Abdurrahman İbn Abdillah El-Gafikî
«El-Gafikî, Musa İbn Nusayr ve Torik İbn Ziyad için, üstün gayret ve yüce gaye konusunda gerçek bir tablodur.»[1]
Müminlerin emîri ve Hulefa-i Raşidin´in beşincisi [2] Ömer İbn Abdilaziz Selefi Süleyman İbn Abdllmelik´i kabrine koyduktan hemen sonra valâyet valilerini tekrar düşünmeye, kimini vazifeden almaya kimini de tayin etmeye başladı.
Tayin ettiklerinin başında es-Semh İbn Malik el-Havlânî vardı.
Endülüs´ün ve civarındaki, Fransa´dan alınmış şehirlerin valiliğini ona vermişti.
Yeni vali Endülüs´e doğru yürümeye, doğru ve hayırlı yardımcılarını araştırmaya başladı. Etrafındakilere şöyle dedi:
«Bu diyarda tabiînden herhangi biri kaldı mı?» Ona: «Evet, ey emîr!
Aramızda hâlâ mevcut olan yüce tabiî Abdurrahman İbn Abdillah el-Gafikî´dir» dediler.
Daha sonra ona, Allah´ın kitabı konusundaki ilmini, Resûlüllah´ın (s.a.v.) hadislerini anlayışını, cihad meydanlarındaki tecrübesini ve şehit olma tutkusunu, dünyanın geçiciliği sebebiyle birçok şeyden uzak duruşunu anlattılar.
Bu arada şunları ilâve ettiler:
«Şüphesiz o, yüce sahabî Abdullah İbn Ömer İbni´l-Hattab´la görüşmüş ve ondan yeterince hadis almış ve ona uyup yolunda yürümeye çalışmıştır».
Es-Semh İbn Malik el-Havlânî, Abdurrahman el-Gafikî´yi görüşmeye davet etti. Abdurrahman yanına gelince ona hoşgeldin deyip büyük ikram ve taltifte bulundu ve hemen yanıbaşına oturttu. Ona hatırına gelen herşeyi sormak, kendisi için problem olan birçok şeyi ona danışmak, onun kapasitesini Ölçmek ve onu değelrendirmek için gündüz bir müddet onunla birlikte oturdu.
Gördü ki o, hakkında anlatılanların çok üstündeydi.
Ona, Endülüs´teki büyük işlerden birini yüklenmesini teklif etti.
Abdurrahman ona şöyle cevap verdi:
«Ey emîr! Ben ancak halktan birisiyim. Ben bu diyara müslüman hudutlanndaki kalelerden birinde beklemek için geldim...
Canımı Aziz ve Celîl olan Allah´ın rızası için adadım... Kılıcımı yeryüzünde Allah´ın adım yüceltmek için elime aldım.
İnşaailah beni, hakka sarıldığın müddetçe, sana gölgenden daha yakın...
Allah ve Resulüne itaat ettiğin sürece, ne vali ne de komutan olmaksızın beni sana parmağından daha itaatkâr bulacaksın».
Çok geçmedi, es-Semh İbn Malik el-Havlani bütün Fransa´yla savaşa...
Orayı büyük islâm devletine katmaya... Oradan Balkan devletlerine [3] yol bulmaya...
Hz. Peygamber´in (s.a.v.) müjdesini gerçekleştirmek [4] için Balkan devletlerinden Konstantiniyye´ye (İstanbul´a) ulaşmaya karar verdi.
Bu büyük gayeyi gerçekleştirmek için ilk adım, Narbonne şehri-nin ele geçirilmesini beklemekti.
Çünkü Narbonne, Endülüs´e komşu olan Fransa şehirlerinin en bü-yükferindendi.
Müslümanlar Pirene dağlarından iner inmez oranın, inatçı bir zorba gibi karşılarında dikildiğini görmüşlerdi.
Bunların üstünde o büyük Fransa´nın anahtarı ve orayı arzu edenlerin yolu ve vasıtasıydı...
Es-Semh İbn Malik el-Havlanî Narbonne şehrini kuşattı ve ha na müslüman olmalarını veya cizye vermelerini teklif etti. Bu, haİkın zoruna gitti ve kabul etmediler.
Üst üste onlara saldırılarda bulundu ve onlara mancınık atmaya başiadı. Nihayet eski ve muhkem şehir, Avrupa´nın daha önce bir benzerine şahit olmadığı dört haftalık kahramanca savaştan sonra müslümaniarın ellerine geçti.
Muzaffer komutan kalabalık ordusuyla Akitanya eyaletinin kezi Toulouse (Tulüz) şehrine yöneldi.
Şehrin her tarafına mancınıklar kurdu.
Oraya, Avrupa´nın daha önce bilmediği savaş malzemelerini fırlattı.
Muhkem surlarla çevrili şehir onun eline geçmek üzereyken hiç
kimsenin hesabında olmayan birşey oldu.
Sözü Fransız müsteşrik Reinaud´ya bırakalım da bu savaşla ilgili
hikâyeyi bize o anlatsın.
Reinaud şöyle anlatmaktadır:
«Müslümanlar zafere çok yaklaşınca Akitanya Dükü herkesi Onlarla savaşa davet etmeye başladı.
Adamlar çıkardı. Onlar Avrupa´yı bir ucundan diğer ucuna kadar dolaştılar.
Onlar, Avrupa´daki hükümdar ve idarecilere yurtlarının isqa! edîl-diğini, kadın ve çocuklarının esir edildiğini söylediler.
Avrupa´daki bütün milletler ona katıldılar.
Ordunun kalabalıklığı o dereceye varmıştı ki dünya daha önce böylesini duymamıştı.
Öyleki ayaklarının çıkardığı tozlar Ren bölgesinde güneşin görünmesine engel oluyordu.
İki ordu birbirine yaklaşınca, sanki dağlar birbirleriyle çarpışıyor zannedildi. Sonra iki taraf arasında, tarihin daha önce benzerini görmediği korkunç bir çarpışma oldu.
Es-Semh veya daha önceki ismiyle «Zama» her tarafta askerlerimizin önüne çıkıyor ve her yerde ordusunun önüne atılıyordu.
Bu haldeyken, ona bir ok darbesi isabet etti ve atından yere yu yanandı.
Müslümanlar onu yere yıkılmış olarak görünce moraileri bozuldu ve safları dağılmaya başladı.
Eğer Allah´ın yardımı onlara, Avrupa´nın daha sonra Abdurrah-man e!-Gafikî diye tanıdığı dahi bir komutan vasıtasıyla yetişmeseydl,
O da, müslümanları en az zararla geri çekip İspanya´ya tekrar döndürmeseydi kalabalık ordumuzun onların tümünü yok etmesi mümkün hale gelmişti...
Ancak Abdurrahman bize yeniden hücum etmeye karar´vermişti...»
Ve nihayet...
Karanlık gecede bulutların dolunayın üzerinden nasıl çekildiğini, Onun ışığıyla yolunu kaybedenlerin nasıl aydınlandığını, Yolunu şaşıranların onun ışığıyla yollarını nasıl bulduğunu gördün mü?
Böylece, Toulouse savaşı İslâm´ın eşsiz kahramanı Abdurrahman İbn Abdillah el-Gafikî´yi ortaya çıkarmıştı.
Çölün ortasında ölmek üzere olan susuzlara suyun nasıl göründüğünü,
Ondan kendilerini hayata döndürecek bir yudum suyu avuçiamak için ellerini ona nasıl uzattıklarını gördün mü?
Böylece müslüman askerleri, onun yanında kurtuluşu aramak... ve memnuniyetle ona biat etmek üzere büyük komutana ellerini uzattılar...
Hiç şüphe yok ki, Toulouse savaşı müslümanlarm Avrupa ´ya basmalarından itibaren aldıkları Mk yaraydı.
Abdurrahman el-Gafikî bu yaranın merhemi, onu itinalı bir şe kilde tutan şefkatli bir el ve ona merhamet duyan büyük bir kalpti.
Müslümanların Fransa´da uğradıkları büyük yenilgiyle ilgili haberler Şam´daki halifeyi çok üzdü.
Büyük kahraman es-Semh îbn Malik el-Havlânî´nin ölümü halifenin öç alma duygularını tutuşturdu.
Halife askerlerin, Abdurrahman el-Gafikî´ye biat ettiklerini açıklamalarını emretti.
Ona, bütün Endülüs´e emîr olma görevini verdi.
Komşu devlet Fransa´dan fethedilen toprakları da onun idaresine verdi.
Ona, dilediği gibi hareket etme serbestliği verdi.
Bunun şaşılacak bir tarafı yoktu, çünkü el-Gafikî, ağırbaşlı, tereddütsüz, muttaki, temiz, hikmetli (bilgili) ve atılgan bir kimseydi..
Abdurrahman el-Gafikî´ye Endülüs´ün idaresi verilince hemen, askerlerin kendilerine güvenlerini sağlamaya, şeref, güçlülük ve üstünlük duygularını tekrar uyandırmaya ve Endülüs´teki müslüman komutanlarının Musa İbn Nusayr´la [5] başlayıp es-Semh İbn Malik el-Hav-lanî ile sona eren büyük gayeyi gerçekleştirmek için çalışmaya başladı
Bu kahramanlar Fransa´dan İtalya ve Almanya´ya gitmek oralardan da Kostantıniyye´ye (İstanbul´a) geçmeye^ Akdeniz´i bir islâm göheiine getirmeye ve ona Rum denizi (Bizans denizi [6] yerine Suriye denizi adını koymaya azmetmişlerdi...
Ancak Abdurrahman el-Gafikî şuna kesin olarak inanıyordu: Büyük savaşlara hazırlanmak ancak nefisleri ıslah ve tezkiye etmekle başlardı...
O inanıyordu ki, kaleleri içerden yarılıp tehdit edildiğinde bir millet zafere ulaşmadaki gayelerini gerçekleştiremezdi...
Bu sebeple o, Endülüs´teki şehirleri tek tek dolaşmaya ve tellallara halka şöyle seslenmelerini emretmeye başladı.
Kimin valiler veya kadılar hakkında yahut halktan birisi hakkında herhangi bir şikayeti varsa onu eınîre ulaştırsın.
Bu konuda müslümanla müslüman olmayan muahid [anlaşan]´ler arasında hiçbir fark yoktu.
Daha sonra şikâyetleri tek tek incelemeye, zayıfın hakkını güçlüden, mazlumun hakkını zalimden almaya başladı.
Gasbedilmiş ve sonradan yapılmış kiliseler meselesini soruşturmaya, anlaşmayla yapılanları sahiplerine geri vermeye, rüşvetle yapılanları yıkmaya başladı.
Daha sonra tek tek memurlarının durumunu gözden geçirdi. Sahtekarlığı ve doğruluktan ayrıldığı sabit olanları vazifeden uzaklaştırıp onların yerine bilgisine, tecrübesine ve doğruluğuna güvendiği kimseleri tayin etti.
Herhangi bir şehre girdiğinde halkı camiye davet eder, onlara bir hitabede bulunurdu. Onları cihada teşvik eder, şehitliğe, Allah´ın hoşnutluğunu ve sevabını kazanmaya özendirirdi.
Abdurrahman sözle fiili birleştirmiş, emelleri amellerle desteklemişti.
Vazifeye geldiği ilk andan itibaren malzeme ve silâh hazırlığına, sur ve kaleleri restore ettirmeye ve köprüler inşa ettirmeye başladı.
İnşa ettirdiği köprülerin en büyüğü, Endülüs´ün merkezî Kurtuba şehrindeki köprüydü.
Onu halkın ve askerlerin geçmeleri., şehrî ve insanları taşkından koruması için inşa ettirmişti.
Bu köprü dünyanın harikalarından sayılıyordu. Uzunluğu sekiz yüz, yüksekliği altmış ve eni on kulaçtı, Onsekiz kemeri ve ondokuz kulesi vardı.
İspanya´da bugün hâlâ bu köprüden istifade edilmektedir.
Abdurrahman el-Gafikî konakladığı her beldede, ordu komutanlarını ve halkın ileri gelenlerini toplamayı âdet edinmişti.
Onları söyledikleri her şeyi pür dikkat dinler, teklif ettiklerinin hepsini kaydeder ve tavsiye ettikleri diğer şeylerden istifade ederdi.
Bu toplantılarda, çok dinleyip, az konuşmayı prensip edinmişti.
El-Gafikî müslümanlarm ileri gelenleriyle görüştüğü gibi, aralarında anlaşma olan zimmîlerin büyükleriyle de biraraya gelirdi.
Çoğunlukla, onlara memleketleri hakkında bilmediği meseleleri ve hükümdar ve komutanların durumlarına dair zihnîni meşgul eden hususları sorardı.
Bir defasında, Fransa´daki muahidlerin büyüklerinden birini çağırttı ve onunla çeşitli konularda konuştuktan sonra şöyle dedi:
«Sizin büyük hükümdarınız Charles (Sari) neden bizimle savaşmıyor ve neden eyalet valilerine yardım etmiyor?»
O da söyle cevap verdi: «Ey emîr!
Sîz, bizimle yaptığınız anlaşmaya sadık kaldınız.
Bize sorduğunuz konularda size doğruyu söylememiz gerekir...
Büyük komutanınız Musa İbn Nusayr bütün İspanya´yı avucunun içine aldıktan sonra, Endülüs´le güzel ülkemizi ayıran Pirene dağlarını geçmeye niyet edince, eyalet valileri ve papazlar büyük hükümdarımıza gidip ona şöyle dediler:
Bizim ve etbamızın başına gelen bu ebedi felâket nedir ey hükümdarımız?
Biz müslümanları duyuyorduk...
Onların bizim üzerimize doğudan sıçramalarından korkuyorduk.
İşte onlar şimdi bize batıdan geldiler.
Bütün İspanya´yı istilâ edip oradaki silâh ve malzemeleri ele geçirdiler. Sayıları az olmasına ve silahları güçlü olmamasına rağmen, aramızı ayıran dağların tepelerine çıktılar.
Onların çoğu, kendilerini kılıç darbelerinden koruyan bir zırh veya savaş meydanlarına götüren bir attan başka birşeye sahip değiller».
Hükümdar onlara şöyle cevap verdi:
«Hatırınıza gelen şeyleri çok düşündüm ve uzun zaman kafa yordum.
Bu sıçrayışlarında bu insanlara karşı durmamaya karar verdim.
Çünkü onlar şu anda, önlerine çıkan herşeyi yutup beraberinde götüren ve dilediği şekilde kenara atan kükremiş sel gibiler.
Gördüm ki onlar, sayı ve malzeme çokluğunu hiçe sayan bir İnanç ve niyete sahip bir millettir.
Onlar, zırh ve atların yerine geçen bir iman ve azme sahipler...
Ancak, elleri ganimetlerle doluncaya, evleri ve köşkleri oluncaya, uşak ve hizmetçileri çoğalıncaya ve aralarında başkan olma yarışına girinceye kadar onlara mühlet verin...
İşte o zaman en kolay yoldan ve en az çabayla onlara gücünüz yeter».
Bu sözleri duyduktan sonra Abdurrahman el-Gafikî üzüntülü bir şekilde başını önüne eğdi. Derin bir soluk alıp toplantıyı kesti ve:
«Hayye ale´s-salâh (Haydi namaza)» dedi. Çünkü namaz vakti yaklaşmıştı».
Abdurrahman el-Gafikî büyük savaşa hazırlanmak üzere tam iki yıl geçirdi...
Orduyu çeşitli birliklere taksim edip askerleri savaşa hazır hale getirdi-..
Azim ve niyetleri bileyip kalpleri onardı.
İfrîkıyye [Tunus] emîrinden yardım istedi, o da Abdurrahman´a, cihad özlemiyle tutuşan ve şehitlik ateşiyle yanan seçme askerlerini yardıma gönderdi...
Daha sonra hudutlardaki kalelerin komutanı Osman İbn Ebî Nü-sa´ya. kendisi ordusunun tamamıyla gelinceye kadar baskın yaparak düşmanı meşgul etmesini bildiren bir haber gönderdi.
Ancak bu Osman gayretli, azimli insanlar arasında adını yücelten her işe koşan ve başkalarını gölgede bırakan bütün emirleri kıskanırdı.
Bunlara, onun daha önce Fransa´ya yaptığı baskınlardan birinde Akitanya dükünün kızı «Mînîn»i [7] ele geçirmiş olduğunu ilâve edebiliriz.
Bu Mînîn tam gençliğinin baharında ve mükemmel güzellikte bir genç kızdı.
Güzelliğine saltanat şerefini de ilâve etmişti. Asaletle saray kızlarının nazlılığını birleştirmişti. Mînîn Osman´ın gönlünü çeimiş. O da ona tutulmuştu.
Mînîn, onun yanında hiçbir hanıma nasip olmayan bir itibara sahip olmuştu.
Osman´ı babasıyla yaptığı savaşı durdurup barış yapmaya ikna etmişti. Osman onunla Endülüs´teki garnizonlarla sının bulunan eyaletine karşı" müslümanîarın baskın yapmiyacağına dair teminat veren bir anlaşma yapmıştı.
Ona, Abdurrahman el-Gafikî´nîn, kayınpederi olan Akitanya dükünün memleketine yürüme emri gelince, şaşırıp ne yapacağını bilemedi.
Ancak çok geçmedi, vali el-Gafikî´ye emrettiği konuda danışma! ve vakti dolmadan Akitanya düküne verdiği sözü bozamıyacağmı bildiren bir mektup yazdı...
Abdurrahman el-Gafikî ona çok kızdı... ve şu haberi gönderdi:
«Emîrinin haberi olmadan Fransızlara verdiğin söz ona ve müs-lüman ordularına hiçbir şeyi gerektirmez.
Senin hemen tereddüt etmeden ve beklemeden emrettiğimi yerine getirmen lâzım...»
İbn Ebî Nüs´a emîri kararından döndürmekten ümidini kesince, olanları bildirmek ve kendini düşmanından sakınmaya davet etmek üzere kayınpederine bir elçi gönderdi.
Fakat Abdurrahman eİ-Gafikî´nin casusları İbn Ebî Nüs´a´nın hareketlerini gözetliyorlardı... Onlar emîre, Osman´ın düşmanla iiişki kurduğu haberlerini getirdiler.
El-Gafikî hemen güçlü kuvvetli adamları arasından seçtiği bir birliği savaşa hazırladı.
Tecrübeli yiğitlerden birine sancağı verdi ve ona Osman İbn Ebî
Nüs´a´yı ölü veya diri olarak getirmesini emretti.
Askerler İbn Ebî Nüs´a´nın ordugâhına anî bir saldın yaptılar, son anda durumdan haberi olmasaydı onu yakalayacaklardı...
Osman bazı adamları ve asla yanından ayırmadığı, dünyayı ancak onunla gördüğü güzel karısı Mînîn´le birlikte dağlara kaçtı.
El-Gafikî´nin askerleri takip edip onların etrafını sardılar.
Osman kendini ve hanımını aslanın yavrularını savunduğu gibi savundu.
Durmadan hanımının önünde mücadele etti ve nihayet öldürüldü.
Bedeninde sayılamıyacak kadar kılıç darbesi ve mızrak yarası vardı...
Askerler başını kestiler, prenses karısıyla birlikte onu Abdurrahman el-Gafikî´ye gönderdiler.
Osman´ın karısı Abdurrahman´ın yanına gelip onun şaşırtıcı güzelliğini görünce, gözlerini yere indirdi ve yüzünü ondan çevirdi...
Daha sonra onu hilâfet (halifelik) merkezine hediye olarak gönderdi.
Böylece güzel Fransız prensesinin hayatı Şam´daki emevî halifesinin hareminde sona erdi.[8]
--------------------------------------------------------------------------------
[1] Tarihçiler
[2] Hu!efa-i Raşidin, dörttür. Bunlara Ömer İbn Abdilaziz de İlâve edilmiştir, hepsinden razı olsun.
[3] Balkan devletleri: Avrupa´nın güneydoğusundaki yarımada. Bugün Romanya, Arnavutluk, Yugoslavya, Bulgaristan, Türkiye ve Yunanistan´a Balkan devletleri denilmektedir
[4] Resûlüllah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur; Kostantıniyye elbette fetholunacaktır. Onu fetheden asker ne iyi asker, komutanı ne İyi komutandır
[5] Musa İbn Nıısayr : Fas ve Endülüs´ün fatihi
[6] Akdeniz´in bir adi da Rum denizidir. (Çeviren).
[7] sMının» kelimesi arap harfleriyle yazıldığından aslını tespit mümkün olmamıştır. Özür dilerim. (Çeviren).
[8] Dr. Abdurrahman Re?fet el-Bâşâ, Sahabe Hayatından Tablolar, Uysal Kitabevi: 2/398-407.
Müminlerin emîri ve Hulefa-i Raşidin´in beşincisi [2] Ömer İbn Abdilaziz Selefi Süleyman İbn Abdllmelik´i kabrine koyduktan hemen sonra valâyet valilerini tekrar düşünmeye, kimini vazifeden almaya kimini de tayin etmeye başladı.
Tayin ettiklerinin başında es-Semh İbn Malik el-Havlânî vardı.
Endülüs´ün ve civarındaki, Fransa´dan alınmış şehirlerin valiliğini ona vermişti.
Yeni vali Endülüs´e doğru yürümeye, doğru ve hayırlı yardımcılarını araştırmaya başladı. Etrafındakilere şöyle dedi:
«Bu diyarda tabiînden herhangi biri kaldı mı?» Ona: «Evet, ey emîr!
Aramızda hâlâ mevcut olan yüce tabiî Abdurrahman İbn Abdillah el-Gafikî´dir» dediler.
Daha sonra ona, Allah´ın kitabı konusundaki ilmini, Resûlüllah´ın (s.a.v.) hadislerini anlayışını, cihad meydanlarındaki tecrübesini ve şehit olma tutkusunu, dünyanın geçiciliği sebebiyle birçok şeyden uzak duruşunu anlattılar.
Bu arada şunları ilâve ettiler:
«Şüphesiz o, yüce sahabî Abdullah İbn Ömer İbni´l-Hattab´la görüşmüş ve ondan yeterince hadis almış ve ona uyup yolunda yürümeye çalışmıştır».
Es-Semh İbn Malik el-Havlânî, Abdurrahman el-Gafikî´yi görüşmeye davet etti. Abdurrahman yanına gelince ona hoşgeldin deyip büyük ikram ve taltifte bulundu ve hemen yanıbaşına oturttu. Ona hatırına gelen herşeyi sormak, kendisi için problem olan birçok şeyi ona danışmak, onun kapasitesini Ölçmek ve onu değelrendirmek için gündüz bir müddet onunla birlikte oturdu.
Gördü ki o, hakkında anlatılanların çok üstündeydi.
Ona, Endülüs´teki büyük işlerden birini yüklenmesini teklif etti.
Abdurrahman ona şöyle cevap verdi:
«Ey emîr! Ben ancak halktan birisiyim. Ben bu diyara müslüman hudutlanndaki kalelerden birinde beklemek için geldim...
Canımı Aziz ve Celîl olan Allah´ın rızası için adadım... Kılıcımı yeryüzünde Allah´ın adım yüceltmek için elime aldım.
İnşaailah beni, hakka sarıldığın müddetçe, sana gölgenden daha yakın...
Allah ve Resulüne itaat ettiğin sürece, ne vali ne de komutan olmaksızın beni sana parmağından daha itaatkâr bulacaksın».
Çok geçmedi, es-Semh İbn Malik el-Havlani bütün Fransa´yla savaşa...
Orayı büyük islâm devletine katmaya... Oradan Balkan devletlerine [3] yol bulmaya...
Hz. Peygamber´in (s.a.v.) müjdesini gerçekleştirmek [4] için Balkan devletlerinden Konstantiniyye´ye (İstanbul´a) ulaşmaya karar verdi.
Bu büyük gayeyi gerçekleştirmek için ilk adım, Narbonne şehri-nin ele geçirilmesini beklemekti.
Çünkü Narbonne, Endülüs´e komşu olan Fransa şehirlerinin en bü-yükferindendi.
Müslümanlar Pirene dağlarından iner inmez oranın, inatçı bir zorba gibi karşılarında dikildiğini görmüşlerdi.
Bunların üstünde o büyük Fransa´nın anahtarı ve orayı arzu edenlerin yolu ve vasıtasıydı...
Es-Semh İbn Malik el-Havlanî Narbonne şehrini kuşattı ve ha na müslüman olmalarını veya cizye vermelerini teklif etti. Bu, haİkın zoruna gitti ve kabul etmediler.
Üst üste onlara saldırılarda bulundu ve onlara mancınık atmaya başiadı. Nihayet eski ve muhkem şehir, Avrupa´nın daha önce bir benzerine şahit olmadığı dört haftalık kahramanca savaştan sonra müslümaniarın ellerine geçti.
Muzaffer komutan kalabalık ordusuyla Akitanya eyaletinin kezi Toulouse (Tulüz) şehrine yöneldi.
Şehrin her tarafına mancınıklar kurdu.
Oraya, Avrupa´nın daha önce bilmediği savaş malzemelerini fırlattı.
Muhkem surlarla çevrili şehir onun eline geçmek üzereyken hiç
kimsenin hesabında olmayan birşey oldu.
Sözü Fransız müsteşrik Reinaud´ya bırakalım da bu savaşla ilgili
hikâyeyi bize o anlatsın.
Reinaud şöyle anlatmaktadır:
«Müslümanlar zafere çok yaklaşınca Akitanya Dükü herkesi Onlarla savaşa davet etmeye başladı.
Adamlar çıkardı. Onlar Avrupa´yı bir ucundan diğer ucuna kadar dolaştılar.
Onlar, Avrupa´daki hükümdar ve idarecilere yurtlarının isqa! edîl-diğini, kadın ve çocuklarının esir edildiğini söylediler.
Avrupa´daki bütün milletler ona katıldılar.
Ordunun kalabalıklığı o dereceye varmıştı ki dünya daha önce böylesini duymamıştı.
Öyleki ayaklarının çıkardığı tozlar Ren bölgesinde güneşin görünmesine engel oluyordu.
İki ordu birbirine yaklaşınca, sanki dağlar birbirleriyle çarpışıyor zannedildi. Sonra iki taraf arasında, tarihin daha önce benzerini görmediği korkunç bir çarpışma oldu.
Es-Semh veya daha önceki ismiyle «Zama» her tarafta askerlerimizin önüne çıkıyor ve her yerde ordusunun önüne atılıyordu.
Bu haldeyken, ona bir ok darbesi isabet etti ve atından yere yu yanandı.
Müslümanlar onu yere yıkılmış olarak görünce moraileri bozuldu ve safları dağılmaya başladı.
Eğer Allah´ın yardımı onlara, Avrupa´nın daha sonra Abdurrah-man e!-Gafikî diye tanıdığı dahi bir komutan vasıtasıyla yetişmeseydl,
O da, müslümanları en az zararla geri çekip İspanya´ya tekrar döndürmeseydi kalabalık ordumuzun onların tümünü yok etmesi mümkün hale gelmişti...
Ancak Abdurrahman bize yeniden hücum etmeye karar´vermişti...»
Ve nihayet...
Karanlık gecede bulutların dolunayın üzerinden nasıl çekildiğini, Onun ışığıyla yolunu kaybedenlerin nasıl aydınlandığını, Yolunu şaşıranların onun ışığıyla yollarını nasıl bulduğunu gördün mü?
Böylece, Toulouse savaşı İslâm´ın eşsiz kahramanı Abdurrahman İbn Abdillah el-Gafikî´yi ortaya çıkarmıştı.
Çölün ortasında ölmek üzere olan susuzlara suyun nasıl göründüğünü,
Ondan kendilerini hayata döndürecek bir yudum suyu avuçiamak için ellerini ona nasıl uzattıklarını gördün mü?
Böylece müslüman askerleri, onun yanında kurtuluşu aramak... ve memnuniyetle ona biat etmek üzere büyük komutana ellerini uzattılar...
Hiç şüphe yok ki, Toulouse savaşı müslümanlarm Avrupa ´ya basmalarından itibaren aldıkları Mk yaraydı.
Abdurrahman el-Gafikî bu yaranın merhemi, onu itinalı bir şe kilde tutan şefkatli bir el ve ona merhamet duyan büyük bir kalpti.
Müslümanların Fransa´da uğradıkları büyük yenilgiyle ilgili haberler Şam´daki halifeyi çok üzdü.
Büyük kahraman es-Semh îbn Malik el-Havlânî´nin ölümü halifenin öç alma duygularını tutuşturdu.
Halife askerlerin, Abdurrahman el-Gafikî´ye biat ettiklerini açıklamalarını emretti.
Ona, bütün Endülüs´e emîr olma görevini verdi.
Komşu devlet Fransa´dan fethedilen toprakları da onun idaresine verdi.
Ona, dilediği gibi hareket etme serbestliği verdi.
Bunun şaşılacak bir tarafı yoktu, çünkü el-Gafikî, ağırbaşlı, tereddütsüz, muttaki, temiz, hikmetli (bilgili) ve atılgan bir kimseydi..
Abdurrahman el-Gafikî´ye Endülüs´ün idaresi verilince hemen, askerlerin kendilerine güvenlerini sağlamaya, şeref, güçlülük ve üstünlük duygularını tekrar uyandırmaya ve Endülüs´teki müslüman komutanlarının Musa İbn Nusayr´la [5] başlayıp es-Semh İbn Malik el-Hav-lanî ile sona eren büyük gayeyi gerçekleştirmek için çalışmaya başladı
Bu kahramanlar Fransa´dan İtalya ve Almanya´ya gitmek oralardan da Kostantıniyye´ye (İstanbul´a) geçmeye^ Akdeniz´i bir islâm göheiine getirmeye ve ona Rum denizi (Bizans denizi [6] yerine Suriye denizi adını koymaya azmetmişlerdi...
Ancak Abdurrahman el-Gafikî şuna kesin olarak inanıyordu: Büyük savaşlara hazırlanmak ancak nefisleri ıslah ve tezkiye etmekle başlardı...
O inanıyordu ki, kaleleri içerden yarılıp tehdit edildiğinde bir millet zafere ulaşmadaki gayelerini gerçekleştiremezdi...
Bu sebeple o, Endülüs´teki şehirleri tek tek dolaşmaya ve tellallara halka şöyle seslenmelerini emretmeye başladı.
Kimin valiler veya kadılar hakkında yahut halktan birisi hakkında herhangi bir şikayeti varsa onu eınîre ulaştırsın.
Bu konuda müslümanla müslüman olmayan muahid [anlaşan]´ler arasında hiçbir fark yoktu.
Daha sonra şikâyetleri tek tek incelemeye, zayıfın hakkını güçlüden, mazlumun hakkını zalimden almaya başladı.
Gasbedilmiş ve sonradan yapılmış kiliseler meselesini soruşturmaya, anlaşmayla yapılanları sahiplerine geri vermeye, rüşvetle yapılanları yıkmaya başladı.
Daha sonra tek tek memurlarının durumunu gözden geçirdi. Sahtekarlığı ve doğruluktan ayrıldığı sabit olanları vazifeden uzaklaştırıp onların yerine bilgisine, tecrübesine ve doğruluğuna güvendiği kimseleri tayin etti.
Herhangi bir şehre girdiğinde halkı camiye davet eder, onlara bir hitabede bulunurdu. Onları cihada teşvik eder, şehitliğe, Allah´ın hoşnutluğunu ve sevabını kazanmaya özendirirdi.
Abdurrahman sözle fiili birleştirmiş, emelleri amellerle desteklemişti.
Vazifeye geldiği ilk andan itibaren malzeme ve silâh hazırlığına, sur ve kaleleri restore ettirmeye ve köprüler inşa ettirmeye başladı.
İnşa ettirdiği köprülerin en büyüğü, Endülüs´ün merkezî Kurtuba şehrindeki köprüydü.
Onu halkın ve askerlerin geçmeleri., şehrî ve insanları taşkından koruması için inşa ettirmişti.
Bu köprü dünyanın harikalarından sayılıyordu. Uzunluğu sekiz yüz, yüksekliği altmış ve eni on kulaçtı, Onsekiz kemeri ve ondokuz kulesi vardı.
İspanya´da bugün hâlâ bu köprüden istifade edilmektedir.
Abdurrahman el-Gafikî konakladığı her beldede, ordu komutanlarını ve halkın ileri gelenlerini toplamayı âdet edinmişti.
Onları söyledikleri her şeyi pür dikkat dinler, teklif ettiklerinin hepsini kaydeder ve tavsiye ettikleri diğer şeylerden istifade ederdi.
Bu toplantılarda, çok dinleyip, az konuşmayı prensip edinmişti.
El-Gafikî müslümanlarm ileri gelenleriyle görüştüğü gibi, aralarında anlaşma olan zimmîlerin büyükleriyle de biraraya gelirdi.
Çoğunlukla, onlara memleketleri hakkında bilmediği meseleleri ve hükümdar ve komutanların durumlarına dair zihnîni meşgul eden hususları sorardı.
Bir defasında, Fransa´daki muahidlerin büyüklerinden birini çağırttı ve onunla çeşitli konularda konuştuktan sonra şöyle dedi:
«Sizin büyük hükümdarınız Charles (Sari) neden bizimle savaşmıyor ve neden eyalet valilerine yardım etmiyor?»
O da söyle cevap verdi: «Ey emîr!
Sîz, bizimle yaptığınız anlaşmaya sadık kaldınız.
Bize sorduğunuz konularda size doğruyu söylememiz gerekir...
Büyük komutanınız Musa İbn Nusayr bütün İspanya´yı avucunun içine aldıktan sonra, Endülüs´le güzel ülkemizi ayıran Pirene dağlarını geçmeye niyet edince, eyalet valileri ve papazlar büyük hükümdarımıza gidip ona şöyle dediler:
Bizim ve etbamızın başına gelen bu ebedi felâket nedir ey hükümdarımız?
Biz müslümanları duyuyorduk...
Onların bizim üzerimize doğudan sıçramalarından korkuyorduk.
İşte onlar şimdi bize batıdan geldiler.
Bütün İspanya´yı istilâ edip oradaki silâh ve malzemeleri ele geçirdiler. Sayıları az olmasına ve silahları güçlü olmamasına rağmen, aramızı ayıran dağların tepelerine çıktılar.
Onların çoğu, kendilerini kılıç darbelerinden koruyan bir zırh veya savaş meydanlarına götüren bir attan başka birşeye sahip değiller».
Hükümdar onlara şöyle cevap verdi:
«Hatırınıza gelen şeyleri çok düşündüm ve uzun zaman kafa yordum.
Bu sıçrayışlarında bu insanlara karşı durmamaya karar verdim.
Çünkü onlar şu anda, önlerine çıkan herşeyi yutup beraberinde götüren ve dilediği şekilde kenara atan kükremiş sel gibiler.
Gördüm ki onlar, sayı ve malzeme çokluğunu hiçe sayan bir İnanç ve niyete sahip bir millettir.
Onlar, zırh ve atların yerine geçen bir iman ve azme sahipler...
Ancak, elleri ganimetlerle doluncaya, evleri ve köşkleri oluncaya, uşak ve hizmetçileri çoğalıncaya ve aralarında başkan olma yarışına girinceye kadar onlara mühlet verin...
İşte o zaman en kolay yoldan ve en az çabayla onlara gücünüz yeter».
Bu sözleri duyduktan sonra Abdurrahman el-Gafikî üzüntülü bir şekilde başını önüne eğdi. Derin bir soluk alıp toplantıyı kesti ve:
«Hayye ale´s-salâh (Haydi namaza)» dedi. Çünkü namaz vakti yaklaşmıştı».
Abdurrahman el-Gafikî büyük savaşa hazırlanmak üzere tam iki yıl geçirdi...
Orduyu çeşitli birliklere taksim edip askerleri savaşa hazır hale getirdi-..
Azim ve niyetleri bileyip kalpleri onardı.
İfrîkıyye [Tunus] emîrinden yardım istedi, o da Abdurrahman´a, cihad özlemiyle tutuşan ve şehitlik ateşiyle yanan seçme askerlerini yardıma gönderdi...
Daha sonra hudutlardaki kalelerin komutanı Osman İbn Ebî Nü-sa´ya. kendisi ordusunun tamamıyla gelinceye kadar baskın yaparak düşmanı meşgul etmesini bildiren bir haber gönderdi.
Ancak bu Osman gayretli, azimli insanlar arasında adını yücelten her işe koşan ve başkalarını gölgede bırakan bütün emirleri kıskanırdı.
Bunlara, onun daha önce Fransa´ya yaptığı baskınlardan birinde Akitanya dükünün kızı «Mînîn»i [7] ele geçirmiş olduğunu ilâve edebiliriz.
Bu Mînîn tam gençliğinin baharında ve mükemmel güzellikte bir genç kızdı.
Güzelliğine saltanat şerefini de ilâve etmişti. Asaletle saray kızlarının nazlılığını birleştirmişti. Mînîn Osman´ın gönlünü çeimiş. O da ona tutulmuştu.
Mînîn, onun yanında hiçbir hanıma nasip olmayan bir itibara sahip olmuştu.
Osman´ı babasıyla yaptığı savaşı durdurup barış yapmaya ikna etmişti. Osman onunla Endülüs´teki garnizonlarla sının bulunan eyaletine karşı" müslümanîarın baskın yapmiyacağına dair teminat veren bir anlaşma yapmıştı.
Ona, Abdurrahman el-Gafikî´nîn, kayınpederi olan Akitanya dükünün memleketine yürüme emri gelince, şaşırıp ne yapacağını bilemedi.
Ancak çok geçmedi, vali el-Gafikî´ye emrettiği konuda danışma! ve vakti dolmadan Akitanya düküne verdiği sözü bozamıyacağmı bildiren bir mektup yazdı...
Abdurrahman el-Gafikî ona çok kızdı... ve şu haberi gönderdi:
«Emîrinin haberi olmadan Fransızlara verdiğin söz ona ve müs-lüman ordularına hiçbir şeyi gerektirmez.
Senin hemen tereddüt etmeden ve beklemeden emrettiğimi yerine getirmen lâzım...»
İbn Ebî Nüs´a emîri kararından döndürmekten ümidini kesince, olanları bildirmek ve kendini düşmanından sakınmaya davet etmek üzere kayınpederine bir elçi gönderdi.
Fakat Abdurrahman eİ-Gafikî´nin casusları İbn Ebî Nüs´a´nın hareketlerini gözetliyorlardı... Onlar emîre, Osman´ın düşmanla iiişki kurduğu haberlerini getirdiler.
El-Gafikî hemen güçlü kuvvetli adamları arasından seçtiği bir birliği savaşa hazırladı.
Tecrübeli yiğitlerden birine sancağı verdi ve ona Osman İbn Ebî
Nüs´a´yı ölü veya diri olarak getirmesini emretti.
Askerler İbn Ebî Nüs´a´nın ordugâhına anî bir saldın yaptılar, son anda durumdan haberi olmasaydı onu yakalayacaklardı...
Osman bazı adamları ve asla yanından ayırmadığı, dünyayı ancak onunla gördüğü güzel karısı Mînîn´le birlikte dağlara kaçtı.
El-Gafikî´nin askerleri takip edip onların etrafını sardılar.
Osman kendini ve hanımını aslanın yavrularını savunduğu gibi savundu.
Durmadan hanımının önünde mücadele etti ve nihayet öldürüldü.
Bedeninde sayılamıyacak kadar kılıç darbesi ve mızrak yarası vardı...
Askerler başını kestiler, prenses karısıyla birlikte onu Abdurrahman el-Gafikî´ye gönderdiler.
Osman´ın karısı Abdurrahman´ın yanına gelip onun şaşırtıcı güzelliğini görünce, gözlerini yere indirdi ve yüzünü ondan çevirdi...
Daha sonra onu hilâfet (halifelik) merkezine hediye olarak gönderdi.
Böylece güzel Fransız prensesinin hayatı Şam´daki emevî halifesinin hareminde sona erdi.[8]
--------------------------------------------------------------------------------
[1] Tarihçiler
[2] Hu!efa-i Raşidin, dörttür. Bunlara Ömer İbn Abdilaziz de İlâve edilmiştir, hepsinden razı olsun.
[3] Balkan devletleri: Avrupa´nın güneydoğusundaki yarımada. Bugün Romanya, Arnavutluk, Yugoslavya, Bulgaristan, Türkiye ve Yunanistan´a Balkan devletleri denilmektedir
[4] Resûlüllah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur; Kostantıniyye elbette fetholunacaktır. Onu fetheden asker ne iyi asker, komutanı ne İyi komutandır
[5] Musa İbn Nıısayr : Fas ve Endülüs´ün fatihi
[6] Akdeniz´in bir adi da Rum denizidir. (Çeviren).
[7] sMının» kelimesi arap harfleriyle yazıldığından aslını tespit mümkün olmamıştır. Özür dilerim. (Çeviren).
[8] Dr. Abdurrahman Re?fet el-Bâşâ, Sahabe Hayatından Tablolar, Uysal Kitabevi: 2/398-407.
TABİİNİN BÜYÜKLERİ
- Ata İbn Rebah
- Amir İbn Abdullah et-Temîmî
- Urve İbnu´z-Zübeyr
- Er-Rabî İbn Hüseyin
- İyas İbn Muaviye el-Müzenî
- Ömer İbn Abdülaziz ve Oğlu Abdülmelik
- El-Hasenu´l-Basrî
- Kadı Şureyh
- Muhammed İbn Sirîn
- Rabiatu´r-Rey
- Raca İbn Have
- Amir İbn Şurahbîl El-Hımyerî
- Seleme İbn Dinar
- Saîd İbnu´l-Müseyyeb
- Saîd İbn Cübeyr
- Muhammed İbn Vasi el-Ezdî
- Ömer İbn Abdilaziz
- Muhammed İbnu´l-Hanefiyye
- Tavus İbn Keysan
- El-Kasım İbn Muhammed
- Sile İbn Eşyem
- Ali İbn El-Hüseyn
- Ebu Müslim El-Havlanî
- Selim İbn Abdillah İbn Ömer
- Abdurrahman İbn Abdillah El-Gafikî
- Abdurrahman El-Gafiki
- Necaşi
- Ebu´l-Aliye Rufey İbn Mihran
- El-Ahnef İbn Kays - 1
- El-Ahnef İbn Kays - 2