Kur´an Edebiyatı

Önsöz.
Giriş
I. Fesahat
II. Belagat
III. Üslûp

BELAGAT

KUR´AN EDEBİYATI

Önsöz

Rahman ve Rahîm olan Allah´ın adıyla

Hamd, o Allah´a mahsustur ki, edebiyatçıların ifâdesi âyetlerinin mâna­larım kapsamaktan ve dilleri onun eşsiz edebî san´atlarmı açıklamaktan âciz kalmıştır.

Araplar içinde en fasîh konuşan, belâğat´m iki tarafı sayılan icaz (sözü kısaltma) ve itnâbı (sözü uzatma) bilen Peygamberimize, doğru yolu gösteren, hakikata, mecazı katan onun âlına ve ashabına salât ve selâm ol­sun.

Bu kitap, "Belagat İlmi"nin üç ayrı şubesi olan "Beyân", "Me´ânî" ve "BedV" hakkında yazılmış olup kolay ve rahatça anlaşılan, usandırıcı uzat­malardan ve mânayı bozan kısaltma gibi ayıplardan beridir. Bu kitabı te´lif ederken en kolay tertip şekli ile en açık üslûp takip edildi. Belagat ilminin kaidelerinin özeti ve bu ilmin ana konuları bu kitapta toplandı.

Genel olarak misaller "el-Belâğatü´l-vâzıha", "Delîlü´l-Belâğati´l-vâzıha", "el-Câmi"´,"´Ulûmü´l-belâğa", "Cevâhirü´l-belâğa"´, "Ilmü´l-Me´ânî", "II-mü´l-Beyân", "İlmü´l-Bedî"´´, "el-Belâğatü´l-´arabiyye", "Mu´cemü´l-belâ-ğati´l-´arabiyye" ve "Mu´cemü´l-mustalahati´l-belâğiyye" gibi modern bela­gat kitaplarından alındı. Ayrıca klasik belagat kitaplarından da en çok "Miftâhü´l-´ulûm" "el-İzâh", "el-Mutavel" ve "Muhtasar ü´l-me´anî" gibi eserlerden istifâde edildi. Şiirler, âyetler ve diğer misallerin tamamı hareke­li olarak yazıldı. Her bölümün baştarafında, verilen misâllerdeki edebî san´atlar hakkında açıklamalar yapıldı. Her konunun sonunda, o konu ile il­gili birkaç âyet misâl olarak verildi. Bu âyetlerdeki edebî san´atlar hakkında; "el-Bürhân", "Mu´terekü´l-akrân", "el-îtkân´ "Safvelü´t-tefâsîr" ve "et-Tefsîrü´l-münîr" gibi eserlerdeki ilgili yerlere işaret edildi. Bazı ko­nularda; Hadislerden ve Darb-ı mesellerden de misaller verildi. Kitabın hacmi çok büyük olacağı endişesi ile az miktarda Türkçe misal verilmiş. Fakat Farsça misaller verilmemiştir.

Şiirler ve âyetler tercüme edilirken metne bağlı kalmaya azamî dikkat gösterildi. Dipnotlarda her konuda dipnot numarası müstakil olarak verildi.

Konuları fazla uzatmamak ve okuyucuların değerli vakitlerini boşa har­camalarını önlemek gayesiyle, onların fazla ihtiyaç duymadıkları birçok bilgi ve alt konular bu kitaba alınmamıştır.

Özellikle Kur´ân-ı Kerîm´deki ve diğer arapça metinlerdeki edebî sanat­ları öğrenmek gayesi ile bu kitapta okuyuculara bir nebze hizmet etmişsek kendimizi bahtiyar sayıyoruz.

Çalışmamızda; beşeri ve teknik za´aflardan dolayı bazı yerlerde muhte­mel hatâ ve eksikliklerin okuyucu tarafından müsamaha ile karşılanacağını umuyoruz. Muhtemel hatâları tesbit eden okuyucuların, bu hatâları yazılı olarak tarafımıza bildirmelerini temenni ediyoruz. ;

Bu kitabın tashihinde maddî ve mâ´nevî yardımlarından istifâde ettiğim mesaî arkadaşım Dr. Rahmi Yaran, Yard. Doç. Dr. Nedim Yılmaz ve diğer zatlara, kitabın basımını üstlenen Rağbet Yayınları yetkililerine teşek­kürlerimi sunuyorum. Bu kitabı, faydalı ve bereketli kılmasını Yüce Allah´tan temennî ediyorum.

Yard. Doç. Dr. Nusrettin BOLELLİ

M. Ü. İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi[1]

Giriş

Bu bölümde, kelimenin fesahati, tenâfür-i hurûf, kıyasa aykırı olması, garabet, kulağı tahriş etmesi gibi fesahatin özellikleri; kelâmın fesahati, tenâfür-i kelimât, atıf yapılmadan fiillerin ardarda gelmesi, za´f-ı te´lîf, lafzı ve ma´nevî ta´kîd, tekrarın çokça yapılması, sıfat tamlamalarının peşpeşe gelmesi, zincirleme isim tamlaması; mütekellimin feshahatı; Belagat, kelâ­mın belagatı, müteke ilim inim belagatı; İlmî, edebî ve hitapta kullanılan üslûplar ele alınarak incelenecektir. [2]

I. Fesahat

Fesahat: sözlükte; açık olma ve ortaya koyma mânasını ifâde eder. Çocuk, açık, düzgün ve anlaşılır bir şekilde konuştuğunda; denilir.[3]

Yüce Allah, Hz. Musa´nın dilinden şöyle buyurmuştur: «Kardeşim Harun´un dili benimkinden daha düz­gündür.[4]

Sabah, ortalık aydınlandığı zaman denilir.[5]

Istılahta ise; "Fesahat", sözün ses ve mâna kusurlarından arınmış ol­masıdır. Fasih söz, mânası kolay anlaşılan, rahat telaffuz edilen, dizimi mükemmel olan sözdür.[6] Bundan dolayı fasîh bir konuşmada veya yazıda bulunan her kelimenin sarf kurallarına uygun olması, mânasının açık ve anlaşılır olması, tatlı ve akıcı olması gerekir.

Bir kelime, ancak meşhur yazarlar ve şairler tarafından kullanılması alışkanlık haline gelirse bu niteliklere sahip olur. Çünkü o kelime yukarıda geçen bütün mükemmellik vasıflarım ve iyi nitelikleri tamamlamakla güzelliğe sahip olduğu için onların dillerinde dolaşmış ve kalemleri ile yazılmıştır.

Şüphesiz ki düşüncelerin durumu; yiyecek, içecek, ilaçlar ve diğer istek ve ihtiyaçların durumuna benzer. Bunlardan bir kısmı tabiatı ile tatlıdır, bir kısmı, ekşidir, bir kısmı acıdır, bir kısmı pürüzsüz, bir kısmı katıdır, bir kısmı yumuşaktır, bir kısmı serttir ve bir kısmı da mide bulantısına sebep olup kusturucudur, bir kısmı da şehveti tahrik eden ve ağzı sulandırandır.[7]

Kelimelerin güzelliğini ve akıcılığını bilmede ve onda bulunan kabalık yönlerini ve tiksinilecek görüntüleri birbirinden ayırmada yegane dayanak zevk-i selimdir. Çünkü kelimeler seslerden oluşur. Bülbülün sesiyle coşan ve papağan ile karga sesinden nefret eden kimse, garip olan, kulağı tahriş eden ve dile ağır gelen harfleri kapsayan kelimeden nefret eder ve tiksi­nir.[8]

Fesahatin kapsamı: Fesahat, kelimede, kelâmda (sözde) ve müte-keliimde bulunan bir vasıftır.

1- Kelimenin fesahati: Bir kelimenin fasîh olması için, onun;" tenafür-i huruf´tan, "kıyas´a aykırı olmak"tan, "garabet" ten ve "kulağı tahriş etmek"ten salim olması, gramer kurallarına uygun olması, edebiyatçılar tarafından çok kullanılması, halk tarafından da fazla kulIanılmayan bir söz olması gerekir.[9] Şimdi bu ifâdeleri tek tek ele alalım:

a) Tenafür-i hurûf: Konuşanın diline ağır gelen; din­leyicinin kulağına hoş gelmeyen ve kelimenin telaffuzunu güçleştirmeye se-beb olan bazı harflerin bir kelimede toplanmasıdır.[10]

Mesela: Sert toprak için deve dikenine kurbağa sesine tatlı temiz suya demek gibi. Ve ayrıca;

«Arkayı süslemekte olan sevgilinin o kömür gibi siyah ve sık, hurma sal­kımı gibi gür olan saçlarının saçbağı kısmı, basın yukarılarına doğru top­lanıp bağlanmış ve saçın (sık ve gür olmasından dolayı) bağlı olan bölük­ler bükülü ve sarkık olan diğer iki bölük saçların arasında kaybolarak gözükmemektedir.» beytinde "bükülmüş ipler" mânasına gelen; kelimesi gibi/[11]

Yağmurlu bulut için kullanılan; kelimeleri, kolay talaf-fuz edilip kulağa hoş gelirler. Fakat aynı mâna için kullanılan keli­mesinin hem talaffuzu zordur, hem de kulağa ağır gelir/[12] Sesi gür olan adam/[13] Bunların benzerleri arapça kelimeler içinde çoktur. Onlar, sağlam zevk ile anlaşılabilirler.

b) Kıyas´a aykırı olması: Kelimenin, dil kaidelerine aykırı olmasıdır/[14]

Mesela: el-Mütenebbî´nin (Ahmed b. Hüseyin)(Öl.354/965),[15] aşağıdaki şiirinde bulunan kelimesi gibi:

«Eğer bazı insanlar, devlet için bir kılıç gibi iseler, insanlar içinde, bora­zan ve davul gibi ( yani içi boş olan hünersiz) kimseler de vardır.) »

Çünkü Arap Dilbilgisi kurallarına görekelimesinin kırık çoğulu değil, olmalıdır.[16]

Yine el-Mütenebbî´nin aşağıdaki şiirinde bulunan kelimesi de böyledir:

«Oğullarım, gerçekten alçak ve (benimle) ilgilenmeyen kimselerdir. Kalb-lerinde bana karsı hiç sevgi yoktur.» Kaideye göre; sözkonusu kelimenin idgam ile şeklinde gelmesi gerekir/[17]

Ayrıca Ebu´n-Necm el-Fazl b. Kudâme´nin (Öİ.13O/747),[18] aşağıdaki beytindeki kelimesinde de tenâfür vardır.

«Hamd, Yüce, Celîl, Vâhid, Ferd, Kadîm, Evvel olan Allah´a aittir.» Bu beyitteki kelimesinin de şeklinde idgamla gelmesi gerekir/[19]

c) Garabet: Mânası (herkes tarafından) bilinmeyen ve Arap edipleri tarafından nesir ve şiirlerinde kullanılması alışkanlık haline gelm­eyen bir kelimenin kullanılmasıdır/[20]

Meselâ: Merkebinden düşen ve etrafında insanların toplandığını gören İsâ b. Ömer (öl.149/766),[21] onlara seslenerek şöyle demiş:

«Size ne olmuş cin çarpmış birisinin başına toplandığınız gibi başıma toplanmışsınız? Ben­den uzaklasınız.»

İsâ b. Ömer, bu sözlerinde; Toplanma mânasını ifade etmek için î£î<£ ; uzaklaşmak ve dağılmak için kelimelerini kullanmış tır.[22]

Ru´be b. Abdullah el-´Accâc (öl. 145/762),[23] bir medhiyede şöyle demiş: " ve kömür gibi siyah saçı ve inceliği ve düzgünlüğü ile"es-Süreycî"adındaki demircinin yaptığı kılıca benzeyen burnu.(Veya parıltı­sında ve saçtığı ışıkta lambaya benzeyen burnu.)»

Şâirin, Recez veznindeki bu şiirinde geçen? kelimesinde garabet vardır/[24]

d-Kulağı tahriş etmesi:

Yâni; kelime, kulağa hoş gelen, kaba olmayan ve kendisinden nefret edilmeyen bir şekilde olmalıdır/[25]

«O kibirlendi. Halbuki onlar, hiçbir zaman bu huylanyla iftihar etmezler. Onlarda, soyca asaletlerine delâlet eden bazı huylar vardır. »

el-Mütenebbî´nin, bu beytinde kullandığı kelimesi, kulağı tahriş eder. Halbuki bu kelime yerine aynı mânaya gelen kelimesini kul-lansaydı kulağa hoş gelirdi/[26]

2- Kelâmın (cümlenin) fesahati : Cümlede bulunan kel­imelerin fasîh olmalarıyla birlikte, buna ilâveten cümlenin; "tenafür-i keli-mat"tan,"za´f-ı te´lif´ten, lafzî ve mâ´nevî "ta´kîd"den,"fazla tekrar"dan, peşpeşe yapılan "izafetlerden" ve ardarda gelen "sıfatlardan" salim olmasıdır.[27] Başka bir ifâdeyle; kelimeleri kolay, mânaları açık, dizimi mü­kemmel, lafızları birbiriyle uyumlu, kelimeleri fasîh, tiksindirici ve yap­macık olmaktan uzak; Arapça sarf ve nahiv kurallarına aykırı olmayan ke­lime ve terkiplerinde Arapça konumundan çıkmayan; içinde "tenâfür-i ke-limât", "za´f-ı te´lif" ve "lafzî ve ma´nevî ta´kîd", fazla tekrar, peşpeşe gelen izafet ve ardarda gelen sıfatlar bulunmayan sözlere fasih sözler denilir.[28]

Cümlenin fasîhliğine zarar veren unsurlar şunlardır:

a) Tenâfür-i kelimât; Bu, bazı kelimelerin yanyana gelmesi ile sözün kulağı tahriş etmesini ve dile ağır gelmesini ve talaffuzu-nun zorlaşmasını gerektiren bir vasıftır.[29]

Mesela:«Harb´in mezarı ıssız bir yerdedir. Harb´in mezarının yakınında hiçbir me­zar yoktur.»[30]

«O cömerttir. Onu övdüğümde, insanlar da benimle birlikte onu över. Fa­kat onu kınadığımda, ben yalnız başına onu kınarım.»[31]

b) Atıfsız fiillerin ardarda gelmesi: el-Mütenebbî´nin, Seyfüddevle´yi

övdüğü aşağıdaki şiirinde olduğu gibi:

«Affet, bağış ver, toprağım bağışla, bineğinle taşı, yücelt, teselli et, ardar­da bağışla, (ikinci kez yaptığın bağışını) artır, gönül rahatlığı ile iyilik et, güler yüzlü ol, ihtiyaç fazlasını bağışla, yaklaştır, sevindiren şeyleri yap, yakınlarına bağışta bulunarak ilişkini sürdür!» [32]

c) Za´f-ı te´lîf: Bir sözün, meşhur olan nahiv kurallarına aykırı olmasıdır. Arapça Dilbilgisi kurallarına göre bir kelimenin yerine za­mir kullanılabilmesi için, o zamirin merciinin daha önce zikredilmiş olması veya zikredilmese bile, kelimelerin cümle içinde sıralanışına göre daha önce zikredilecek bir konumda olması gerekir.[33]

Hassan b. Sâbit´in (öl.54/674),[34] şu şiirinde bu kurala uyulmamıştır.

«Şayet şeref (insanlardan) birisini, ebedî kılsaydı, (hayatı boyunca ömrü­nün uzamasını ve bu dünyada kalmasını sağlasaydı) Mut´im (b.f Adî)´nin cömertliği onu ebedîleşüridi,»[35] Bu şiirde, kelimesindeki zamir, daha sonra gelecek Mut´im´e işaret eder. O, mefulün bihi olduğu için geride bulunması gerekir[36]

«Hizmetçisi Zeydi dövdü.» Bu misâldeki zamir, cümle­nin sonunda bulunan kelimesine işaret eder. Lafzen ve mâna açısından geride bulunan bir kelimeye, zamirin işaret etmesi cumhura göre caiz değil­dir.[37]

Şâirin, aşağıdaki beytinde lafız ve rütbe (mâna) bakımından önce geçme­miş olan bir söze, zamir ile işaret etmesi de böyledir.

«Ebu´l-Ğaylan´ın (bir çeşit cindir) oğulları, kendisinin ihtiyarlığı ve onlara daha önce yaptığı iyilik yüzünden onu Sinnimâr[38] gibi cezalandırdılar.[39]

d)Ta´kîd: Kelamın kasdolunan mânayı ifâde edebilme im-kanından uzak olması kasdolunan mânaya gizli bir şekilde delâlet etmesidir. Bu da iki kısımdır:

aa) Lafzî ta´kîd; Bazı lafızların öne geçirilmesi, son­raya bırakılması veya lafızları birbirinden ayırmak suretiyle, lafzın, kasdo­lunan mânayı ifâde etmemesidir. Buna lafzî ta´kîd (ta´kîd-i lafzî) denir.[40] el-Ferazdak´m (Hemmâm b. Galip) (öl.HO /728),[41] Hişâm b. Abdiil-melik´in dayısı İbrahim b. Hişâm b. İsmail el-Mahzûmî´yi methettiği şu şirinde olduğu gibi:

«insanlar içinde bir padişah müstesna, faziletlerde ona benzeyen hiçbir canlı yoktur. (Zaten) o padişahın (Hişâm b. Abdulmelikin) annesinin ba­bası, onun da (İbrahim´in de) babasıdır.» (Yani kızkardeşinin oğlundan (Hişâm´dan) başka hiç kimse onun gibi olamaz).[42]

Bu ibarenin normalde şöyle olması gerekir: Bu şiirde mübtedâ ve haberin arasına, onları birbirinden ayıran yabancı bir kelime olan kelimesi girmiş; sıfat ve mevsuf arasına, onları birbirinden ayıran yabancı bir kelime girmiş. Müstesna müstesna minhden önce gelmiş. Ayrıca bedel ve mübdelün minh arasına bir çok kelime girerek onları birbirinden ayırmıştır. kelimesi, edatının ismidir, ibaresi bu edatın haberidir.[43] Konuyla ilgili başka bir misâl:

Bu ibarenin aslı şöyledir

" Muhammed, kardeşiyle beraber sadece bir "kitap okudu[44] "Manevî (mâna yönünden) ta´kîd Böyle bir ta´kîd, kendisinden ne kasdedildiği anlaşılmıyan bazı mecaz ve kinayelerin kul­lanılmasıyla meydana gelir.[45] Mesela Padişahın casuslarını kasdederek;

"Padişah, dillerini (casuslarım) şehre yaydı," demek gibi. Bunun doğrusu; «Casuslarını yaydı». dır.[46]

İkinci bir örnek olarak şâir´in şu beytini gösterebiliriz:

«Yakın olabilmeniz için, artık evimin sizden uzak olmasını isteyeceğim. Gözlerim, kurumak için göz yaşlarını dökmektedir. (Yâni şimdiye dek size ne kadar yaklaşmak istediysem de sizden uzaklaştım. Şimdi ise size yak­laşabilmek için uzaklaşmayı arzu edeceğim.)" Şâir, gözün kuruması ile, se­vinci kasdetmiş. Halbuki gözün kuruması ile, kinaye yoluyla, üzülürken ağlamamak kasdedüir.[47]

Ta´kîd-i ma´nevîye bir başka örnek de şu beyittir:

«Korku anında, yüzünü uzun hurma dalları ile kapatmış olan ata binerim.» Bu şiirde, atın alnındaki kılların uzunluğundan bahsediliyor. Halbuki böyle bir at, Arap-larca muteber ve soylu sayılmaz. Ayrıca bu şiirde at, çevikliğinde çekir­geye benzetiliyor.[48]

e) Tekrarın çokça yapılması:

Bir sözde, bir kelimenin, kasdedilen mânasının anlaşılmasını zor­laştıracak şekilde veya zihinde faydası olmadığı halde birkaç defa tekrarlan-masıdır. Mânayı anlamayı zorlaştıran veya herhangi bir fayda mülahaza edilmeden tekrarlanan lafız; fiil, isim, zamir ve edat olabilir.[49] Şairin aşa­ğıdaki beytinde olduğu gibi:

«Eğer sen, sen sırrı gizleseydin, (Böylece) Sen, olduğumuz ve olduğun gibi olurdun. Fakat bu olmadı.»[50]

f) Zincirleme isim tamlamasının olması:

İzafet terkiplerinin birkaç tanesinin peşpeşe zikredilmesinden doğan fesahat arızasıdır. [51]

Aşağıdaki beyitte ilk dört kelime, izafet terkipleri ha­linde ardarda zikredilmiştir:

büyük kayalığın kumluğunun güvercini, öt! Çünkü sen, Su´âd tarafın­dan görülebilir ve duyulabilir bir yerdesin.»[52]

g) Sıfatların peşpeşe gelmesi :

Bir ibarede birkaç sıfatın ardarda zikredilmesinden doğan fesahat arızasıdır.[53] el-Mütenibbînin, Abdullah b. Horasan et-Tırablusî için söyle­diği şu medhiyesinde olduğu gibi:

«O, nice yakın, uzak, seven, buğzeden, neşeli, soylu; tatlı, acı, yumuşak ve hırçındır. »[54]

Özetle cümleyi oluşturan kelimelerin dile ağır gelmeyen, kulağı tahriş etmeyen, konuşanı ve dinleyiciyi usandırmayan, garip olmayan sözlerden oluş-maları gerekir. Mânasını anlamak için sözlüğe bakmayı gerektirmeyen ve anlaşılması için zihni yormaya gerek kalmayan garip kelimelerden ve dil kurallarına uygun olmayan kelimelerden yani gramer kurallarına ve kıyasa aykırı olan sözleri içermeyen kelimelerden meydana gelmesi gerekir. Sö­zün tatlılığını ortadan kaldıran ve nefrete sebep olan tekrarların içinde bu­lunmadığı; aradarda gelen izafet tamlamalarının olmadığı; halkın anlaya­cağı ve edebiyatçıların takdir edeceği güzel üslûbu seçmek, çirkin ve halk tarafından çokça kullanılan sözleri kullanmaktan sakınmaktır. [55]

3- Mütekellimîn fesahati: Hangi maksatla olursa olsun, mütekellimin meramını fasîh bir kelamla açıklayabildiği bir kabiliyettir. [56]

Hz. Ebu Bekir´in (Öİ.13/634)[57] halife olduğunda yaptığı şu konuşma­sında olduğu gibi:

«Sizin en hayırlınız olmadığım halde size idareci olarak tayin edildim. Şayet bu işi iyi yaparsam bana yardım ediniz. Kötü yaparsam hatâlarımı düzeltiniz! Doğruluk emânet, yalan hiyânettir, içinizde güçsüz olan birisi, hakkını kendisine iade edinceye kadar benim nazarımda güçlüdür, içinizde kuvvetli olan birisi, (gasb ettiği) hakkı kendisinden alıncaya kadar benim nazarımda zayıftır, Allah ve Peygamberine (s.a.s.) itaat ettiğim müddetçe siz de bana itaat edin! Şayet ben Allah ve Peygam­berine (s.m.s.) karsı isyan edersem., sizin hiç bir şekilde bana itaat etmeniz gerekmez.»[58]

II. Belagat

Belagat; sözlükte, varmak ve hedefe ulaşmak mânasına gelir.ibaresi, ulaştı ve vardı mânasına gelir. Herhangi bir kimse mak-şadına ulaştığı zaman; ve konvoy, şehre vardığı zaman da: denir. Fasîh, açık- seçik ve güzel konuşan adama denir[59]

Bir terim olarak "Belagat"; doğru bir mânayı, kendisine uygun olan üstün ifâdelerle anlatmaktır. Belagat, hem kelamın (sözün), hem de mütekellimin vasfı olarak kullanılır.

1- Kelamın belagatı: Bir sözün hem fasîh (kusursuz) ol­ması, hem de durumun gereğine (müktezâ-yi hâle) uygun olmasıdır (Yani yerinde, yeterince ve adamına göre söz söylemektir).[60]

Müktezâ ve hâl kelimelerini kısaca açıklayalım:

a) Hâl: "Makam" olarak da ifâde edilir. Mütekellimi, özel bir tarzda konuşmaya mecbur eden(sürükleyen) durumdur.[61]

b) Müktezâ: Buna; durumun gereği de denilir. Sözün, özel bir tarzda söylenmesini gerektiren duruma "müktezâ" denir. Örneğin övme, ibarenin "itnâb" şeklinde söylenmesini gerektiren bir durumdur. Mu­hatabın zekî olması, ibarenin icaz üslubuyla söylenmesini gerektiren bir du­rumdur. Öyle ise övme ve zekanın her biri birer hâl, itnâb ve icâz´ın her biri, müktezâ, sözü (kelamı) itnâb ve icaz şeklinde söylemek de onun müktezâya uygun olmasıdır, diyebiliriz.[62]

2- Mütekellîm (konuşan kimse)´in belagatı: "Hangi gaye ile olursa olsun" mütekellimin meramını (Müktezâ-yi hâle uygun) beliğ bir kelamla (açık ve anlaşılır bir sözle) açıklayabilme kabili­yetidir.[63]

Tenafür, zevk ile; kıyâsa muhalefet, sarf ilmiyle; za´f-ı te´lîf, ve lafzî ta´kîd, nahiv ile; garabet, Arapçayı çok iyi bilmekle; ma´nevî ta´kîd, bey­an ilmiyle; hâl ve müktezâsı da me´âni ilmiyle bilinir. Öyle ise belagatı öğrenmek isteyen kimsenin; lügat, sarf, nahiv, me´anî ve beyân ilimlerini iyi bilmesi, bu ilimlerle birlikte zevk-i selîni (sezme kabiliyeti) sahibi olması ve Arapçayı çok iyi bilmesi gerekir.[64]

Not: En fasîh sözler; Kur´ân-i Kerîm´in âyetleri ve peygamberimizin sözlü hadisleridir. Daha sonra bazı sahabenin ve bazı Arap şâir ve edipleri­nin sözleri onları ta´kip eder.[65]

Beyân, Me´ânî ve Bedî´ ilimlerinin genel olarak "Belagat" ilmi denir. [66]

III. Üslûp

Sözden kasdedilen gayeyi elde etmeye en yakın olan ve dinleyiciler üzerinde en etkili olan bir şekil üzerinde (bir tarzda) dizilen kelimelere, dökülen mânaya üslub denir.[67] Başka bir ifâde ile; yerine ve zamanına göre yapılan değişik konuşma şekillerine veya yazı ile ifâde edilen mânalara üslup denilir. Üslûp üç kısma ayrılır:

1- İlmî üslûp: Bu en sakin üsluplardandır. Bu, üsluplar içinde sağlam mantığa ve sağlam düşünceye en fazla ihtiyacı olan ve şiire ait hayaldan en uzak olan üsluptur. Çünkü bu üslûp akla hitap eder, düşünceye çağrışımda bulunur. İçinde kapalılık ve gizlilik bulunan ilmî gerçekleri açıklar. Bu üslûbun en belirgin özelliklerinden birisi açık olmasıdır. Ve bu üslûpta kuv­vet ve güzelliğin izi mutlaka görünmelidir. Bu üslubun kuvvetli olması; beyânının yaygın olmasında ve delillerinin sağlam olmasındadır. Güzelliği ise; ibaresinin kolay olmasında ve kelimelerinin seçiminde de sağlam bir zevke sahip olmada ve sözün, mânayı zihinlere en yakın yol ile iyice yerleştirmesindedir.

Öyle ise bu üslupta mânası açık ve anlaşılır olan ve birden fazla mânası bulunmayan kelimeleri seçmeye önem vermek gerekir. Ayrıca bu kelime­lerin kolay ve açık bir şekilde te´lif edilmesi gerekir ki kasdedilen mâna için ince ve şeffaf bir elbise olsunlar ve böylece şüphelere, yönlendirmeye ve yorumlamaya yer kalmasın.

Ayrıca ilmî üslupta mecazdan ve bedî ile ilgili süsleme sanatlarından kaçınmak güzel olur. Ancak bu üslûbun temel kurallarından ve üstünlük­lerinden birine temas etmeden gelişigüzel söylenen sözler hariç. Kendisi ile gerçekleri zihinlere yaklaştırmak ve benzerlerini zikrederek onları açıkla­mak kasdedilen teşbihe gelince; o bu üslûpta güzel ve makbuldür. Bu üslup çeşidi ile ilgili misaller vermemize gerek yoktur. Çünkü ders kitaplarının tamamı bu üslûp ile yazılmıştır.[68]

2- Edebî üslûp: Edebiyatçıların nesir ve şiirde kullandıkları üslûptur. Güzellik, bu üslûbun en bariz ve en açık üstün vasıflarındandır. Bu üslûptaki güzelliğin kaynağı, bunda bulunan üstün hayal; ince tasvir ve neseneler arasındaki birbirinden uzak benzeme yönlerine d okunması d ir. Ayrıca manevî şeyleri, maddî şeyler; maddî şeyleri de manevî şeyler şeklinde ortaya koymasıdır.[69]

3- Hitapta kullanılan üslûp: Bu üslûp, mânaların ve kelimelerin kuv­vetli olması ve delillerin sağlam ve verimli, zekânın kuvvetli olması özel­liğine sahiptir. Güzellik, açıklık, eş anlamlı kelimelerin ve tekrarlamaların çok olması özelliğine de sahiptir. Darbü´l-meseller, bu üslûpta kullanılır. Ayrıca hatibin ses tonunun da bu üslûpta dinleyiciler üzerinde büyük bir et­kisi vardır. Bu üslûpta, farklı ifâde şekillerinin kullanılması güzel bir şeydir. Mesela haber cümlesinden, soru cümlesine; ondan hayret ifâde eden cümlelere geçmek gibi.[70]

Hülâsa; her makama uygun bir üslûp vardır. Meselâ hatibin üslûbu; askere yapılan hitaptaki üslûp; seferi durum üslûbu; korku ve dehşet anlarındaki üslûp; sükûnet durumundaki üslûp; öfke anındaki üslûp; hoşnut-luk duru­mundaki üslûp; eğilim ve öğretim üslûbu; vaaz, nasihat ve irşâd üslûbu; kavga ve cedel üslûbu; istek ve yardım dileme üslûbu; duâ üslûbu ve diğer üslûplar tamamen farklı üslûplardır.[71]

Ayrıca muhatabın şahsiyetine ve durumuna göre de konuşma ve yazma üslûbu tamamen farklılık arzeder.

Mesela muhatap; halk, özel şahıs; cahil, bilgin; aptal, zeki; sıradan bir in­san, kral; memur, âmir; bedevi, medenî; halîm, akıllı; hafîf, tutarsız ve diğer insan guruplarından biri olabilir. Ve ona göre üslûp ve hitap değişir.[72]

Üslûpta, genel olarak muhatapların ruhî, fikrî ve sosyal durumlarının gözönünde bulundurulması gerekir. Bunlar; barış ve savaş; güven ve korku; rızkın bolluğu ve açlık; zafer ve yenilgi; imân, küfür ve münafıklık; hırs ve ümitsizlik; sevinç ve üzüntü; mutluluk ve keder gibi durumlardır. Bunların her biri kendisine uygun beyân üslûbunu gerektiren durumlardır.[73]

--------------------------------------------------------------------------------

[1] Yrd. Doç. Dr. Nusreddin Bolelli, Belâgat, Rağbet Yayınları: 9-10.

[2] Yrd. Doç. Dr. Nusreddin Bolelli, Belâgat, Rağbet Yayınları: 15.

[3] Zemahşerî, Esâsü´l-belâğa, s. 474; Firûzâbâdî, el-Kamûs, s. 299; İbn Fâris, Mu´ce-mü´l-mekâyhis fi´l-luğa, s. 848; Kazvînî, el-hâh, 1/72; İbn Manzûr, Lisanü´l-´arab, 2/ 544-545; İbnü´I-Esîr, el-Meselü´s-sâir, 1/80-81; Haffâcî, Sırrü´l-fesâha, s. 58; et-Tehânevî, Ke$$âfü istılâhâti´l-fünûn, 2/1105; Ebü´I-Bekâ1, el-Külliyyât, s, 236, 691; el-Hâşimî, Cevâhirü´l-belâğa, s. 6; İrfan Mıtracî, el-Câmi´, s. 7; Abdiilazîz ´Atîk, İlmü´l-Me´anî, s. 12, 14; Ali el-Cârim- Mustafa Emîn, el-Belâgatü´l-vâzıha, s. 5; Mehmet Ri-fai, Mecâmi´ü´l-edeb, İlm-i Belagat, s. 13-14; Ahmed Matlûb, Mu´cemü´l-müstalahati´l-belâğiyye, s. 545-546; Abdurrahmân Hasan Habenneke el-Meydânî, el-Belâğatü´l-´arabiyye, 1/110; er-Râfi´î, ´Ulûmü´l-belâğa, s. 15; Komisyoın, el-Belâğatü ve´n-nakd, 1/18.

[4] Kasas suresi, 28/ 34.

[5] Esâsü´l-belâğa, s.474; e/-/zâA, 1/72; el-Kamûs, s. 299; Lisanü´l-´arab, 2/545; e/-Meselü´s-sâir, 1/80-82; Sırrü´l-fesâha, s. 58; Kessâfü ıstılâhâti´l-fünûn, 2/ 1105; Cevâhirü´l-belâğa, s. 6; el-Câmi´, s. 7; Ilmü´l-Me´am, s.14; el~Belâgatü´l-vazıha, s. 5; Mecâmi´ü´l-edeb, İlm-i Belagat, s. 13; Mu´cemü´l-müstalahati´l-belâğiyye, s. 545; el-Belâğatü´l-´arabiyye, 1/110.

[6] el-Mesetü´s-sâir, 1/80-82; Sırrü´l-fesâha, s. 59; Cevâhirü´I-helâğa.s.7; el-Belâgatü´l-vâzıha, s. 5; el-Câmi´, s. 7; el-Belâğatü ve´n-nakd, 1/18; DİA., 12/423-424; M. Kaya Bilgegil, Edebbiyat Bilgi ve Teorileri, s. 25.

[7] es-Sekkâkî, Miftâhu´l-´ulûm, s. 416; el-Belâğatü´l-´arabiyye, 1/23.

[8] el-Belâğatü´I-vazıha, s. 6.

[9] el-îzâh, 1/72; Teftâzânî, el-Mutavvel, s. 16; Muhtasarü´l-me´ânî, s. 13; el-Külliyyât, s.

236, 691; Mecâmi´u´l-edeb, İlm-i Belagat, s. 15; et-Belâğatü´l-´arabiyye, 1/111; el-Belâğatü´l-vâzıha, s. 6-7; Cevâhiru´l-belâğa, s. 7; el-Câmi´, s. 7.

[10] el-îzâh, 1/72; el-Mutavvel, s. 16; Muhtasarü´l-me´ânî, s. 17; el-Külliyyât, s. 804; Cevâhiru´l-belâğa, s. 8; el-Câmi´, s. 7; İlmü´l-Me´ânî, s.18; Mecâmi´u´l-edeb, İlm-i

Belâğa, s. 15; Mu´cemü´l-müstalahâti´l-belâğiyye, s. 422; ´Ulûmu l-belâğa, s. 17. * Türkçe için misal: "çürütücülerlerce, koşullaştınImışUk, knktııtırdım" kelimeleri ve "çerçi, çekirge çeşmesindeki çengele çarptı" ibaresinde tenafür vardır, bk., Mecâmi´u´l-edeb, İlm-i Belâğa, s. 15; Edebiyat Bilgi ve Teorileri, s. 24.

[11] el-îzâh, 1/73; el-Mutavvel, s. 16; Mu´cemü´l-mustalahâti´l-belâğiyye, s. 442, 547; Mu´cemü´l-mustalahâti´l-belâğlyye, s. 122; el-Belâğatu´l-´arabiyye, 1/111; el-Belâ-ğatul-vâzıha, s. 6-7; Cevâhiru´l-belâğa, s, 8; el-Câmi´, s. 7-8; İlmü´l-Me´ânî, s. 18; Mecâmi´u´l-edeh, İlm-i Belagat, s. 15; Mehmet Zihnî Efendi, el-Kavlü´l-ceyyid, s. 20-21; Ulûmü´l-belâğa, s. 18; el-Belâğa ve´n-nalcd, 1/18.

[12] e/-/zâA, 1/72; el-Külliyyât, s. 236; el-Belâğatü´l-vâzıha, s. 5.

[13] el-Belâğatü´l-´arabiyye, 1/111; Ulûmü´l-belâğa, s. 17.

[14] el-îzâh, 1/74; el-Mutavvel, s. 19; el-Külliyyât, s. 236; Muhtasarü´l-me´ânî, s. 15; Mecâmi´ul-edeb, İlm-i Belagat, s. 17-18; el-Belâğatü´l-´arabiyye, 1/113-114; e/- Belâğatü´l-vâzıha, s. 6-7; Cevâhiru´l-belâğa, s. 11; el-Câmi´, s. 9; İlmü´l-Me´ânî, s. 19; Ulûmü´l-helûğa, s. 21 ; el-Belâğa ve´n-nakd, 1/19.

[15] Bk., Ziriklî, el-A´lâm, 1/115; el-Câbî, Mu´cemü´l-A´lâm, s. 36.

[16] el-Belâğatü´l-vâzıha, s. 5; Cevâhirü´l-belâğa, s. 15.

[17] Komisyon, el-Belâğa, s. 5-6; Cevâhim´l-belâğa, s. 15; Ulûmü´l-belâğa, s. 22.

[18] Bk.,e/-A7âm, 5/151; Mu´cemü´l-A´lâm, s. 593.

[19] el-îzâh, 1/74; el-Mutavvel, s. 19; Muhtasarü´l-me´ânî, s. 15; M e cami´ü´I-ede b,İlm-i Belagat, s. 18; el-Kavlü´l-ceyyid, s. 24; el-Belâğatü´l-´arabiyye, 1/114; el-Câmi´, s. 9; İlmü´l-Me´ânî, s. 19; Cevâhiru´l-belâğa, s. 11;Ulûmü´l-belâğa, s. 21.

[20] el-îzâh, 1/73; el-Mutavvel, s. 19; Muhtasarü´l-me´ânî, s. 15; el-Külliyyât, s. 236; Mecâmi´ü´l-edeb, İlm~i Belagat, s. 16-17; Cevâhirü´l-belâğa, s. 9-10; Mu´cemü´l-müstalahâti´l-belâğiyye, s. 537; Mecdî Vehbe-Kâmil el-Mühendis, Mu´cemü´l-müstalahâti´l-´arabiyye, s. 264-265; el-Câmi´, s. 8-9; İlmü´l-Me´ânî, s. 18; el-Belâğatü´l-´arabiyye, 1/112-113; Vlû-mü´l-belâğa, s.18; Edebiyat- Bilgi ve Teorileri, s. 31.

[21] Bk., el-A´lâm, 5/106; Mu´cemü´l-A´lâm, s. 572.

[22] el-îzâh, 1/73; Mu´cemü´l-müstalahâti´l-belâğiyye, s. 537; Cevâhirü´l-belâğa, s.ll;
[23] Bk.,Yakût el-Hamevî, Mu´cemü´l-Üdebâ, 3/341-342.

[24] el-lzâh, 1/73; el-Mutavvel, s. 18; Muhtasa.ru l-me´ânı, s.15; Mecâmi´ü´l-edeb, İlm-i Belâğa.s. 16; el-Kavlü´l-ceyyid, s. 22-23; el-Belâğatü´l-´arabiyye, 1/113; Cevâhirü´l-belâğa, s. 9-10; Ilmü´l-Me´ânî, s. 18-19; Uiûmü´l-belâğa, s. 21.

* Türkçede; "Yoktur tapacak Çalaptır ancak." ibâresindeki Alialı mânasına kullanılan "Çalap" kelimesi, garip bir kelimedir. Ayrıca eski edebiyatımızda ateş için kullanılan "od" kelimesi de böyledir. (Bk., Mecâmi´ü´l-edeb, İlm-i Belâğa, s. 17; Edebiyat Bilgi ve Teorileri, s. 29-33.)

[25] el-îzâh, 1/74; el-Mutavvel, s. 19; el-Belâğatü´l-´arabiyye, 1/114; Cevâhirü´l-belâğa, s. 12; el-Câmi´, s. 9-10; ´Uiûmü´l-belâğa, s. 22.

[26] el-Câmi´, s. 10; Cevâhirü´l-belâğa, s. 24.

[27] el-îzâh, 1/74; el-Mutavvel, s. 20; Muhtasarü´1-me´ânî, s. 16-17; el-Külliyyât, s. 236; Keşşâfü ıshiâhâli´l-fünûn, 2/1105; Cevâhirul-belâğa, s. 21-22; el-Belâğatul-vâzıha, s.-7; İlmü´l-Me´âm, s. 19; el-Belâğatü´l~´arahiyye, 1/116; Vlûmü´l-belâğa, s. 26.

[28] Mu´cemü´l-müstalahâ£i´l-belâği.yye, s. 548; Mu´cemü´l-müstalahâti´l-´arabiyye, s. 273; el-Bdâğatü´l-´arabiyye, 1/116.

[29] el-hâh, 1/75; el-Mutavvel, s. 20; Muhtasara l-me´ânî, s. 17; el-Külliyyât, s. 236; Mecâmi´u´i-edeb, İlm-i Belagat, s. 25; Mu´cemü´l-müstalahâti´l-belâğiyye, s. 422; Mu´cemü´l-müstalahâti´l-´arabiyye, s. 122; el-Belâğatü´l-´vâzıha, s. 6; Cevâhirü´l-belâğa, s. 22; el-Câmi´, s. 15; İlmü´i-Me´ânî, s. 20; eUBelâğatü´l-´arabİyye, 1/117-118.

[30] el-hâh, 1/75; el-Mutavvel, s. 20; Muhtasarü´l-me´ânî, s.17; el-Kavlü´l-ceyyid, s. 30-31; Mecâmi´ü´l-edeb, İlm-i Belagat, s. 25; Mu´cemü´l-müstalahâti´l-belâğiyye, s. 422; Mu´cemü´l-miİsta-lahâti´l-´arabiyye, s. 122 ; el-Belâğatü´l-´vâzıha, s. 6; Cevâhirul-belâğa, s. 23; el-Câmi´, s. 15; İlmü´l-Me´ânî, s. 20; el-Belâğatü´l-´arahiyye, 1/117-118; Vlûmü´l-belâğa, s. 26-27.

[31] el-hâh, 1/75; el-Mutavvel, s. 20; Muhtasarü´l-me´ânî, s. 17; el-Kavlü´l-ceyyid, s. 30-31; Mecâmi´u´l-edeh, İlm-i Belagat, s. 25; Mu´cemü´l-müstalahâti´l-belâğiyye, s. 422; Mu´cemü´l-müsta-lahâti´l-´arabiyye, s. 122; el-Belâğatü´l-´vâzıha, s. 6; Cevâhirü´l-belâğa, s. 23; el-Câmi´, s. 15; İlmü´l-Me´ânî, s. 20; el-Belâğatü´l-´arabiyye, 1/ 117-118; ´Ulûmü´l-belâğa, s. 26-27.

[32] el-Belâğatü´l-´arabiyye, 1/118-119; Cevâhirü´l-belâğa, s. 26; el-Câmi´, s. 15.

[33] el-îzâh, 1/74; el-Mutavvel, s. 20; eUKüUiyyât, s. 236; Cevâhirü´l-belâğa, s. 23; Muh-- tasürü´l-me´ânî, s. 16-17; Mecâmi´ü´l-edeb, Ilm-i Belagat, s. 27; Mu´cetnü´l-müstalahâti´l-betâğiyye, 520; Mu´cemü´l-müstalahâti´l-´arahiyye, s. 230 ; el-Belâğatü´l-vazıha, s. 6; Cevâhirü´l-Belâğa, s. 23; el-Câmi´, s. 15; ´Ulûmü´l-belâğa, s. 29; limü´l-Me´ânî,sA9; el-Belâğatü´l-´arabiyye, 1/120-121

[34] Bk.,el-A´lâm, 2/175; Mu´cemü´l-A´lâm, s. 191.

[35] Çünkü o peygamberimizi savunmuş ve hiç kimsenin elde edemediği şeref ve yüceliği elde etmişti.

[36] el´îzâh, 1/74; el-Mutavvel, s. 20; Mu´cemü´l-müstalahâti´l-´arabiyye, s. 230; el-Belâ-ğatü´l-´vazıha, s. 6; İlmü´l-Me´ânî, s. 19-20; el-Belâğatü´l-´arabiyye, 1/121; Cevâhirü´l-belâğa, s. 23.

[37] el-lzâh, 1/75; el-Mutavvel, s. 20; Muhtasarü´l-me´ânî, s. 17; Mu´cemü´l-müstalahâti´l- belâğiyye, s. 520.

[38] Sinnimâr: O, Rum asıllı bir ustadır. Nu´mân el-Lahmî´ye, Küfe şehri dışında çok mükemmel bir köşk yapmıştı. Başkalarına böyle bir saray yapmaması için Nu´mân onu mükâfat olarak sarayın çatısından yere atarak öldürdü. ArUİc bu olaydan sonra iyilik yapıp cezalandırılan kimseler için "Sinnimâr´m mükâfatı" sözünü kullanmak "Darb-ı mesel" oldu. (bk., İbn Manzur, Lisânü´l-´tırab, IV, 383; Meydânı, Mecma´u´l-emsâl, 1/233)

[39] eI-Î2âh,W5; el-Mutavvel, s. 20; el-Külliyyhat, s. 236; el-Belâğa, s. 7; el-Kavlü´l-ceyyid, s. 28-29; Cevâ-hiru´l-belâğa, s. 28.

[40] el-İzâh, 1/75-76; el-Mutavvel, s. 20; Muhtasarü´l-me´âm, s. 17-18; el-Kaviü´l-ceyyid, s. 33-34; Mecâmi´ü´1-e.deh, İlm-i Belagat, s. 28; Mu´cemü´J-müstalahâti´l-belâğiyye, s. 387; Mu´cemü´l-müstalahâü´l-´arabiyye, s. 112; el-Belâğatü´l-´vâzıha, s. 6; Cevâhiru´l-belâğa, s. 24; el-Câmi´, s. 16; llmü´I-Me´ânî, s. 21; el-Belâğatiİ´l-´arabiyye, 1/123-124; Vlâmü´l-belâğa, s. 30.

[41] el-A´Iâm, 8/93; Mu´cemü´l-A´lâm, s. 919.

[42] Miftâlıu´l-´ulûm, s. 416; el-İzâh, 1/76; el-Mutavvel, s. 21; Muhtasarü´l-me´âm, s. 18; Mu´cemü´l-müstalahâti´l-helâğiyye, s. 387; İlmü´l-Me´ânî, s. 21; el-Belâğatü´l-´arabiyye, 1/124; Cevâhirü´l-belâğa, s. 28; el-Câmi s. 20; Vlûmü´I-belâğa, s. 30-31.

[43] el-tzâh, 1/76; el-Mutavvel, s. 21; Muhtasarü´l-me´ânî, s. 18; Cevâhirü´l-helâğa, s. 28; Ilmü´l-Me´ânî, s. 21.

[44] el-Belâğaiü´l-vâzıha, s. 6-7.

[45] el-Izâh, 1/76; el-Mutavvel, s. 21; Muhtasarü´l-me´ânî, s. 19; el-Küllİyyât, s. 236; e/-Belâğatü´l-´arabiyye, 1/125-126; Mecâmi´ü´l-edeb, İlm-i Belagat, s. 30; el-Câmi s. 17;Ilmü´l-Me´ânî, s. 22; Mu´cemü´l-müstalahâti´l-belâğiyye, s. 387-388; Mu´cemü´l-müstalahâti´l-´arabiyye, s. 112; Vlûmü´l-belâğa, s, 31-32.

[46] el-Belâğatü´l-vâziha, s. 7; Cevâhirü´l-belâğa, s. 29.

[47] el-Izâh, 1/76; el-Mutavvel, s. 22; Muhtasarü´l-me´ânî, s. 19; Cevâhirü´I-belâğa, s. 25-26; Mecâmi´ü´l-edeb, flm-i Belagat, s. 30; el-Kavlü´l-ceyyid, s. 36; Mu´cemü´i-müs-talaiıâfi´l-belâğiyye, s. 388; Mu´cemü´l-müstalahâti´l-´arabiyye, s. 112; İlmul-Me´ânî, s. 22; el-Belâğatü´l-´arabiyye. 1/125-126; el-Câmi´, s. 17; Ulûmü´l-helâğa, s. 32.

[48] el-Belâğatü´l-´vâzıha. s. 7-8.

[49] el-îzâh, 1/78; el-Mutavvel, s. 23; el-Külliyyât, s. 237; Cevâhirü´l-helâğa, s. 26;
[50] Cevâhiru´l-belâğa, s. 26 , 29; el-Câmi´, s. 17; ´Ulûmü´l-belâğa, s. 33.

[51] e/-/rö/î, 1/78; el-Mutavvel, s. 23; el-Külliyyât, s. 237; Cevâhiru´l-belâğa, s. 28;
[52] cl-îzâlt,l/7S; el-Mutavvel, s. 23; Cevâhiru´l-belâğa, s.2İ;el-Câmi´,s. 18.

[53] el-Câmi´, s. 18.

[54] el-Câmi´, s. 19.

[55] el-Mutavvel, s. 24; Muhtasarü´l-me´ânî, s. 13; Keşşafü ıstılâhâti´l-fünûn, 2/1105; Mecâmi´u´l-edeb, Ilm-i Belagat, s. 13; el-Belöğatü´l-´arabiyye, 1/111; el-Belâğatü´l-vâzıha, s. 6-7; Mu´cemü´l-müstalahâti´l-belâğiyye, s. 422; Mu´cemü´l-müstalahâti´l-´arabiyye, s. 273; Edebiyat Bilgi ve Teorileri, s. 24.

[56] el-fzâh, 1/79; el-Mutavvel, s. 24; Muhtasarü´l-me´ânî, s. 21; el-Külliyyât, s. 237; Keşşâfü ıstılâhâti´l-fünûn, 2/1105; Cevâhirü´l-belâğa, s. 30; el-Câmi´, s. 21; Mw´c
mü´l-müstalahâti´l-´arabiyye, s. 273; İlmü´l-Me´ânî, s. 23; el-Belâğatü´l-´arabiyye, 1/

127; ´Ulûmü´l-helâğa, s. 35.

[57] el-A´lâm, 4/102; Mu´cemul-A´lâm, s. 446-447.

[58] el-Câmi´, s. 21.

Yrd. Doç. Dr. Nusreddin Bolelli, Belâgat, Rağbet Yayınları: 15-26.

[59] Mu´cemü´l-mekâyîs fi´l-luğa, s. 153; el-Kâmus, s. 1006 ; Lisânü´l-´arab, 8/419-420; el-Beyân ve´t-lebym, 1/88-97; el-Meselü´s-sâir, 1/84; el-´Umde, 1/418-431; Mühtasarü´l-me´ânf, s. 26; el-Külliyyât, s. 236; Belâğatü´l- vazıha, s. 8-10; Cevâhiru´l-belâğa, s. 31-32; el-Câmi´, s. 22; Hmü´l-Me´ânî, s. 7; el-Belâğatü´l-´arabiyye, 1/128; Mu´cemü´l-müstalahâîi´l-belâğiyye, s. 272; Mu´cemü´l-müstalahâti´l-´arabiyye, s. 79; ´Ulûmü´l-

belâğa, s. 15, 36; el-Belâğa ve´n-nakâ., s. 1/17

[60] el-Beyân ve´t-febyîn, 1/88-97; el-Meselü´s-sâir, 1/84-85; Miftâhu´l-´utâm, s. 415-416; el-îzâh, 1/80; İbnü´1-Esîr, Kifâyetü´t-tâlib, s. 41-47; el-Mutavvel, s. 25; Muhtasani´l-me´ânî, s. 26; Keşşâfü ıstılâhâti´l-fünûn, 1/138-139; el-Külliyyât, s. 237; Belâğatü´l-vâzıha, s. 8-10; Cevâhiru´l-belâğa, s. 32-33; el-Câmi´, s. 22; İlmu´l-Me´ânf, s. 10-11; el-Belâğatü´l-´arabiyye, 1/129; Mu´cemü´l-müstalahâti´l-belâğiyye, s. 234-235; Mu´ce- mü´lmüstalahâti´l-´arabiyye, s. 79; Ulûmü´l-belâğa, s.16-17, 36; DİA., 5/380-382.

[61] el-Belâğa, s. 8; Cevâhiru´l-belâğa, s. 33-35; ´Ulûmü´l-belâğa, s. 36.

[62] el-Mutavvel, s. 27; Muhîasarü´l-me´ânî, s. 22; Cevâhiru´l-belâğa, s. 33-35; ´Ulûmii´l-helâğa, s. 37; İlmü´l-Me´ânî, s. 10-11; el-Belâğatü´l-´arabiyye, 1/129; Mu´cemü´l-müstalahâti´l-belâğiyye, s. 642.

[63] el-Izâh, 1/83; el-Mutavvel, s. 31; Muhtasarü´l-me´âm, s. 26; el-Külliyyât, s. 237; el-Belâğatü´l- vazıha, s. 8-10; Cevâhiru´l-belâğa, s. 34; ´Ulûmü´l-belâğa, s. 39-40; el-Câmi´, s. 22; İlmü´l-Me´ânî, s. 1Ö-11; el-Belâğatü´l-´arabiyye, 1/131.

[64] et-hâh, 1/83; Sırru´l-fesâha, s. 105-117; el-Mutavvel, s. 32; el-Belâğa, s. 8-9; Mecâmi´u´l-edeb, İlm-i Belagat, s. 37; Cevâhiru´l-belâğa, s. 41-42; ´Ulûmü´l-belâğa, s. 40-42.

[65] Ulûmü´l-belâğa, s, 37-39.

[66] Yrd. Doç. Dr. Nusreddin Bolelli, Belâgat, Rağbet Yayınları: 26-28.

[67] el-Belâğatü´l- vazıha, s. 12; Cevâhiru´l-belâğa, s. 42-43.

[68] el-BeIâğatü´l- vazıha, s. 12-13; Cevâhiru´l-belâğa, s. 43; Mu´cemul-müstalahâti´l-´arabiyye, s. 35, 37; el-Beİâğatü´l-´arabiyye, 1/61-64.

[69] el~Belâğatü´l- vazıha, s. 13; Cevâhiru´l-belâğa, s. 43; Mu´cemü´l-müstalahâtİ´l-´arabiyye, s. 35; el-Belâğatü´l-´arabiyye, 1/61-64.

[70] el-Belâğa.tü´l-vâzıha, s. 16; Cevâhiru´l-belâğa, s. 44; Mu´cemü´l-müstalahâti´l-´ara-biyye, s. 36; el-Belâğatü´l-´arabiyye, 1/61-64.

[71] el-Belâğatü´l-´arahiyye, /62.

[72] Age., 1/65.

[73] Age., 1/61-62.

Yrd. Doç. Dr. Nusreddin Bolelli, Belâgat, Rağbet Yayınları: 28-29.