Ali İbn El-Hüseyn

«Ali İbn El-Hüseyn´den daha faziletli hiçbir Kureyşi; görmedim»[1]

Bu parlak yılda Kisra defterlerinin sonuncusu durulmuştu. İran hükümdarlarının sonuncusu Yezdücerd ölmüş...

Komutanları, muhafızları ve ailesi müslümanların eline esîr düş­müş... ve Ganimetler Medîne-i Münevvere´ye götürülmüştü.

Bu büyük zaferin esirleri, pek çok ve kıymetliydi. Medine sayı bakımından o kadar fazlasına ve o kadar itibarlısına şahit olmamıştı.

Esirler arasında Yezdücerd´in üç kızı da vardı.

Halk esirlere koşup kısa bir süre içinde onları satın aldı, parala­rını da hazineye ödediler. Sadece Kisra Yezdücerd´in çok güze! kız­ları kalmıştı...

Onlar satışa arzedildiklerinde içine düştükleri zilletten dolayı göz­lerini indirip yere bakmaya, duydukları üzüntüden dolayı gözleri yaş akıtmaya başlamıştı...

Ali İbn Ebî Talib (Kerremellahu vecheh) onlara acıdı ve içinden, bunlar kendilerine iyi davranacak kimselere satılsalar diye geçirdi.

Bunda bir tuhaflık yoktu. Çünkü Resûlüllah (s.a.v.) şöyle büyütü­yordu:

«Zeiîl (düşmüş) bir milletin azizine acıyınız» Ali, Ömer İbnu´l-Hâttab´ın kulağına eğilip: «Ey müminlerin emîri!

Hükümdarların kızlarına başkalarına davranıldığı gibi davranıl-maz...» dedi.

Ömer: «Doğrusun, fakat nasıl?» dedi.

Ali: «Onlara pahalı bir fiyat biçilir. Sonra onlara, bu parayı vere­bilecek kimselerden dilediklerini seçme hürriyeti verilir» dedi.

Böylece Ömer rahat bir nefes aldı ve Ali´nin dediğini uyguladı Kızlardan birisi, Abdullah İbn Ömer İbnu´I-Hattab´i seçti. İkincisi, Muhammed İbn Ebî Bekr es-Sıddîk´i seçti.

«Şahizinan» adındaki üçüncü kız da Resûlüllah´m (s.a.v.) torunu el-Hüseyn İbn Ali´yi seçmişti.

Şahizinan iyi bir müslüman oldu...

İslâm dînîne girmekle kölelikten kurtuldu. Daha önce cariyeyken hanım haline gelmiş ve hürriyetine kavuşmuştu.

Daha sonra o putçu geçmişiyle olan bütün bağlarını koparmayı düşünmüş ve «Kadınların melikesi (kraliçesi]» anlamına gelen «Şahi­zinan» adını bırakıp «Gazale» adını almıştı.

Gazale, kocaların en hayırlısına ve kral kızlarına en lâyık olaniy-la mesud bir hayata kavuşmuştu.

Kocasının arzulan arasında sadece bir erkek çocuğa sahip olmak vardı.

Allah´ın lutfuyla o Hüseyin´e güzel yüzlü, nur topu gibi bir erkek çocuk vermişti... Dedesi Ali İbn Ebî Talib´in adına teberrüken ona Ali adını koymuştu.

Ancak Gazale´nin sevinci birkaç dakikadan fazla sürmemişti...

Çünkü hemen yakalandığı iohusalık hummasının arkasından rab-binin çağrısına evet demişti. Yavrusunu seyretmek için jDİle ona bir fırsat tanınmamıştı.

Gazale´nin cariyesi küçük çocuğun bakımını üzerine aldı. Onu, annenin çocuğuna duyduğu sevginin üstünde bir sevgiyle sevdi...

Annenin biricik yavrusunu gözetmesinden daha çok gözetti. O, başka bîr annesi olduğu bilinmeden büyrvüp gitti...

Ali İbnu´l-Hüseyn, temyiz yaşına ulaşır ulaşmaz arzu ve özlemle ilim talebetmeye koştu...

Onun ilk okulu evi idi. O, ne yüce evdi.

Onun ilk öğretmeni, babası el-Huseyn İbn Ali idi.

O ne büyük öğretmendi.

Onun ikinci okulu en büyük peygamberin mescidiydi.

O sırada Peygamber´in mescidi, Resûlüllah´in [s.a.v.) ashabından hayatta kalanlar ve büyük tabiîlerin birinci tabakasıyla dolup taşıyordu.

Onlar sahabe çocuğu olan bu tomurcuk çiçeklere kalplerini açı­yorlar ve onlara Aziz ve Celîi olan Allah´ın kitabını okutuyorlar ve öğ­retiyorlardı...

Onlara Resûlüllah´ın (s.a.v.) hadislerini rivayet ediyorlar ve onla­rın manâ ve maksatları konusunda bilgi veriyorlardı.

Onlara Peygamber´in (s.a.v.) hayatını ve yaptığı savaşları anlatı­yorlardı...

Onlara Arap şiirini öğretiyorlar, onun güzel olanlarına dikkatle­rini çekiyorlardı...

Onların taze kalplerini, Allah sevgisi, korkusu ve takvasıyla dolduruyorSardı...

İşte bunlar ilmiyle amel eden alimleri ve kendileri doğru yolu bul­muş yol göstericilerdi.

Ancak Ali İbnu´l-Hüseyin´in gönlü Azız ve Celîi olan Allah´ın ki-tabı´na tutulduğu gibi, hiçbir şeye tutulmadı...

Duygulan onun va´dinden ve vaîdinden (tehdidinden) dolayı sar­sıldığı gibi, hiçbir şeyden dolayı sarsılmadı...

Cennetin adı geçen bir ayet okuduğunda kalbi ona olan özlemin­den dolayı uçardı...

Gehennemin adı geçen bir âyet duyduğu zaman sanki cehenne­min alevi içindeymiş gibi derin ve sıcak bir nefes verirdi...

Ati İbnu´l-Hüseyn gençliğini ve ilmini tamamlar tamamlamaz Me-dîne, Haşim oğullarının ibadet ve takvada en derîn, fazîlet ve ahlâkta en büyük, iyilik ve ihsanda en cömert, ilim ve marifette en geniş genç­lerinden birini elde etmiş oldu...

İbadet ve takvada öyle bir dereceye ulaşmış ki, abdestle namaz arasında, duyduğu histen dolayı bütün vücudunu bir titreme alırdı.

Bu konuda kendisiyle konuşulduğu zaman:

«Yazıklar olsun size!

Sanki siz kimin için kalkıp namaz kıldığımı bilmiyorsunuz.

Kime yakarmak istediğimi bilmiyorsunuz...»

Haşim oğullarına mensup genci, ibadet ve takvadaki üstünlüğü sebebiyle halk «Zeynutâbidin-Âbidlerin süsü» diye çağırmaya başla­dı. Öyle ki hakiki ismini unuttular veya unutacak dereceye geldiler ve lâkabını gerçek ismine tercih ettiler.

Secdelerini uzatıp kendini ona verdiği için, Medine halkı ona «Seccad [2] demiştir.

İçinin ve kalbinin temizliği sebebiyle onu «Zekî» [3] diye nitele­mişlerdir.

Zeynullâbidîn, ibadetin özünün dua olduğuna inanırdı...

Onun en çok hoşuna giden dua Ka´be´nin örtüsüne sarılarak yapı­lan- duaydı.

Çoğunlukla Beyt-i atik´e sarılıp şöyle dua ederdi : «Allah´ım! Bana rahmetinden tattıracağın kadar tattırdın.

Bana lûtfundan vereceğin kadar verdin ve ben sana, korkmadan, güvenerek dua eder, yine korkmadan dost bilerek senden ister ol­dum...

Allah´ım! Senden, rahmetine ihtiyacı çok fazla, hakkını edaya gü­cü çok az kimse olarak istiyorum.

Benden, kendisini senden başkasının kurtaramıyacağı, batmış ve kimsesizin duasını kabul et. Ey cömertlerin en cömerdi!.»

Bir defasında Tavus İbn Keysan onu, Beyt-j Atik´in gölgesinde, felâkete uğrayan kimse gibi kendini yerden yere atarken, hasta kimse gibi ağlarken ve çaresiz kalanın dua ettiği gibi dua ederken gördü.

Tavus onun, ağlamasını kesmesini ve duasını bitirmesini bekle­meye başladı. Ağlamasını kesip duasını bitirdikten sonra ona doğru ilerleyip şöyle dedi:

«Ey Resûlüllah´ın [s.a.v.) torunu! Seni o halde gördüm. Halbuki senin, kendini korkudan emin kılacağını zannettiğim üç faziletin var».

Zeynulabidîn sordu: «Tavus! Peki nedir bunlar?»

Tavus şöyle cevap verdi: «Bunlardan, birisi; senin Resûlüllah´ın (s.a.v.) torunu olmandır.

İkincisi: Dedenin sana şefaatidir. Üçüncüsü: Allah´ın rahmetidir...»

Zeynulabidîn şu cevabı verdi: «Tavus! Resûiüilah´ın (s.a.v) so­yundan olmam, Azız ve Celîl olan Allah´ın şu sözünü duyduktan sonra beni emin kılmaz.

«Sûr´a üflendiği zaman, o gün, aralarındaki soy yakınlığı fayda

vermez». (El-Müminun, 101.)

«Dedemin bana şefaatına gelince, Allah´ın şu sözü ne yücedir...»

«Onlar Allah´ın hoşnut olduğu kimseden başkasına şefaat ede­mezler». (EI-Enbiya, 28).

Allah Taâlâ´mn rahmetine gelince, o şöyle buyurmaktadır. «Doğrusu, Allah´ın rahmeti iyi davrananlara yakındır». (El-A´raf,56.)

Takva, Zeynulabidîn´e Allah´ın verdiği haslet, fazilet, asalet ve hilmi yağdırabildiği kadar yağdırdı...

Tarih kitapları onun şahane haberleriyle süslenmiş, sayfaları onun asîl davranışlarıyla parlamıştır.

Bunlardan birini el-Hasen İbnu´I-Hasen anlatmaktadır:

«Benimle amcamın oğlu Zeynulabidîn arasında bir anlaşmazlık ol­du. Arkadaşlarıyla birlikte mesciddeyken onun yanına gittim.

Ona söylemedik hiçbir şey bırakmadım. O ise susuyor, konuşmu-yordu,..

Daha sonra yanından ayrıldım...

Gece olunca birisi kapıyı çalıyordu. Kim olduğunu öğrenmek için kalkıp kapıya gittim.

Gördüm ki; kapıyı çalan ZeynuSabidîn´di... Bana yaptıklarımın kar­şılığını vermek için geldiğinden hiç şüphem yoktu...

Fakat şöyle dedi: «Kardeşim! Bana söylediklerin doğruysa Allah beni affetsin.

Şayet doğru değilse, Allah seni affetsin...»

Daha sonra bana seîârn verip gitti...

Ona yetişip şöyle dedim. «Vallahi, senin istemediğin birşeye dön­müş olmayayım».

Nazik bir şekilde bana: «Sen bana söylediklerinde haklısın ya...»

Medine´lilerden birisi şöyle anlatır:

«Zenulabidîn mescîdden çıkıyordu. Onun peşine düştüm. Ona sö­vüp saymaya başladım. Bunu neden yaptığımı da bilmiyordum. Beni yakalamak için halk bana doğru koşmaya başladı.

Eğer beni yakalasalardı-ancak linç edildikten sonra kurtulabilir-

O halka dönüp: «Adamı bırakın» dedi. Halk beni yakalamaktan vazgeçti.

Benim korku ve telâşımı görünce, güzel yüzüyle bana doğru ge­lip beni sakinleştirmeye başladı. Daha sonra:

«Bana bildiğin şeyler sebebiyle sövdün. Bizim, senin bilmediğin halimiz daha büyüktür».

Daha sonra şunu ilâve etti:

«Senin, yardımda bulunabileceğimiz bir ihtiyacın var mı´

Ondan utanıp hiçbirşey demedim...

Utandığımı görünce, üzerindeki kisasmı (elbisesini) benim üstü­me attı ve bana bin dirhem verilmesini emretti.

Artık onu her gördüğümde, senin Resûlüllah´ın (s.a.v.) torunların­dan olduğuna şehadet ediyorum demeye başladım».

Mevtalarından (azatlı kölelerinden) birisi şöyle anlatır:

«Ali İbnu´l-Hüseyin´in kölesi idim. Bir ihtiyacı için beni gönder­mişti. İhmalkârlık yapıp geç kalmıştım. Yanına geldiğimde, beni kır­baçla dövdü...

Bunun üzerine ağladım. Ona olan öfkem artmıştı. Çünkü o, şimdi­ye kadar hiç kimseyi kırbaçlamamıştı. Ona şöyle dedim:

«Allah´tan kork, Allah´tan kork, ey Ali İbnu´l-Hüseyn!

İşini yapmam için beni görevlendiriyorsun ve ben onu yerine ge­tiriyorum ama sen beni dövüyorsun?!»

Bunun üzerine ağladı ve şöyle dedi: «Resûlüllah´ın (s.a.v.) mesci­dine git ve orada iki rekat namaz kıl sonra da:

«Allah´ım! Ali İbnu´l-Hüseyn´e mağfiret et, de.

Eğer gidip dediğimi yaparsan Allah rızası için hürsün».

Mescide gittim, namaz kıldım ve dua ettim ve artık onun evine hür olarak döndüm...»

Azîz ve Celîl olan Allah Zeynulabidîn´e bol lûtufta bulunmuş ona bol bol nzık vermiştir.

Zeynulabidîn´in kazançlı bir ticareti ve verimli bir ziraatı vardı...

Köleleri onun namına ticaret ve ziraat yaparlardı.

Ziraat ve ticareti ona bol hayır ve bol kazanç getiriyordu...

Ancak zenginlik ve nimet Zeynu!abidînJi azdırmamiştı...

Ancak o dünya malını ahireti kazanmak için bir araç yapmıştı.

Onun zenginliği salih kula uygun ne iyi zenginlikti.

İyi amel olarak o, gizli sadakayı [4] ne kadar çok severdi,..

Karanlık olunca un çuvallarını zayıf sırtına alır, insanlar uyurken, gece karanlığında o çuvallarla birlikte çıkardı.

Onları, dilencilik yapmayan, ihtiyaç sahiplerine bağışlamak için Medine mahallelerinde dolaştırırdı...

Medine halkından birçok kimse bol bol yedikleri erzaklarının ne reden geldiğini bilmeden yaşıyorlardı.

Ali İbnu´l-Hüseyn ölünce, bunların kendilerine gelen erzağı ke sildi. Böylece bunun kaynağını öğrenmiş oldular.

Zeynulabidîn teneşire konulunca, yıkayacak olanlar baktılar. Sır­tında bazı morluklar gördüler.

«Bunlar ne?» dediler.1

Onlara şöyle cevap verildi: «Bunlar, Medine´de yüz eve götür-düzü un çuvalları yüzündendir. Onlar Zeynulabidîn´in ölümüyle kendi­lerine hayır yapan kimseyi kaybetmişlerdir».

Ali İbnu´l-Hüseyn´in köle azat etmekle ilgili haberlerini seyyahlar doğu ve batıya, her tarafa yaymışlardı...

Günkü onun yaptığı bu iş hayallerin üstüne çıkmış, bilenlerin bil­gisini aşmıştı.

Köle iyi davrandığında mükâfat olarak onu azad ederdi...

Kötülük yapıp tövbe ettiğinde, tövbesinin karşılığı olarak köleyi azad ederdi...

Öyle ki, onun bin köie azad ettiğini, köle ve cariyelerinden hiçbi­rini bir yıldan fazla kullanmadığını rivayet etmişlerdir.

Onun köle azad etmesi daha çok Ramazan bayramı gecesine ras-lıyordu. Bu mübarek gecede köleleri hürriyetine kavuşturuyordu.

Onlardan kıbleye yöneiip şöyle demelerini istiyordu: «Allah´ım! el-Hüseyn İbn Ali´yi bağışla».

Daha sonra onlara, bayramlarını iki bayram, sevinçlerini iki se­vinç haline getiren ikramlarda bulunurdu...

Ali İbnu´l-Hüseyn, insanların kalbinde, çağında hiçbir insanın ula­şamadığı bir mevki elde etti...

İnsanlar onu içten bir sevgiyle sevmişler, ona büyük ve derin bir arzu duymuşlardır...

Onun eve girip çıktığını, mescide gittiğini görmek veya onun ko­kusunu duymak saadetine nail olmak için onu gözetlerlerdi...

Anlatılır ki Hişam İbn Abdilmelik hac için Mekke´ye gelmişti. O sırada veliahd îdi.

Tavaf etmek ve Hacer-i esved´e istilam (dokunmak) etmek üzere geldi...

Hişam´m etrafındaki askerler halkı ona yaklaştırmıyorlar ve ona yol açıyorlardı...

Fakat halktan birisi onlara iltifat etmeyip yoldan çekilmedi. Çünkü Beyt (Ka´be), Allah´ın eviydi... Bütün insanlar da onun kullarıydı...

Onlar bu durumdayken, uzaktan gelen lâilahe illallah ve Allahu ekber sesleri duyuldu.

Duyanlar ona doğru uzandı.

Bir de ne görsünler, orada etrafı insanlarla sarılmış, güzel görü­nüşlü, zayıf vücutlu ve parlak yüzlü bir adam vardı.

0nün üzerinde heybet ve vakar vardı.

O, izar ve ridasıyla [5] yürümekteydi .

Alnında secde eseri görülmekteydi...

İnsan toplulukları ona yol açıyorlar ve onun- için saf saf dizili­yorlardı.

İnsanlar, onu özlem ve sevgi bakışlarıyla karşılıyorlardı..Nihayet o Hacer-i esved´e vardı ve onu istilâm etti.

Eu arada, Hişam İbn Abdilmelik´in maiyetinden birisi Hişam´a dönüp şöyle dedi:

«Halkın bütün bu ikram ve saygıyı gösterdiği şahıs kimdir?´ Hişam: «Onu tanımıyorum» diye cevap verdi. Orada olan el-Ferazdak [6] şöyle dedi:

«Eğer Hişam onu tanımıyorsa, ben onu tanıyorum... Ve bütün dün­ya onu tanıyor...

Bu, Ali İbnu´l-Hüseyn´dir. Allah ondan, babasından ve dedesinden razı olsun».

El-Ferazdak daha sonra şu şiiri söyledi:

«Bu, Meekke vadisinin, ayağının yere basışını tanıdığı zattır. Bu­nu Beyt (Ka´be) de tanır, Hill de [7] Harem de.

Bu bütün kulların en hayırlısı olan (Muhammed)in torunudur. Bu, günahlardan korunan, içi dışı tertemiz, milletin efendisidir.

Eğer bilmiyorsan, bil ki bu, Fatıma´nın torunudur. Allah´ın pey­gamberleri bunun ceddiyle sona erdirilmiştir.

Senin «Bu kim miş» sözün, ona asla zarar verici değildir. Senin tanımadığın zatı Araplar da tanır, aGemler de (Arap olmayanlar da).

Her iki eli de, umuma isabet eden, cömertlik yağmurlarıdır. Dai­ma bu ellerin rahmetleri istenir, hiçbir zaman kendilerine yokluk gel­mez.

Yumuşak huyludur, öfkeleneceğinden endişe edilmez. I İki şey onu süsler: «Yaratılış (vücut) ve huy güzelliği».

Şehadet getirmesinden başka hiçbir yerde «yok» dememiştir. Şe-hadet getirmede olmasaydı onun «yok»u «evet»e dönerdi.

Bütün halka ihsanını dağıtmıştır. Bu sayede onların üzerinden ka­ranlıklar, açlık ve yoksulluk kalkmıştır.

Kureyş, kendisini gördüğünde sözcüsü derki: «Bütün iyilik ve şe­ref bunun iyiliklerinin başladığı yerde sona erer».

Hayası yüzünden gözlerini kaldırıp bakmaz. Heybetinden (huzu­runda) gözler öne dikilir. Ancak tebessüm ettiği zaman kendisiyle ko­nuşulabilir.

Onun elinde iyilik bastonu vardır. Ondan ne güze! kokular saçı­lır. O zeki ve beceriklidir. Onun evvelinde yücelik vardır.

Onun kökü Resûlüİlah´m (s.a.v.) soyundandir. Onun tabiatı ahlâki ve seciyyesi ne kadar temizdir».

ASiah Resülüilah´ın (s.a.v.) torunundan razı olsun ve onu razı etsin...

O, gizlide ve açıkta Allah´tan korkan kimseye ait eşsiz bir tab­loydu...

Allah´ın cezasından korktuğu ve sevabını arzu ettiği için hastala­nan bir zattı [8]

--------------------------------------------------------------------------------

[1] Ez-Zuhrî

[2] Seccad ; Çok secde eden, secdesini uzatıp ona daian anlamına gelmektedir.

[3] Zeki: Temiz ve günahlardan arınmış anlamına gelmektedir

[4] Gizli sadaka: Allah´tan başka hiç kimsenin bilmediği sadakadır.

[5] İzar: Belden aşağı giyilen peşîemal gibi bir giysi,

Rıda: Aba veya cübbe gibi üstten giyilen giysi. (Çeviren

[6] El-Ferazdak : Emevîler devri birinci tabaka şairlerinden biri.

[7] Hill : Kabe civarında Haremin dışında kalan ve Harem´de işlenmesi haram olan işlerin yapılması helâl ve serbest olan kısım. (Çeviren).

[8] Zeynulabidîn hakkında geniş bilgi için aşağıdaki eserlere bakınız

1. Tabakatu İbn Sa´d, V/211.

2. Tarîhu´l-Buharî, VI/266.

3. El-Ma´arif, s. 214.

4. El-Ma´rifetu ve´t-tarîh, 1/360, 544.

5. El-Cerhu ve´t-ta´dîl, İli. cild, I. kısım, s. 178,

6. Eş-Şirazî, Tabakatu´l-fukaha, s. 63.

7. Tarîhu İbn Asakir, XİI/515.

8. E!-Esma ve´l-lugaî, I. cildin I. kısmı, s. 343.

9. Vefayatu´i-a´yan, IH/266.

10. Tarîhu´l-İslâm, İV/34.

11. EI-lberr 1/111.

12. El-Bidaye ve´n-nihaye, IX/103.

13. En-Nücumu´z-zahire, I/229.

Dr. Abdurrahman Re?fet el-Bâşâ, Sahabe Hayatından Tablolar, Uysal Kitabevi: 2/362-372.