti´l-fünûn, 2/ 1283-1288; Muh-tasarü´l-me´ânî, s. 376-384; Cevâhiru´l-belâğa, s. 346; el-Belâğa-tü´l-vâzıha, s. 123-132; İlmü´l-Beyân, s. 203, 211-227; ´Ulûmü´l-helâğa, s. 279-291; el-Belâğatü´l-´arabiyye, 2/135-151; Mecâmi´u´l-edeb, İlm-i Beyân, s. 293-296; el-Câmi´, s. 165; Mu´cemü´l-musialahâti´l-´arabiyye, s. 310-311; Mu´cemü´l-mustalahâti´l-belâğiyye, s. 568-573; Mu´cemü´l-belâğati´l-´arabiyye, s. 604-607; el-Belâğa ve´n-nakd, 2/72; Ede­biyat Lügati, s .88; Edebiyat Teorileri, s. 175.

[646] el-îzâh, 2/457; el-Mutavvel, s. 409; el-Külliyyât, s. 761; el-Belâğa-tü´l-vâzıha, s. 123-

125; el-Câmi´, s. 166-167; İlmü´l-Beyân, s. 212-218; ´Ulûmu 1-belâğa, s. 280-282 ; el-Belâğatü´l-´arabiyye, 2/136.

[647] Hansâ´nın esas adı Tümâdir bint ´Anır b el-Hâris eş-Şerîd er-Riyâhiyye es- Sülemiyye´dir. Câhiliyye ve islâmî dönemde yaşamış en meşhur arap şairlerinden bi­ridir. Aslen Necid halkındandır. Ömrünün büyük bir kısmını câhiliyye döneminde yaşamıştır. İslâmiyet geldikten sonra müslüman oldu. Süleym oğulları heyeti ile bir-İİkte Hz Peygamber´in ziyaretine gelmiş. Peygamberimiz (s.a.), onun şiirlerini dinle­miş ve çok beğendiğinden dolayı şiirleri söylemeye devam etmesini istemiştir. Hansâ´nın şiirlerinin büyük bir kısmı, câhiliyye döneminde öldürülen iki kardeşi Sahr ve Mu´âviye için söylediği mersiyelerden ibarettir. el-Hansâ´nın dört oğlu vardı. Her dördü de Hicrî 16 tarihinde el-Kâdisiyyc savaşında şehid oluncaya kadar kahramanca çarpışmışlar. el-Hansâ, bu savaşta onları, cesaret ve sebata teşvik etmiş. Dört oğlu, el-Kâdisiyye savaşında şehid olduktan sonra el-Hansâ şöyle demiş: " Onların şehid ol­malarıyla beni şereflendiren

Allah´a hamd olsun. (Bk. el-A´lâm, 2/86; Şerhu´§-şevâhid, s. 89; eş-Şi´r ve´ş-şü´arâ´, s. 123; ed-Dürrü´l-mensûr, s.109; A´lâmü´n-nisa, 1/305; Hümü´s-sihâbe, s. 94; Hizânetü´l-edeb, 1/208; Cemheretü´l-ensâb, s. 249.)

[648] e]-Müberred, el-Kâmil, 2/349-35Q;,.Miftâhu´l-´ulûm, s.402-404; el-îzâh, 2/456; el-Mutavvel, s. 409; el-Külliyyât, s. 761; el-Bürhân, 2/301; el-Belâğatü´l-vâzıha, s. 123-124; İlmü´l-Beyân, s. 214; el-Belâğatü´l-´arabiyye, 2/136; Cevâhiru´l-belâğa, s. 348-349; el-Câmi s. 166-167; Mu´cemü´l-mustalahâti´l-´arabiyye, s. 310.

[649] el-Mutavvel, s. 409; el-Belâgatü´l-vâzıha, s. 123-124; İlmü´l-Beyân, s. 206; el-Belâğatü´l-´arabiyye, 2/146-147; el-Câmi´, s. 165; Mu´cemü´l-mustalahâti´l-belâğiyye, s 569.

[650] el-Belâğatü´l-vâzıha, s. 123-124.

[651] el-lzâh, 2/457; el-Mutavvel, s. 409; el-Belâğatü´l-vâzıha, s. 123-124; el-Belâğatü´l-´arabiyye, 2/147; ´Ulûmü´l-belâğa, s. 281; Cevâhiru´l-belâğa, s. 349; Mu´cemü´l-Ktustplahâti´l-belâğİyye, s: 572.

[652] Mifiâhü´l-´ulûm, s. 408; el-Mutavvel, s. 411; el-Belâğatü´t-vâzıha, s, 123; Cevâhiru´l-

belâğa, s. 353.

[653] el-Belâğatü´l-vâzıha, s. 125-126; İlmü´l-Beyân, s. 213; ´UlÛmü´I-belâğa, s. 287-290; ei-Belâğatü´l-´arabiyye, 2/150; Mu´cemü´l-mustalahâti´l-´arabiyye, s. 99; Mu´cemü´l-mustalahâti´l-belâğiyye, s. 310.

[654] el-Belâgatü´l-vâzıha, s. 125.

[655] Age., s.126.

[656] Kâfur b. Abdullah el-Ihşîdî´nin (öl. 357/968) künyesi, Ebu´l-Misk´dir. Meşhur Mısır emirlerinden biridir. el-Mütenebbî adındaki şâir, Kâfur´un sarayında yaşamıştır. (Bk. Mu´cemu´l-A´lâm, s. 621; el-A´lâm, 5/216 .)

[657] el´Belâğatü´l-vâzıha, s. 126; Cevâhinı´l-belâğa, s. 352; Mu´cemü´l-mustalahâti´l-´arahiyye, s.3W; Mu´cemü´l-mustalahâti´l-belâğiyye, s. 573.

[658] el-Beîâgatü´l-vâziha, s.126.

[659] M´ftâhu´l-´ulûm, s. 402; el-îzâh, 2/456; el-Câmi´, s. 166; el-Belâgatü´I-vâzıha, s.126; Dehhü-Belâğa, s. 76.

[660] el-Belâgatü´l-vâzıha, s.126; Delilu´l-Belâğa, s. 76.

[661] Adı geçen eserler, aynı yerler.

[662] Adı geçen eserler, aynı yerler.

[663] Adı geçen eserler, aynı yerler.

[664] Kehf suresi, 18/42; ayrıca bk., el-Belâgatü´l-vâzıha, s. 126; Delitu´l-Belâğa, s. 76; 5af- 2/195. (trc. 3/445).

[665] el-Belâgatü´l-vâzıha, s.126; Deliîu´l-Belâğa, s. 77.

[666] el-Belâgatü´l-vâzıha, s. 126; Delilu´t-Belâğa, s. 77.

[667] Adı geçen eserler, aynı yerler.

[668] Adı gefen eserler, aynı yerler.

[669] el-Belâgatü´l-vâzıha, s. 128.

[670] Age., s. 129; Cevâhiru´l-belâğa, s. 353.

[671] el-Belâgatü´l-vâzıha, s. 130.

[672] ez-ZührÜf suresi, 43/18; ayrıca bk., Mu´terakü´l-akrân, 1/218.

[673] el-Belâgatü´l-vâzıha, s. 127.

Yrd. Doç. Dr. Nusreddin Bolelli, Belâgat, Rağbet Yayınları: 138-142.

[674] el~îzâh, 2/466; Mifîâhu´l-´ulûm, s. 411; el-Vmde, 1/517-518; el-Mutavvel, s. 412-413; el-Kütliyyât, s. 310; Kessâfü ıstılâhâti´l-fünûn, 2/1286; el-Belâgatü´l-vâzıha, s. 125; ´Ulûmü´l-belâğa, s. 284; el-Belâğatü´l-´arabiyye, 2/140; Cevâhiru´l-belâğa. s. 350; Mu´cemü´l-mustalahâti´l-´arabiyye, s, 310; Mu´cemü´l-mustalahâti´l-belâğiyye, s. 415; Mu´cemS´l-betâğati´l-´arabiyye, s. 637.

[675] el´{zâht 2/459; el-Belâgatü´l-vâzıha, s. 125.

[676] el-Izâh, 2/459; el-Mutavvel, s. 413; Deliîü´l- Belâgati´l-vâzıha, s. 146.

[677] el-izâh, 2/459

[678] el-hâh, 2/466; Miftâhu´l-´ulûm, s. 411; el-´Umde, 1/517-518; el-Mutavvel, s. 413; Kâfü ıstılâhâti´l-fünûn, 2/1286; el-Belâğatü´l-vâzıha, s. 125; ´Ülûmü´l-heiâğa, s. ; el-Belâğatü´l-´arabiyye, 2/141; Cevâhiru´l-belâğa, s. 350; Mu´cemü´l-mustala- hâti´l-´arabiyye, s. 310; Mu´ce-rnü´I-rnustalahâti´l-helâğiyye, s. 498; Mu´cemü´l-belâğaîi´l-´arabiyye, s. 264-265; el-Belâğa, s. 45.

[679] el-Belâğa, s. 45.

[680] el-hâh, 2/458; el-Mutavvel, s. 413; Delilü´l- Belâgati´î-vâzıha, s, 146; Cevâhiru´l-belâğa, s. 350.

[681] Mifiâhu´l-´ulûm, s. 411; Muhtasarü´l-me´ânî, s. 380.

[682] el-Belâgatü´l-vâzıha, s. 129; Delilü´l- Belâgati´l-vâzıha, s. 80; Cevâhiru´l-helâğa, s. 350.

[683] c/-/zâA, 2/466-467; Mifiâhu´l-´ulûm, s. 411; el-Vmde, 1/513-515; el-Mutavvel, s. 413; el-Külliyyât, s. 120; Keşşâfü ıstılâhâti´l-funûn, 2/1286; el-Bclâğatü´l-vâzıha, s. 125; Vlûmü´I-belâğa, s. 284; el-Beîâğatü´l-´arabiyye, 2/141; Cevâhiru´l-belâğa, s. 350-351; el-Câmi´, s. 169; Mu´cemü´l-mustalahâti´l-beiâğiyye, s. 216-217; Mu´cemü´l-belâğaü´l-´arabiyye, s. 748-749.

[684] el-hâh, 2/467; Mifiâhu´l-´ulûm, s. 411; el-Mutavvel, s. 413; Vlûmü´I-belâğa, s. 284; Cevâhiru´l-belâğa, s. 351-354; Mu´cemü´l-bclâğati´l-´arabiyye, s.748; el-Belâğa, s. 45-

[685] Tevi?lü müşkili´l-Kur´ân, s. 263-272; e2/467; Mu´teraku I-akran, 1/220; Mifiâhu´l-´ulûm, s. 411; el-Vmde, 1/517; el-Mutavvel, s. 412; el-Külliyyât, s. 762-763; Keşşâfü ıstılâhâti´l-fünûn, 2/1286; el-Belâğatü´l-vâzıha, s. 125; İlmü´l-Beyân, s. 219-221; ´Ulûmu 1-belâğa, s. 283-285; el-Belâğatü´t-´arabiyye, 2/15, 140-152 vd.; Cevâhiru´l-belâğa, s. 350-351; el-Câmi´, s. 169; Mu´cemü´l-mustalahâti´l-´arabiyye, s. 310; Mu´cemü´Umustalahâti´l-belâğiyye, s. 379-382; Mu´cemü´l-belâğati´l-´arabiyye, s. 418-420; el-Belâğa, s. 45.

[686] Feyzül kadir, 3/481 (No: 4044); Mu´cemü´l-mııstalahâti´l-helâğiyye, s. 310.

[687] Buharî, imân 5, Rikâk 26; Müslim, İmân 64,65; £6» DS-150;el-Câmi´,S. 169.

[688] el-İzâh, 2/467; el-Belâğa, s. 45.

Yrd. Doç. Dr. Nusreddin Bolelli, Belâgat, Rağbet Yayınları: 143-145.

[689] Bakara suresi, 2/ 10; ayrıca bk., Safveîıı´t-tefâsîr, 1/38, (trc. 1/64); et-Tefsîrü´l-münîr, 1/ 80.

[690] Bakara suresi, 2/ 187; ayrıca bk.. el-Kâmil, 2/9; Sajvetu´t-tefâsîr, 1/123, (trc. 1/226); et-

Tefsîrü´l-münîr, 2/147.

[691] Ali ´İmrân suresi, 3/3; ayrıca bk., Safvetu´t-tefâsîr, 1/185, (trc.1/345); et-Tefsîrii´1-münîr. 3/144.

[692] /Vû-â suresi, 4/1; ayrıca bk., el-Bürhân, 2/301; Mu´terakü´i-akrân, 1/216; el-Belâğatü´l-

´arabiyye, 2/144.

[693] Mâ/flfc .m/r.?/, 5/64; ayrıca bk., Safvetu´t-tefâsîr i 1/354, (Ere.2/120); et-Tefsîrü´l-münîr.

6/249.

[694] Enam Suresi, 6/45; ayrıca bk., Safvetu´t-tefâsîr, 1/394, (trc.2/199); et-Tefsîrü´l-münîr.

7/198.

[695] Ahzâh sûresi, 337 49İ~ayncV]^S^elurt-tefîLsîr, 2/533, (trc.5 /97); et-Tefsîrii´1-münîr, 22/46.

[696] Sebe´sûresi, 34/49; ayrıca bk., Safvetu´t-tefâsîr, 3/562, (trc.5 /151-152); et-Tefsîrii´l-münîr, 22/205.

[697] Sâjfâi sûresi, 37/ 48; ayrıca bk., Safvetu´t-tefâsîr, 3/35, (trc.5/248); et-Tefsîrü´l-münîr, 23/88.

[698] Sâd sûresi, 38/ 33; ayrıca bk., Safvetu´Mefâsîr, 3/66, (trc.5/309); et-Tefsîrü´l-münîr, 23/197.

[699] Zümer Suresi, 39/56; ayrıca bk., Safvetu´t-tefâsîr, 3/91, (trc.5/355).

[700] Mumin Suresi, 40/15; ayrıca bk., Safvetu´t-tefâsîr, 3/401,(trc.5/401); et-Tefsîrü´l-munîr, 24/87.

[701] Fetih Suresi, 48/22; aynca bkj Sitfvem´Mefâstr, 3/229, (ire. 6/132); et-Tefsîrü´l-münîr, 26/185.

[702] Kamer sûresi, 54/13; ayrıca bk., Safvetu´t-tefâsîr, 3/291, (trc.6/257); et-Tefsîrü´l-münîr, 27/154.

[703] el-Hakka sûresi, 69/45; ayrıca bk., Safvetu´t-tefâsîr, 3/440, (Ere,7/45)

[704] Tekvîr sûresi, Sİ/22; ayrıca bk., Safvetu´t-tefâsîr, 3/526, (trc.7/230); et-Tefsîrü´1-münîr,30/87.

[705] İnşikâk sûresi, 84/19; ayrıca bk., Safvetu´t-tefâsîr, 3/539, (trc.7/261); et-Tefsîrü´l-münîr, 30/145.

[706] 7an£ jörej/, 86/ 7; ayrıca bk., Safvetu´t-tefâsîr, 3/547, (trc.7/279); et-Tefsîrul-münîr, 30/174.

[707] i4/<7* j/îrej/, 96/ 9-10; ayrıca bk., Safvetu´t-tefâsîr. 3/564, (trc.7/369); et-Tefsîrü´i-münîr, 30/322.

[708] Tekâsür sûresi, 102/2; ayrıca bk., Safvetu´t-tefâsîr, 3/599, (trc.7/412); et-Tefsîrü´l-münîr, 30/382.

Yrd. Doç. Dr. Nusreddin Bolelli, Belâgat, Rağbet Yayınları: 146-148.