Rabiatu´r-Rey

Sünneti Rabîa dan daha iyi ezberleyen kimseyi görmedim.[1]

Şimdi de hicretin ellibirincl senesindeyiz.

Müslüman birlikieri yeryüzünün doğu ve batısındaki yollarda yü­rüyorlar.

Onlar insanlığa temel inancı götürüyorlar... İnsanlığa şefkatli ve ıslah edici eli uzatıyorlar...

İnsan toplulukları arasında, insanı insana tapmaktan kurtaran, sevgisini, tek ve ortaksız Allah´a veren yolu genişletiyorlar,..

İşte Horasan valisi, Sicistan fatihi, muzaffer komutan ve yüce sa-habî er-Rabî İbn Ziyad el-Harisî [2] Allah yolunda savaşan ordusunun başında yürüyor.

Beraberinde kahraman kölesi Ferruh da vardı.

Allah ona, Sicistan ve başka yerlerin fethini nasip ettikten sonra şerefli hayatını Seyhun nehrini geçmekte ve Maveraunnehir ülkeleri denilen, bölgelerin tepelerinde tevhid bayraklarını dalgalandırmakla bitirmeye karar vermişti.

Er-Rabî İbn Ziyad kararlaştırılan savaş için hazırlığım yaptı... Düşmanın üzerine yürüyeceği zaman ve mekânı tasarladı...

Savaş başlayınca er-Rabî´ ve cesur askerleri tarihin daima övgü ve saygıyla zikrettiği kahramanlıklar gösterdiler.

Ferruh savaş meydanlarında çeşitli kahramanlık ve atılganlıklar gösterdi. Er-Rabî´ bunlardan dolayı çok memnun oldu ve onun mezi­yetlerini daha da takdir etti.

Müslümanlar için kesin bir zafer yolu gözükünce, düşmanlarının ayaklarını titrettiler saflarını bozup topluluklarını dağıttılar...

Türk ülkesine geçişlerine ve Çin topraklarına doğru atılmalarına ve çok uzaklara gitmelerine engel olan nehri geçtiler...

Büyük komutan nehri geçip ayaklan öbür kıyıya basar basmaz hemen askerleriyle birlikte nehrin suyuyla abdest aldı...

Kıbleye yönetip zaferi veren Allah´a şükretmek için iki rek maz kıldılar...

Büyük komutan savaşta gösterdiği kahramanlıklardan dolayı kö­lesi Ferruh´u mükâfatlandırdı.

Onu azad etti...

Alınan bol ganimetlerden payını ayırdı.

Ayrıca kendi tarafından birçok şey ilâve etti....

Bu güzel günden sonra er-Rabî İbn Ziyad el-Harîsî´nin hayatı madı...

Büyük hayalini gerçekleştirdiği iki yıldan sonra eceli geldi...

O, Rabbinden hoşnut, Rabbi de ondan hoşnut olarak Rabbine vustu.Kahraman ve yürekli delikanlı Ferruh payına düşen ganîmetlerî, büyük komutanın ona bağışladığı cömertçe bağış, bunların üstünde de­ğerli hürriyeti, şahane kahramanlıklarla dolu ve savaşların tozunu ba­şına taç yapmış hatırlarıyla Medine-i Münevvere´ye döndü.

Ferruh Medine´ye yerleştiğinde yerinde duramayan, hareketli v canlı bir delikanlıydı...

O otuzuna doğru ilerliyordu...

Ferruh kendisine, içinde oturacağı bir ev ve birlikte yaşıyac bir hanım almaya karar verdi...

Medine´deki evlerin ortasından bir ev satın aldı. Akıllı, ahlâklı, dindar ve aynı yaşlarda bir hanım seçti. Ferruh Allah´ın kendisine lütfettiği evinde mesuddu.

Hanımıyla birlikte, umduğunun üstünde kolaylık, rahatlık ve iyilik­lerle karşılaştı.

Fakat; bütün meziyetlerine rağmen bu neşeli ev, Allah´ın verdiği güzel huy ve özelliklere rağmen bu saliha (iyi) eş bu inançlı yiğidin savaşa katılma arzusunu... Kılıçların şakırtısını, dinleme özlemini ve Allah yolunda Gihada yeniden başlama tutkusunu yenemedi...

Ne zaman Medine´de, Allah yolunda savaşan islâm ordusunun zafer haberleri dolaşsa onun cihada olan özlemleri tutuşur ve şehid olma arzusu artardı.

Bir cuma günü Ferruh Mescid-i nebevî´nin hatibinin müslümanla-ra İslâm ordularının birçok meydanda kazandığı zaferleri müjdelediği­ni ve halkı Allah yolunda savaşmaya çağırdığını, Allah´ın rızasını ka­zanmak için ve onun dinini yüceltmek için şehitliğe teşvik ettiğini duy­du. Evine döndü. Her bir yıldızın altına "yayılmış müslüman sancakla­rından birinin altına girmeye karar verdi.

Bu kararını hanımına bildirdi. Hanımı ona şöyle dedi:

«Ebu Abdurrahman! Beni ve karnımda taşıdığım bu bebeği kime bırakıyorsun?!

Sen Medine´de kimsesiz birisisin. Senin ne soyun ne de sülâlen var».

Ferruh şöyle cevap verdi:

«Seni Allah´a ve Resûiü´ne bırakıyorum...

Sana savaş ganimetlerinden biriktirdiğim otuzbin dînarı bırakıyo­rum... Onlara sahip ol, o parayı işletip çoğaltmaya çalış. Ben sağ sa­lim dönünceye kadar veya arzu ettiğim şehitliği Allah bana verinceye kadar o paradan kendin ve çocuğuna günün şartlarına uygun harca­mayı yap...»

Daha sonra Ferruh ona veda edip ayrıldı...

Namuslu ve iffetli hanım, kocası gittikten birkaç ay sonra doğum yaptı.

Parlak ve tatlı yüzlü, görenin hoşuna giden bir çocuk doğurmuştu. Nerdeyse babasının ayrılığını unutturacak kadar büyük bir sevinç duy­du...

Çocuğa Rabîa adını koydu.

Küçük yavrunun üzerinde çocukluğundan itibaren soyluluk alâ­metleri belirdi.

Hareketlerinde ve sözlerinde zekâ alâmetleri görüldü. Bunun üze­rine annesi onu öğretmenlere teslim etti ve onlara çocuğu güzelce ye­tiştirmelerini söyledi.

Onun için terbiyeciler getirtip ona sağlam bir terbiye vermelerini söyledi.

Çocuk çok geçmedi okuma ve yazmasını ilerletti.

Daha sonra Azîz ve Gelîl olan Allah´ın kitabını ezberledi. Onu Mu-hammed´in [s.a.v.) kalbine indirildiği şekilde taptaze okumaya başladı.

Ezberleyebildiği kadar da Resûlüllah´m (s.a.v.} hadisinden ezber­ledi.

Arapların sözlerinden ezberlenmeye değer olanları ezberledi...

Din işlerinden öğrenilmesi gerekenleri öğrendi.

Rabîa´nm annesi oğlunun öğretmen ve terbiyecilerine bol bol pa­ra ve hediyeler verdi.

Oğlunun ilminin arttığını gördükçe onlara iyilik ve ikramını artı­rıyordu...

Çocuğun annesi babasının dönmesini bekliyor, oğlunu kendisi ve kocası için sevinç vesilesi yapmaya çalışıyordu.

Fakat Ferruh uzun zaman dönmedi.

Daha sonra onun hakkında dedikodular dolaşmaya başladı.

Bazıları, onun düşmanların ellerine esir düştüğünü söylüyordu.

Bir kısmı da, onun serbest olduğunu halâ cihada devam etmek­te olduğunu söylüyordu.

Savaş meydanlarından dönen üçüncü bir grup da şöyle dedi: «O istediği şehitliğe nail oldu».

Rabîa´nın annesine göre, haberler kesildiği için bu son söz geçer­li oldu. Buna çok üzüldü.

Daha sonra Allah´tan onun için ecir diledi...

O gün Rabîa erginlik çağına yaklaşmış ve gençliğin yollarına gir­mişti.

Nasihatçılar annesine şöyle dediler:

«İşte Rabîa, böyle bir gencin, tamamlaması gereken okuma ve yazmasını tamamladı.

Akranlarından fazla olarak o, Kur´an´ı ezberledi ve hadis rivayet etti.

Eğer onun için mesleklerden birini seçersen, o mesleğinde iler­lemekte gecikmez ve hemen mesleğinin kazançlarından sana ve ken­disine harcar».

Annesi şu cevabı vermişti:

«Allah´tan ona, dünyada iyi geçim, ahirette de iyi son diliyo­rum...»

Rabîa kendisine ilmî seçmiş, hayatta´ olduğu sürece Öğrenci ve öğretmen olarak yaşamaya karar vermişti.

Rabîa kendisine çizdiği yolda gevşeklik ve acizlik göstermeden yürüdü. Susuzların tatlı pınarlara atıldığı gibi Medine´deki mescidi dol-dolduran ilim halkalarına atıldı.

Başlarında, Resûlüllah´ın (s.a.v.) hizmetini gören Enes İbn Malik olmak üzere sahabe-i kiramın hayatta kalanlarına sarıldı.

Yine başlarında: Saîd İbnu´I-Müseyyeb, Şamlı Mekhul ve Seleme İbn Dînar o´mak üzere tabiînin ilk grubundan ilim ve hadis aldı.

Gece gündüz hiç durmadan çalışmaya devam etti. Öyleki bitkin ve yorgun düştü.

Bu konuda birisi onunla konuşup kendine acımasını söylediği za­man şu cevabı verirdi:

Şeyhlerimizin şöyle dediğini duyduk:

«İlim ancak, kendini tamamen ona verdiğin zaman birazını sana

verir...»

Çok geçmedi onun adı yükseldi, yıldızı parladı ve arkadaşları ço­ğaldı.

Öğrencileri ona tutuldu. Kavmi onu kendilerine efendi yaptı. Medîne aliminin hayatı sakin ve rahat yürüyordu. Gününün yarısı evinde, ailesi ve dostlarıyla...

Diğer yansı da Peygamber´in (s.a.v.) mescidinde ilim meclisle­rinde ve halkalarında geçiyordu...

Günleri birbirine benzer bir şekilde geçerken, başına hesapta ol­mayan birşey geldi...

Mehtaplı bir yaz gecesinde Medîne-i münevvere´ye altmış yaşını doldurmuş bir atlı geldi.

Atının sırtında, evine gitmek üzere Medine´nin sokaklarında yü­rüyordu. Evi, hâlâ gitmeden önceki halini koruyor muydu, yoksa gün­ler ona yapacağını yapmış mıydı...

Oradan ayrılalı otuz veya otuza yakın yıl geçmişti.

Kendi kendine, o evde bıraktığı genç karısının şimdi ne´ yaptığı­nı, karnındaki bebeği erkek mi yoksa kız mı doğurduğunu, bebeğin ölü mü yoksa diri mi olduğunu, eğer diriyse, ne durumda olduğunu merak ediyordu?

Buhara, Semerkand ve etrafındaki yerleri fethetmek için giden İslâm ordularıyla birlikte Allah yolunda savaşmaya giderken, biriktir­diği ganimetlerden hanımına bıraktığı büyük" meblağın ne olduğunu da merak ediyordu...

Medine´nin cadde ve sokakları hâlâ gidip gelenlerle doluydu. Halk yatsı namazını az önce eda etmişti.

Fakat karşısına çıkanlardan hiçbiri onu tanımıyor, ona aldırış et­miyor, zayıf atına ve omzundan sarkan kılıcına dönüp bakmıyordu.

Aslında, İslâm şehirlerinde oturanlar Allah yolunda savaşmaya giden veya ondan dönen mücahidlerin görünüşüne alışmışlardı.

Fakat bu durum atlının üzüntüsünü uyandırmaya ve şüphelerinin

artmasına sebep oldu.

Atlı, bu düşünceler içinde yüzerek değişen sokaklardaki yolunu aramak için yürürken, ansızın kendini evinin önünde buldu...

Kapıyı yarı açık bir halde buldu. Sevincinden acele edip ev hal­kından girmek için izin istemedi...

Kapıdan girdi ve evin avlusuna doğru ilerledi...

Ev sahibi kapının gıcırtısını duydu ve çardaktan baktı. Ay ışığın­da, kılıcını çıkaran, geceleyin evine saldırmak üzere mızrağını elinde tutan bir adam gördü.

Genç hanımı, yabancı adamın görebileceği yakın bir yerde duru­yordu.

Hızla yanma inip şöyle dedi:

«Allah´ın düşmanı! Gece karanlığında gizlenip evime ve namu­suma mı saldırmak istiyorsun».

Onun konuşmasına fırsat vermeden, inine kötülükle yaklaşıldığın­da saldıran aslan gibi ona saldırdı... .

Her ikisi de birbirinin üzerine atıldılar, gürültüleri artınca her ta­raftan eve doğru koşuştular.

Yabancı adamın etrafını halka şeklinde kuşattılar ve böylece kom­şularına yardım etmiş oldular...

Ev sahibi onu yakalayıp elini boğazına dayadı ve şöyle dedi:

«Vallahi! Seni ancak valinin yanında serbest bırakırım, Allah´ın düşmanı!»

Adam şöyle dedi:

«Ben Allah´ın düşmanı değilim...

Hiçbir günah da işlemedim...

Bu benim evimdir, elimin emeğidir. Kapısını açık buldum ve içeri girdim...»

Sonra halka dönüp şöyle dedi;

«Ey cemaat!

Beni dinleyiniz...

Bu ev benim evimdir... Ben onu kendi paramla satın aldım...

Ey cemaat!

Ben Ferruh´um.

Komşular arasında otuz yıl önce Allah yolunda savaşmak üzere giden Ferruh´u tanıyan kimse kalmadı mı?!»

Ev sahibinin annesi uyuyordu, gürültüye uyanıp çardağın pence­resinden baktı ve kocasını gördü.

Hayretten nerdeyse dili tutulmuştu, fakat çok geçmeden şöyle dedi:

«Onu bırakın...

Bırak onu Rabîa!

Oğlum! Bırak onu... O senin babandır...

Komşular! Ondan aynim. Allah iyiliğinizi versin.

Ey Ebu Abdurrahman! Dikkat et...

Karşındaki kimse senin oğlun ve ciğer-parendir».

Onun sözlerini duyar duymaz Ferruh Rabîa´ya dönüp kucakladı ve bağrına bastı...

Rabîa da Fenuh´a dönüp ellerini, boğazını ve başını öpmeye baş­ladı...

Oradakiler de onları yalnız bıraktılar.

Rabîa´nın annesi, çeyrek asra yakın bir süre onunla ilgili haber­ler kesildikten sonra bu dünyada karşılaşacağını hiç ummadığı koca­sına hoş geldin demek için indi.

Ferruh hanımının yanına oturdu ve ona başına gelenleri anlat­maya ve kendisinden haber alamamalarının sebeplerini açıklamaya başladı...

Fakat hanımı, onun söylediklerinin çoğunu zihnini meşgul eden birşeyden dolayı duymuyordu. Kocasının bıraktığı bütün parayı harca­masından dolayı kızmasından korkması, ona kavuştuğuna ve onu oğ­luyla biraraya getirmesine dair olan sevincini bozmuştu...

Kendi kendine şöyle diyordu:

«Eğer şimdi bana, emanet olarak bırakıp günün şartlarına göre harcamamı istediği bu büyük meblâğı sorarsa ve ben de ona, para­dan hiçbir şey kalmadığını söylersem, nasıl davranır?

Bana bıraktığı parayı oğlunun eğitim ve öğretimine harcadığımı söylersem, inanır mı acaba?

Bir çocuğa yapılan harcama otuzbin dinar tutar mı?!

Oğlunun elinin buluttan daha cömert olduğuna, onun ne bir dinar ne de bir dirhem üzerinde durduğuna, bütün Medine´nin onun binler­ce kardeşine harcamada bulunduğunu bildiğine inanır mıydı?»

Rabîa´nın annesi bu düşüncelere dalmış bîr haldeyken kocası ona dönüp şöyle dedi:

«Dört bin dinar daha getirdim...

Sana bıraktığım parayı çıkar da bunu ona ilâve edelim ve yaşadı­ğımız sürece geliriyle geçinebileceğimiz bîr bahçe veya ev satın ala­lım».

Rabîa´nın annesi başka birşeyle meşgul görünüp ona hiçbir ce­vap vermedi.

Kocası isteğini tekrarladı:

«Haydi... Para nerde? Yanimdakini ona ilâve edeyim».

Rabîa´nm annesi:

«Onu konulması gereken yere koydum. İnşallah birkaç gün son­ra onu, senin için çıkaracağım».

Müezzinin sesi aralarındaki konuşmayı kesti. Ferruh ibriğine koştu, abdest aldı. Kapıdan hızla çıkmaya çalışırken: «Rabîa nerde?» dedi. Ona şöyle cevap verdiler:

«Ezanı duyar duymaz senden önce camiye gitti, senin cemaate yetişebileceğini zannetmiyoruz».

Ferruh mescide vardı, imamın namazı bitirmek üzere olduğunu gördü ve namazını kıldı.

Daha sonra Hz. Peygamber´in (s.a.v.) kabrine doğru gitti ye ona selâm verdi.

Oradan Ravza-i´ mutahhara´ya döndü. Gönlünde oranın özlemi ve orada namaz kılma arzusu vardı.

Kendisi için orada bir yer seçti.

Nafile namaz kılmaya başladı. Kılabildiği kadar namaz kıldı ve edebildiği kadar dua etti.

Mescidden ayrılmaya niyet ettiğinde avlusunun, daha önce bir benzerine şahit olmadığı bîr ilim toplantısı sebebiyle tıklım tıklım ol­duğunu gördü.

Müslümanların bir şeyhin etrafında halka halka toplandıklarını ve alanda ayak basacak bir yer bırakmadıklarını gördü.

İnsanlar arasında gözünü gezdirdi. Gördü ki aralarında sarıklı ve yaşlı şeyhler vardı...

Görünüşleri mevki ve makam sahibi olduklarını gösteren vakar sahibi kişiler de vardı.

Kalemleri ellerinde diz çökmüş, şeyhin söylediklerini inciler top-larcasına kapmaya başlayan kıymetli şeylerin korunduğu gibi onları defterlerinde koruyan birçok genç vardı.

İnsanlar, sanki tepelerinde kuş varmış gibi sessiz bir şekilde söy­lediği her sözü duymak için gözlerini şeyhin oturduğu yere çevirmiş­lerdi. Mübelliğler de şeyhin söylediklerini cümle cümle naklediyor­lar, ne kadar uzakta olursa olsun hiç kimse onun sözlerini kaçırmi-yordu.

Ferruh şeyhin yüzünü tanımaya çalıştı, ama uzak olduğu için bu­na muvaffak olamadı,

Onun güze! konuşmasına, adetâ fışkıran ilmine ve görülmemiş hafızasına hayran kaldı.

Hele huzurundaki insanların şeyhe gösterdikleri saygı ona deh­şet verdi.

Çok geçmedi, şeyh toplantıyı bitirdi ve ayağa kalktı.

İnsanlar ona doğru koşup etrafında yığıldılar, mescidin dışına kadar onu uğurlamak için peşine düştüler.

Ferruh yanında oturan birine dönüp:

«Allah aşkına bana söyler misin? Şeyh kimdir?!»

Adam garipsiyerek:

«Sen Medirieli değil misin?" dedi.

Ferruh: «Medineliyim» diye cevap verdi.

Adam: «Medine´de şeyhi tanımayan mı var?!» dedi.

Ferruh: «Onu tanımıyorsam, beni mazur gör. Otuz yıfa yakın Me­dine´den uzakta idim. Daha dün döndüm» dedi.

Adam: «Zararı yok... Bira.! yanıma otur da bu şeyhi sana anlata­yım» dedi.

Sonra anlatmaya başladı:

«Kendisini dinlediğin şeyh tabiîn´in ileri gelenlerinden ve müslü-manlarm büyüklerinden biridir.

Ayrıca Medine´nin muhaddisi, fakihi ve yaşının küçüklüğüne rağ­men oranın imamıdır».

Ferruh: «Maşaallah, La havle velâ kuvvete illa billah» dedi. Adam konuşmaya devam etti:

. «Onun meclisi ?gördüğün gibi? Malik İbn Enes [3] Ebu Hanîfe en-IMu´man, Yahya İbn Saîd el-Ensarî, Süfyan es-Sevrî, Abdurrahman İbn Amr el-Evzaî, el-Leys İbn Sa´d ve daha nicelerini biraraya geti­riyor».

Ferruh:

«Ancak sen...» dedi.

Adam sözünü tamamlamasına fırsat vermedi ve konuşmaya de­vam etti:

«Bütün bunların üstünde o, güzel huylu, yumuşak huylu, alçak gö­nüllü ve eli açık bir efendidir...

Medine halkı ondan daha cömert, dünya malından, onun kadar uzak duran, Allah´ın yanındakini onun kadar isteyen kimseyi tanıma­mıştır».

Ferruh: «Ama sen bana onun ismini söylemedin» dedi. Adam: «O Rabîatu´r-rey´dir» dedi. Ferruh: «Rabîatu´r-rey mi?!» diye sordu. Adam: «Evet, onun adı Rabîa´dır...

Fakat Medineli alim ve şeyhler onu Rabîatu´r-rey diye çağırırlar, çünkü onlar bir meselede Allah´ın Kitabında ve Resûlüllah´in (s.a.v.) hadisinde bir nass [hüküm) bulamazlarsa ona başvururlardı...

O da konuyu derinliğine araştırır...

Hakkında nass bulunmayanı, hakkında nass bulunana kıyas eder...

Çözemedikleri konuda, kalpleri rahat edecek bir şekilde onlara hüküm getirirdi...»

Ferruh üzgün bir şekilde:

«Fakat sen bana onun soyadını söylemedin» dedi.

Adam şöyle cevap verdi:

«O, Ebu Abdirrahman Künyeli Rabîa İbn Ferruh´tur...

Babası, Allah yolunda savaşmak üzere Medine´den ayrıldıktan sonra doğdu... Onun terbiye ve yetişmesini annesi üzerine aldı...

Namazdan az önce halkın; babası dün gece gelmiş dediklerini duydum».

O sırada, Ferruh´un gözlerinden iri iri iki damla gözyaşı düştü. Adam gözyaşlarının niye düştüğünü anlamadı.

Adımlarını hızlandırarak eve doğru yürüdü.

Rabîa´nın annesi onu, gözleri yaş dolu olarak gördü ve şöyle dedi:

«Neyin var Ebu Rabîa!»

Ferruh: «Bende sadece iyilik var...

Oğlumuz, Rabîa´yı daha önce hiç kimsede görmediğim ilim şeref mevkisinde gördüm» dedi.

Rabîa´nın annesi fırsatı ganimet bilip:

«Hangisini daha çok seviyorsun...

Otuz bin dinarı mı yoksa oğlunun ulaştığı bu ilim ve şerefi mi?» dedi.

Ferruh: «Vallahi, bunu, bütün dünya malından daha çok seviyo­rum...» dedi.

Hanımı:

«İşte bana bıraktığın parayı onun için harcadım. Yaptığım şeyden dolayı için rahaltadı mı?!» dedi. Ferruh: «Evet,

Allah, benim, onun ve müslümanların adına sana en iyi mükâfatı versin,..» [4]

--------------------------------------------------------------------------------

[1] İbnu´l-Maceşun

[2] Hayatı, «Sahabe hayatından tablolar» kitabında anlatılmıştır

[3] Malik İbn Enes : Maliki mezhebinin imamıdır. Ebu Hanîfe en-Nu´man da Han-´ mezhebinin imamıdır.

[4] Rabîatu´r-rey hakkında geniş bilgi için aşağıdaki eserlere bakınız.

1. Tezkiratu´l-huffaz, 1/148.

2. Hılyetu´l-evliya, IH/259.

3. Sıfatu´s-safve, M/83.

4. Zeylu´l-müzî!, 101 s.

5. Tarihu Bağdad, VIK/420.

6. Mîzanu´l-i´tidal, 1/136.

7. Et-Tac, X/141.

8. Vefeyatu´S-a´yan, 1/138.

9. Tarîhu´t-Taberî: X. ciltteki fihristlere bak.

Dr. Abdurrahman Re?fet el-Bâşâ, Sahabe Hayatından Tablolar, Uysal Kitabevi: 2/218-230.