Mükellef Olmanın Şartları

el-MAHKUMU ALEYH (MÜKELLEF)

1. MÜKELLEF OLMANIN ŞARTLARI:

îslâm Hukukunda mükellefe "el-mahkûmu aleyh" denir. Allah, hükümle­rini, hitaplarım insana yöneltmiştir. Allah, insanı aklı sebebiyle kendine muha­tap kılmıştır.

Mükellefe yapılan teklifin şer´an sahih olabilmesi için, onda iki şartın bu­lunması gerekir:

1. AKIL: Teklifleri anlayacak derecede akıl ve zekâ bulunması.

2. EHLÎYET: Kendisine yapılan tekliflere ehil olması.

1. Akıl - Bulûğ:

Allah´ın teklifleri Kur´ân ve Sünnet´in nasslariyle sabit olmuştur. Nasslan ancak akıllı insanlar anlayabilir. Akıl insanda anlama ve idrak âletidir. Ancak akıl gizlidir. Gözle görünmez. İnsandan insana değişebilir. Fakat Sâri´, teklifle­rini akıl kendisinde tam manasiyle teşekkül eden baliğ insanlara tevcih etmiştir. Bu duruma göre mükellef, akıllı ve baliğ kimsedir. Bu sebeple teklifler, mecnûn, matuh ve çocuklara yöneltilmemiştir. Onlar mükellef değildir. Allah´ın teklifle­ri, Kur´ân ve Sünnet´e bulunmaktadır. Onlar ise arapçadır. Araplardan başkası onlat} hemen anlayamaz. Fakat üzerinde biraz çalışmak suretiyle ve tercemesiy-le arap olmayan insanlar da onları anlayabilir.

2. Ehliyet:

Bir kişinin mükellef olmasının şartlarından biride ehliyettir. Bu konuyu bir başlık altında inceleyeceğiz.

2. EHLİYET

A. Tarifi:

Ehliyet, lugatta selahiyet manasına gelmektedir. Istılahta ise, "şahsın ilzam (borçlandırma, borç altına sokma) ve iltizâm (borçlanma, borç altına girme)´a selâhiyetli olmasıdır" şeklinde tarif edilmiştir.

Allah yaratıklar arasında insanı mümtaz olarak ve hak sahibi olma, borç altına girme vasıf ve kabiliyetinde yaratmış, onu akıl ve irade ile teçhiz etmiş, akıl ve irade sahibi olan insanı, kendisine muhatap etmiştir. Hitaplarını, emirle­rini, nehiylerini ona tevcih etmiştir. İnsan hak sahibi olma ve borç altına girme vasıf ve kabiliyetini ruhlar yaratıldığı zaman kazanmıştır. İşte insan o zamandan beri zimmetle muttasıf kılınmıştır. İnsan -zimmetle muttasıf olduğu için hak sa­hibi olmaya ve borç altına´girmeye layık görülmüştür. İnsanın haklara sahib ol­ma ve borç altına girme selâhiyetine ehliyet denmektedir. Mesela, bir kişiye ehliyeti sebebiyle babasının Ölümü üzerine miras düşer ve kendisine miras olarak düşen malların mâliki olur. Keza kişi, ehliyeti sebebiyle karısının nafakasını temin et­mekle de bir borç altına girmiş olur.

B. Ehliyetin Çeşitleri:

Ehliyet iki kısma ayrılmaktadır: [1]

1. Vücûp ehliyet

2. Edâ ehliyeti

a. Vücûb Ehliyeti:

aa. Tarifi:

Vücûp ehliyeti modern hukukta, "medeni haklardan istifade etme ehliye­ti "ne tekabül eder.

Vücûp ehliyeti, "bir insanın lehine ve aleyhine ait meşru hakların vâcib (sa­bit) olmasına selâhiyetli (elverişli) bulunmasıdır" diye tarif edilir.[2] Yani insan bu ehliyet sebebiyle bir takım haklara sahip olur ve bir takım borçlar altına girer.

bb, Vücûb Ehliyetinin Dayanağı:

Vücûb ehliyeti, zimmet ile sabit olur. Zimmet, lugatta ahd (anlaşma) mana­sına gelmektedir. Müslümanlar, gayri müslimlerle anlaşma yapınca, onlar da bir takım hak ve vecibeler elde ederler. Bu sebeble onlara ehlu´z-zimmî veya zimmî

denir.

Zimmet ıstılahta, "insanda manevî bir vasıftır ki, insan lehine ve aleyhine olan şeylere.ancak bununla ehil olur"[3] şeklinde tarif edilir. Yaratıklar arasın­da sadece insan zimmetle muttasıf olduğundan, ondan başka varlıkların vücûb ehliyeti yoktur.[4]

Şu halde, vücub ehliyeti zimmete dayanmaktadır, bütün insanlar zimmetle muttasıf olduğundan, bu ehliyete sahiptirler.

cc. Vücûb Ehliyetinin Çeşitleri:

Bütün insanların vücûb ehliyetine sahip olduklarım biraz önce ifade etmiş­tik. Anne karnındaki çocuk (cenîn)unda vücûb ehliyeti bulunmaktadır. Ancak bunun vücûb ehliyeti diğerlerine nisbeten noksandır. Bu bakımdan vücûb ehli­yetini iki kısma ayırıyoruz:

1. Eksik (nakıs) vücûb ehliyeti,

2. Tam (kâmil) vücûb ehliyeti.

Anne karnındaki çocuğun vücûb ehliyeti eksiktir. Sadece lehine olan haklar sabit olur. Miras, vasiyyet, nesebin sübûtu, köle ise azad edilme, ceninin lehine olan haklardır. Çenîn bu haklardan istifade eder. Cenîn aleyhine olan haklar­dan sorumlu tutulamaz. Bu sebeple velisi, cenîn için bir şey satın alsa, onun pa­rasını ödemekle cenîn mükellef tutulamaz. Bunun gibi cenine, malından akrabalarına nafaka vermek vâcib olmaz.

Cenîn dışındaki bütün insanlar kâmil vücûb ehliyetine sahiptirler.

B. Edâ Ehliyeti:

Aa. Tarifi Ve Mahiyeti:

Bugünkü hukukta, "medeni haklan kullanma ehliyeti"ne tekabül eden edâ ehliyeti, "insanın kendisinden şer´an muteber olabilecek şekilde fiillerin südûru-na selâhiyetli bulunmasıdır "[5] şeklinde tarif edilir.

Edâ ehliyeti, hukuka uygun ve muteber bir şekilde, fiil ve muamelede bulu­nabilme vasıf ve kudretidir ve aktif bir ehliyet çeşididir. Bu ehliyet sayesinde in­san, tek basma başkalarıyle hukuki muamelelere girişir, insanın fiillerine hukuk nizamında gösterilen neticeler terettüb eder, mes´ul tutulur, alacaklı olur, borç­lu olur. Mâllarında tasarruf eder, malları satar, mal satın alır, kiraya verir, kira­lar, hibe eder, tahrib eder, tağyir edebilir...

bb. Edâ Ehliyetinin Kısımları:

Eda ehliyeti, zimmetle birlikte akla dayanmaktadır. Prensip itibarıyla edâ ehliyeti bütün insanlarda bulunur. Ancak edâ ehliyetine tamamıyla sahip olan­lar yanında bu ehliyetten kısmen veya tamamen mahrum olan şahıslara da tesa­düf edilir. Bu bakımdan edâ ehliyeti iki kısma ayrılmaktadır:[6]

1. Tam (kâmil) edâ ehliyeti; Akıl, baliğ ve reşîd olan, ruhen ve bedenen has­ta olmayan ve aynı zamanda mahcur olmayan bir kişi, bu ehliyete sahiptir.

2. Eksik (kasır) edâ ehliyeti: Mesela mecnûnlar, çocuklar, matuhlar kasır edâ ehliyetine sahiptirler.

3. EHLİYETİ DARALTAN VE ORTADAN KALDIRAN HALLER:

İnsan hayatının muhtelif devrelerinde öyle haller zühûr edebilir ki, onlar fer­din kâmil bir insan gibi hareket etmesine mani teşkil ederek, insanın selâhiyet ve ehliyetini zaafa uğratırlar. Bu hallerde insan, gerek borçlarını ifa bakımından ve gerekse haklarını kullanma noktasından kâmil bir insanın bu borç ve hakları kullanmasına nazaran, hukuk nazarında daha az selahiyetli telakki edilir. İslam Hukuku´nda ehliyeti daraltan ve ortadan kaldıran hallere, "Avanzu´l-Ehîiyet(ehliyet bozukları) denir.

İslam Hukuku´nda ehliyeti daraltan veya ortadan kaldıran haller, "semavî arızalar" ve "mükteseb arızalar" olmak üzere iki kısma ayrılır.[7] Şimdi bun­ları kısaca izah edelim.

A. Semavî Arızalar: (Gayrı İradi Arızalar)

Semavî arızalar, insanın kazanmasıyla, irade ve ihtiyarıyla olmaksızın mey­dana gelen arızalardır. Bu arızalar çocukluk (sığar), delilik (cünûn) bunama (ateh), bayılma (iğmâ), uyku (nevm), unutma (nisyan) aybaşı hali (hayız), lohusalık (ni-fas), ölüm hastalığı (marazu´1-mevt), ölüm (mevt), kölelik (rıkk)dır. Bu arızalar­dan bir kısmı, mesela ölüm gibi, vucûb ehliyetini, bir kısmı, mesela uyku, bayılma eda ehliyetini ortadan kaldırır.[8]

a. Çocukluk (Sığar)

Çocukluk (sığar) devresi, doğumdan bulûğa kadar devam eder.[9] Çocuk­ların akıllarının gelişmesi açısından hayat devreleri iki kısımda incelenebilir:

1. Temyize kadar geçen devre (gayri mümeyyizlik devri).

2. Temyiz devri (mümeyyizlik devri).

Önceden, anne karnındaki çocuğa cenîn dendiğini ve onun vücûb ehliyeti­nin eksik olduğunu, edâ ehliyetinin bulunmadığını ifade etmiştik.

Çocuğun doğumundan başlayarak yedi yaşına kadar devam eden devresine iyiyi kötüden ayıramaz bir durumda olduğundan ona gayri mümeyyiz denir. Yedi yaşından bulûğ çağına kadar olan devrede çocuğun aklı melekesi ilerlediğin­den, iyiyi kötüden ayırabilme kudreti (temyiz kudreti) hasıl olur. Bu devrede ona mümeyyiz denir.[10]

aa. Gayr-ı Mümeyyiz Çocuk:

Gayr-ı mümeyyiz çocuk vücûb ehliyetine sahiptir. Bu sebeple leh ve aleyhi­ne haklara müstehak olur, borçlu olur, alacaklı olur. Ancak akli melekesi inki­şaf etmediği için edâ ehliyetine sahip değildir.

Çocuk doğar doğmaz, hısımlık rabıtası tahakkuk eder, soyu belli olur, mi­rasçı olur, ona vakıf ve vasiyyet sahih olur. Velisinin, çocuğu namına aldığı şey­lerin mülkiyeti ona geçer. Çocuğun cam, malı,.ırzı, mülkiyet haklan kanunların teminatı altında bulunur.

Çocuğun borç ve mükellefiyetlerini şöyle sıralayabiliriz:

1. Mali mükellefiyetler: Çocuk, telef ettiği malların bedelini tazminle mü­kelleftir. Karısı ve yakınlarının nafakasını vermek mecburiyetindedir. Öşür ve haraç vergilerini muntazaman vermek durumundadır. Velisinin onun namına ya­pacağı aliş-veriş, kira gibi akitlerin hukuki neticeleri onu bağlar. Gayr-ı mümey­yiz çocuğun bu tür mükellefiyetlerini velisi, çocuğun malından niyabeten eda eder.

2. Bedeni ve mali cezalar: Kısas ve hudud cezalan, çocuğa tatbik edilemez. Çünkü çocuğuıvfiillerinde suç manası bulunmaz. Çocuk diyet de ödemez. Mi­rastan mahrumiyet cezasına da çarptırılamaz.

3. İbadetler: Çocuğa namaz, oruç, hac, zekât gibi mali ve bedeni ibadetler vâcib olmaz. Ancak çocuklar bu gibi ibadetleri ifa ederlerse, muteber olur.

Fıtır sadakası ihtilaflıdır. Ebû Yusuf´a göre çocuk fitır sadakasryla mükel­leftir.

4. Kavlî tasarruflar: Gayr-ı mümeyyiz çocukların hukuki tasarrufları hüküm­süzdür. Mecelle´de bu konuda, "Sağir-i gayr-ı mümeyyizin velisi izin verse bile, onun tasarrufat-ı kavlisi asla sahih olmaz" denilmektedir.[11]

bb. Mümeyyiz Çocuk:

Çocuk yedi yaşına gelince akli melekesi gelişir, iyiyi kötüden ayırabilecek bir seviyeye çıkar. Artık bunun için tasarruf hakları tanınır ve eksik edâ ehliyeti­ne sahip olur.

Biraz önce gayr-i mümeyyiz çocuğun borç ve mükellefiyetlerini izah etmiş­tik. Mali mükellefiyetler, bedeni ve mali cezalar, ibadetler yönünden mümeyyiz çocuk ile gayri muayyen çocuk arasında bir fark bulunmaz. Kavli tasarruflar yö­nünden fark bulunmaktadır. Bilindiği gibi gayr-ı mümeyyiz çocuğun kavli tasarrufları geçerli değildir. Mümeyyiz çocuğun kavli tasarrufları ise üç kısma ayrılır.[12]

1. Lehte olan kavli tasarruflar: Mümeyyiz çocuğun lehine olan kavli tasar­rufları muteber ve sahihtir. Bu hususta müstakil olarak hareket edebilir. Bu ka­bil tasarruflarında velisinin iznine de ihtiyaçları yoktur. Hibe ve sadakayı kabul, bu nev´i tasarruflardandır.

2. Aleyhte olan kavli tasarruflar: Mümeyyiz çocuğun aleyhine olan kavli ta­sarrufları geçersizdir. Velisinin de çocuğun namına bu tür tasarruflarda bulun­ması sahih değildir. Başkasına hibe ve sadaka vermek bu kabil tasarruflardandır ki, bu tasarrufları ne kendileri, ne de velileri onun namına yapamazlar.

3. Leh veya aleyhte olabilecek kavli tasarruflar: Ahş-veriş, kefalet gibi ta­sarrufların kâr ve zarar getirmeleri muhtemeldir. Mümeyyiz çocuk bu tasarruf­larda bulunursa, bu tasarrufların geçerli olup olmaması velinin iznine bağlıdır. Şayet velisi, çocuğun bu tasarruflarım uygun görürse, o tasarruflar geçerli olur, aksi halde geçersiz olur.

Veli, kabiliyetinden emin olduğu mümeyyiz çocuğa ticari faaliyette bulun­ma izni verebilir. Buna, "me´zûn" denir. Me´zun mümeyyiz çocuğun tasarruf­ları, izin verilen konularda velinin iznine bağlı olmadan geçerli olur.

b. Cünûn (Delilik: Akıl Hastalığı):

Akıl melekesinin bulunmaması durumudur ki, böyle bir kimseye mecnun denir.

Mecnûnların akılları ya devamlı yoktur veya akli dengeleri zaman zaman

bozulur ve akıllan başlarından gider. Bu bakımdan mecnûnlar iki kısma ayrılır:

1. Mecnun-ı mutbik.

2. Mecmın-i gayr-ı mutbik.[13]

Mecnun-ı mutbiklerin hastalıkları sürekli olduğundan, onları tasarruf hak­ları bulunmamaktadır. Bunlar tasarruf hususunda gayr-i mümeyyiz çocuk hük­münde sayılırlar.

Mecnûn-ı gayrı- mutbikin (fasılalı akıl hastası) aklı başında olduğu zaman­daki tasarrufları reşitlerinki gibidir.

Mecnûnlar, haksız fiillerinden mes´uldurlar. Şöyle ki, bir başkasının malım

telef ederse, onu tazmin etmek mecburiyetindedir.

Mecnunlara ibadet vâcib değildir. Ancak, Ebû Hanife ile Ebû Yusuf´a gö­re, müddeti bir gün ile bir geceden az olan delilik, kısa devreli deliliktir. Kısa devreli delilik, uyku hali gibidir. Delilik bittikten sonra ibadetler kaza edilir.

Mecnûnlar, hâkimin kararma bağlı olmaksızın mahcurdurlar. Velileri onla-nn namına işlerini yürütürler.

c. Ateh (Bunaklık, Geri Zekâlılık, Akıl Zayıflığı):

Matuhlar, akli melekeleri inkişaf etmemiş, idrak ve anlayışları kıt, gel-git kimselerdir. Mecelle´de matuh, "Matuh, ol muhteHe´ş-şuur olan kimsedir ki, fehmi kalîî ve sözü müşevveş ve tedbiri fâsid olur" [14] diye tarif edilir.

Matuh, hukuken mümeyyiz çocuk gibidir ve eksik edâ ehliyetine sahiptir. Ona ibadetler vâcib değildir. Fakat ibadet ederse sahih olur. Ona bedeni ceza uygulanamaz. Mali yönden mükellef tutulur. Bu cümleden olarak, itlaf ettiği şe­yi tazminle mükelleftir. Kavli tasarruflar yönünden mümeyyiz çocuk hük­mündedir.[15]

Matuh da, mecnun gîbî mahcurdur.

d. Uyku ve Baygınlık: (Nevin ve İğma):

Uyuyan ve baygın insanın temyiz kudreti bulunmaz. Bu sebeple onların uy­ku ve baygınlık halinde söyledikleri sözleri hükümsüzdür. Fiillerinden ötürü be­deni cezaya çarptırılmazlar. Mesela, bir kimsenin üzerine düşüp onu öldürse, onlara bedeni ceza verilmez. Fakat mali cezaya tabi tutulurlar ve diyet ödemeleri icab eder. Başka birinin malını itlaf ederlerse, onu tazminle yükümlüdürler.

Bayılan bir kimsenin namaz yönünden durumu, mecnûnlarınki gibidir. Uy­ku ise, ibadetlerin vâcib olmasına mani değildir. Uyku;halinde kıhnamayan na­mazların kaza edilmesi gerekir.

e. Unutma (Nisyan):

Unutma, vücub ve edâ ehliyetlerini ortadan kaldırmaz. Unutma, kul hakla­rında makbul bir özür (mazeret) değildir. Bir kimse unutarak, başkasına ait bir malı telef ederse, onu tazmin etmesi gerekir.

Allah haklarında unutma, bazan özür sayılır, bazan sayılmaz:

1. Allah haklarında unutma bir özür sayılır ve unutan kişi günah işlemiş ol­maz. Peygamberimiz (s.a.v.), "Allah, ümmetimi hata, unutma ve zorlanarak yap­tıkları şeylerden dolayı mes´ul tutmaz" buyurur. Mesela, bir kişi unutarak orucunu yese günah işlemiş olmaz.

2. Allah haklarında unutmak bir özür sayılmaz: Mesela, bir kimsenin na­maz kılarken yeyİp İçtiğini, konuştuğunu düşünelim. Namaz hali, unutana na­maz kıldığını devamlı olarak hatırlatmakta ve bu hal onun yemesine, içmesine, konuşmasına bir bakıma mani olmaktadır. Dolayısıyle namazda unutarak ko­nuşma, yeme, içme namazı bozar. Yine bir kişi, unutarak namaz kılmazsa, o namazın vücubiyeti üzerinden düşmez, kazası lâzım gelir.

Bir kimse bir hayvanı keserken beslemeyi unutsa, o hayvanın eti yenir.

f. Aybaşı Hali (Hayız) ve Lohusalık (Nifas) Hali:

Bunlar, kadınlara mahsus hallerdir. Vücub ve eda ehliyetini ortadan kaldır­maz. Bu hallerinde kadınlar, ibadetlerinden muaftırlar. Kılamadıkları namazla­rı kaza etmezler, sadece tutamadıkları oruçları kaza ederler.

g. Ölüm Hastalığı (Marazu´1-Mevt):

Hastalık, vücûb ve edâ ehliyetini ortadan kaldırmaz. Hastalık ile namaz, oruç, zekât gibi ibadetler düşmez. Ancak namazı ayakta kılamayacak derecede hasta olanlar, namazı oturarak veya imâ ile kılarlar. Oruç tutamayacak derece­de hasta olanlar ise sonradan oruçlarını kaza ederler. Hastanın mali yükümlü­lükleri vardır ve bütün akit ve tasarrufları muteberdir.

Hastalık bazan ölümle neticelenebilir. Bu durumda hastalığın başlangıcın­dan itibaren, ölüme kadar hasta mahcur sayılır. Ölümle neticelenen hastalıkta, hastanın vasiyyeti, malının üçte biri için muteberdir. Bu hasta, nafakası, doktor ücreti, karısının mehri ve nafakası ve her türlü ihtiyaçları için mahcur sayılmaz ve bunlar malından ödenir,

1. Ölüm

Ölümle insan, âciz duruma düşer. Ölünün edâ ehliyeti ortadan kalkar. Bu sebeple ölüm ile bütün teklifler son bulur. Namaz, oruç, zekât gibi teklifler dü­şer. Karı ve yakınlarının nafaka mükellefiyeti son bulur. Gasbettiği ve emanet olarak yanında bulundurduğu şeyler, sahiplerine verilir. Borcu varsa, malından

veya kefilinden alınır.

Ölünün vücûb ehliyetine gelince, evvelce onun zimmete dayandığını ifade etmiştik. Fakîhler, zimmetin ölümle hemen yok olup, olmayacağı konusunda fark­lı görüşlere sahiptirler:

1. Zimmet ölümle son bulur. Çünkü zimmetin esası dünya hayatıdır. Ölüm­le dünya hayatı bittiğine göre, ölünün vücûb ehliyeti de son bulmuştur.

Ölünün borçlan mallarından ödenir. Malı yoksa, borçları da düşer. Bu gö­rüş, bazı Hanbelî fakihlerine aittir.

2. zimmet, ölümle hemen bitmez, fakat zayıflar ve yıpranır. Müflis müte­veffanın zimmeti zayıfladığı için, bir başkasının ona kefil olması caiz değildir. Müteveffanın borçlan ifa olunur ve terekenin taksimi biterse, ölünün zimmeti son bulur, vücûb ehliyeti ortadan kalkar.

3. Müteveffanın zimmeti bakidir, son bulmaz. Müteveffanın zimmeti baki olduğuna göre, ona başkası kefil olabilir. Ölünün borçları verilir, terekesi tak­sim edilirse, müteveffanın zimmeti ve vücûb ehliyeti son bulur.

J. Kölelik:

islam´da kölelik yasaklanmamıştır. Ancak köleliğin ortadan kalkması için gerekli tedbirler alınmıştır. Kölelerin vücûb ehliyeti vardır. Fakat tam edâ ehli­yeti bulunmamaktadır.

Köleler de insandır ve hür insanlar gibi yaşarlar. Onların da hayat hakları bulunmaktadır.

Kölelerin tasarruf yetkileri yoktur. Ancak efendisi tarafından ticari faali­yette bulunmaya izin verilen bir köle, akit ve muamelelerde serbestçe bulunabilir.

Köleler evlenebilirler, ancak evlilikleri, efendilerinin iznine bağlıdır. Onlar, boşama hakkına da sahiptirler.

Kölelere had ve kısas cezalan uygulanır. Kölelere, hürlere uygulanan ceza­ların yarısı uygulanır.

Köleler, bedenî ibadetlerle mükelleftirler. Ancak, cuma, bayram namazları ve hac vazifesi onlara farz değildir.

B. Mükteseb Arızalar: (İRADİ ARIZALAR)

Bunlar, insanın kesb, ihtiyar ve iradesiyle meydana gelen arızalardır. Bun­lar; bilmemek (cehl), sarhoşluk (sekr), şaka (hezl), hata, ikrah, sefahat, yolcu­luk (sefer)dir.

a. Bilmemek (cehl):

Bilmek kabiliyetini haiz bir kimsenin bilmesi gereken birşeyi bilmemesi bir cehl durumudur. Bir kimse, birşeyi bilmiyorsa, onun bu bilgisizliğine cehl-i ba­sit, şayet bilmediği halde bildiğini iddia ediyorsa, yahut yanlış biliyorsa, mesela o şey helal iken haram biliyorsa onun bu bilgisizliğine cehl-i mürekkeb ismi veri­lir, özür kabul edilip, edilmeme yönünden cehaletin kısımları şunlardır:

1. Özür sayılmayan cehalet: Allah´ı bilmemek gibi. Çünkü kâinat, Allah´ın varlığına delâlet eder. Akıİ sahibinin bu kainata bakarak Allah´ın varlığını bil­memesi düşünülemez.

2. Hadleri ve keffâretleri düşürmeye elverişli cehalet: Maktulün iki velisi bu­lunsa, bunlardan bir katili affettiği halde, diğeri bu aftan haberi olmaksızın kı-sâsen öldürse, katili öldüren veli kısasa tabi tutulmaz.İşte o velinin affını bilmemek bir mazeret teşkil eder.

3. Özür sayılan cehalet: Daru´l-harbde bulunup, İslam´ı kabul eden bir şah-sm namaz, oruç gibi dini vazifeler hakkındaki cehaleti gibi, Binanelayeh,bu şa­hıs bilmediği bu hususlardan mes´ul tutulamaz. Aynı şekilde azledildiği halde azledildiği haberi kendisine ulaşmayan bir kadi´nin hükümleri azil haberi kendi­sine ulaşıncaya kadar geçerlidir. Çünkü hakimin, azil haberinden bilgisi yoktur.

Şurasını da hatırlatalım ki, İslam ülkesinde kanunu bilmemek mazeret de­ğildir. Bu sebeple herkes kanunu öğrenmek ve ona göre yaşamak mecburiye­tindedir.

b. Sarhoşluk (Sekr):

Sarhoşluk veren bir şeyin içilmesi neticesinde akim gitmesi. Sarhoşluk, içki veya içki hükmünde olan bir şeyin alınmasıyla aklın gitrne-jsi, yani akli dengenin kaybolmasıdır.

Sarhoşluk, iki yoldan meydana gelir:

1. Mubah ve meşru yol ile meydana gelen sarhoşluk,

2. Haram yol ile meydana gelen sarhoşluk.

1. Mubah yol ile meydana gelen sarhoşluk: Mesela, bir ilaç veya bal yemek­ten dolayı meydana gelen sarhoşluk, mubah yolla meydana gelmiş bir sarhoş­luktur. Böyle bir sarhoşun tasarrufları geçersizdir. Bu sarhoşluk, baygınlık hükmündedir. Böyle bir sarhoşun ahş-verişi, boşama ve azad etme gibi tasarruflan uyuyan ve baygın bulunan bir şahsın tasarrufu gibi.bir hüküm ifade et­mez. Böyle bir sarhoşluktan dolayı içki haddi gerekmez.

2. Haram yol ile meydana gelen sarhoşluk: Bu tür sarhoşluk, şarap gibi bir müskir ile meydana gelir. Böyle bir sarhoşun, namaz, oruç gibi dini vazifeleri düşmez. Böyle sarhoşun her türlü tasarrufu muteberdir. Boşama, azad etme, alış­veriş gibi tasarrufları -hanefîlerce sahih ve muteberdir. Sarhoşun ihtidası mute­berdir, ancak riddetine itibar olunmaz.

İmam Azam´a göre sarhoşa, -yeri gökden ayıramayacak bir halde bulunursa-

içki haddi uygulanır.

c. Şaka (Hezl):

Latife, şaka, ciddiyetsizlik manalarına gelen hezl, iki kimsenin bir muame­leyi herhangi bir maksaddan dolayı gayr-ı ciddi olarak yapmalarıdır. Hezl´e mu­vazaa ve telcîe de denir. Şaka eden kimseye hâzil denir.

Hezl, vücûb ve edâ ehliyetini ortadan kaldırmaz. Ancak hezl bazı hükümle­re tesir eder.

Şaka yapan, kendi rıza ve iradesiyle konuşur, fakat hükmün meydana gel­mesini istemez. Ancak aşağıdaki izah edeceğimiz gibi, şaka yapan kişi, hükmün meydana gelmesini istemese de, yine bazı hükümler meydana gelir.

Bir akitte hezlin şartı şudur: Akdin icrasından önce, şaka yaptıklarını zik­retmeleridir. Hezlin cereyan ettiği tasarruflar üç kısımdır:

1. Akâidde hezl,

2. İhbaratta (haberlerde) hezl.

3. İnşâatta hezl.

1. Akâid konularında hezl:

Akâid konularında hezl, hüküm ifade eder. Bu sebeple bir kimsenin şaka ile din ile alay etmesi ve onu küçümsemesi küfrü gerektirir. Bu şahsın imanını yenilemesi gerekir.

2. Haberlerde hezl:

Doğru habere itimad edilir, yalan habere itimad edilmez. Hezl ise haber ve­rilen şeyin yalan olduğunu ortaya koyan bir delildir. Bu sebeble hezl, haberleri iptal eder, yani hükümsüz kılar, Hezl yapar halde alım-satım, kira gibi feshi müm­kün olan şeyleri haber verirse, bu haber ve ikrar muteber değildir.

3. İnşaatta hezl:

İnşai tasarruflar iki nev´idir:

1. Hezlin iptal etmediği (hükümsüz kılmadığı) tasarruflar: Nikâh, talâk, köle azad etmek, yemin, kısasdan af gibi. Bu tasarruflarda hezl bâtıl, tasarruf sahîh-dir. Binaenaleyh, bir kimse şaka ile karısını boşasa, talak vaki olur.

2. Hezlin iptal ettiği veya fasid kılma sebebiyle tesir ettiği inşaî tasarruflar­dır. Mesela, bey´ ve kare gibi akitler şaka ile meydana gelirse fâsid hükmünde olurlar. Her iki tarafın böyle bir akdi feshe ve bozmaya hakkı vardır. Ancak taraflar anlaşarak böyle bir akdi sahih hale getirebilirler. Aynı şekilde, hezl yoluyla yapılan bir ibra, muteber değildir. Bu sebeple bir kimse borçlusunu şaka yoluyla ibra etse, bir hüküm ifade etmez.

d. İkrah (Zorlama)

aa. Tarifi:

Ikrâh, bir şahsı, hoşlanmadığı bir fiili, rızasının aksine yapmaya zorlamaktır. i

Bb. İkrahın Çeşitleri:

1. Mülci ikrah (Tam zorlama).

2. Gayr-ı mülcî ikrah (Eksik zorlama).

Bir kişinin başka birisine, "Şu işi yapmazsan seni öldürürüm, seni yaralarım " şeklinde yaptığı tehdid ve zorlamaya mülcî ikrah, "Şu işi yapmazsan seni döve­rim, seni hapsederim" şeklinde yaptığı tehdit ve zorlamaya ise, gayr-ı mülcî rk-râh denir.

Mülcî ikrâhda, irade ve.ihtiyar yok olmayıp, ifsâd olur, rıza ise yok olur. Gayr-ı mülcî ikrahda ise irade ve ihtiyar fasid olmaz, ancak rıza yok olur. Bu duruma göre ikrah, vücûb ve edâ ehliyetini ortadan kaldırmaz. Çünkü ehliyet, zimmet, akıl ve bulûğ ile sabit olur. Mükrehde ise, bu vasıflar bulunmaktadır. Çünkü mükreh, rızası olmadığı halde zorlandığı İşi iradesiyle yapmaktadır. Şu halde mükrehde irade ve ihtiyar vardır, rıza yoktur. İhtiyar ve irade, birşeyi yap­mak veya yapmamak hususlarından birini diğerine tercih ederek ona kalben yö­nelmedir. Rıza ise, bir şeye gönül huzuru ile yönelmektir.

cc. İkrahın tasarruflara tesiri:

İkrah ile yapılan bir iş, söylenen bir sözden kim mes´ul tutulur? Mükreh (fail) mi, yoksa zorlayan (hâmil) mi?

Mükrehin tasarruflarının bir kısmından kendisi, diğer bir kısmından ise zor­layan (hâmil) sorumlu tutulur.

1. Kavli Tasarruflar:

Kavli bîr tasarrufun zorlayana nisbet edilmesi uygun değildir. Bu sebeple kavli tasarruflardan mükreh sorumlu tutulur. Çünkü bir şahıs bir sözü başkası­nın lisanıyla söylemiş olamaz. Talâk, nikâh, i´tak, ric´at, yemin, nezir, zihâr, ilâ, ilâdan rücû, kısasdan af gibi feshi kabil olmayan kavli tasarruflar ikrah ha­linde muteber olup, hüküm ifade ederler.

Bey´, icâre gibi feshi kabil olan ve rızaya bağlı olan kavli tasarruflar ise, ikrah halinde muteber olmayıp, fasiddir, böyle meydana gelen akitler fasiddir.

İkrah halinde ikrarlara itibar edilmez.

2. Fiilî tasarruflar:

Fiilî tasarrufların bir kısmı, mükrehe izafe olunur. Yemek, içmek, zinada nmak gibi. Oruçlu iki kişiden biri diğerini orucunu bozmaya zorlasa, yiye-iıffioruçu bozulur. Ancak manevi mes´uliyet, zorlayana (mücbire) aittir.

İkrah haildeki fiili tasarrufların bir kısmında ise, mükreh alet olarak kabul dilerek, zorlayan mes´ul tutulur. Mesela, bir şahsın tehdit altında bir şahsı öl­dürdüğünü düşünelim. Bu durumda mükreh değil, mücbir kısas cezasına çarptı-hr Diyet gerekiyorsa, mücbire ödettirilir. Ancak mükreh, böyle bir tehdit altında masum bir insanı öldürdüğü için, manevi yönden günah işlemiş sayılır.

Aynı şekilde bir şahıs tehdit altında bir başkasına ait mah telef ederse, telef olan mah mücbir tazmin etmek mecburiyetinde kalır.

Dd. İkrah Halinde Haramın Mubah Olup Olmaması:

Bu yönüyle fiiller üç kısma ayrılır:

1. Zaruret halinde yapılması mubah kılınan fiiller: İçki içmek, domuz eti yemek gibi. Bu fiiller, mülci ikrah halinde mubah olur. Mükreh, ikrah halinde, mesela şarap içmeyerek ölse, günahkâr olur.

Gayr-ı mulcî ikrah halinde bu fiiller mubah olmaz. Şüphe ile hadler düşece­ği için, böyle bir tehdit altında şarap içene içki haddi uygulanmaz.

2. Zaruret halinde yapılmasına ruhsat verilmiş fiiller: Bu fiiller yapılırsa gü­nah meydana gelmez. Fakat mükreh bu fiilleri yapmaz ve eziyet görürse, sevap kazanır. Mesela, bir kimse tehdit altında Allah´ı lisanen inkâr edebilir. Bunun bir günahı yoktur. Namaz, oruç gibi bir ibadeti tehdit altında terk edebilir. Bu

sebeplerle kişi günahkâr olmaz.

Aynı şekilde mükreh tehdit halinde başkasına ait bir mah telef edebilir. Bu

durumda tazminden mücbir sorumludur.

3. Hiçbir surette ikrah ile sakıt olmayan fiiller: însan öldürmek, zina etmek gibi. Hanefilere göre bir şahıs, tehdit altında bir şahsı Öldürürse, kısas cezasına mücbir çarptırılır. Ancak mükreh de, kendisi gibi masum bir insanı öldürmekle günah işlemiştir. Şafiilere göre, faile kısas uygulanır. Çünkü onlara göre hangi şartlar altında olursa olsun, masum bir insanın öldürülmesi caiz değildir. Şâfiîle-te göre, mücbire de sebep olduğu için kısas cezası uygulanır.

Zina da öldürme gibidir. Bütün mezheplere göre zina cezası, mükreh hakkı-da sabit olur. Çünkü zina, mükrehe izafe edilir. Hanefilere göre şüphe bulun­ması dolayısıyla, zinanın cezası olan had düşer. Şafiilere göre had cezası uygulanır.

e. Hata:

Hata, iki manada kullanılır:

1. Doğruluğun zıddı.

2. Amd (kasd)ın zıddı.

Burada, ikinci manada kullanılmaktadır. Hata, insanın istediğinden farklı bir şekilde söz söylemesi, yahut fiil yapmasıdır. Hata vücûb ve edâ ehliyetlerine mani değildir.. Çünkü hata yapılırken, insanın aklı ve iradesi mevcuttur. Ancak hata, Allah haklarının düşmesinde bir özür kabul edilir. Müfti, fetvasındaki ha­tadan, müctehid, ictihadındaki hatadan, kıbleyi araştırdığı halde isabet edeme­yen, bu hatasından günahkâr olmaz. Hata ile yapılan fiillerden dolayı verilen cezalar da düşer.

Kul haklarında hak bir ceza ise, hata ile bu ceza gerekmez. Mesela, hata ile öldürmede kısas vacib olmaz. Hataen adam Öldürmede diyet gerekir.

Kulların malı haklarında ise hata özür sayılmaz. Mesela, bir başkasının ma­lını hata ile telef eden şahıs, telef ettiği malı tazmin etmek mecburiyetindedir. Çünkü tazminat, bir fiilin değil, bir malın karşılığıdır.

Hanefilere göre, hukuki muamelelerde hata, tasarrufun in´ikâdma (meyda­na gelmesine) ve tasarrufun hukuki neticesinin husulüne mani bir özür sayılmaz. Koca hata ile karışım boşasa, talâk vuku bulur. Hata ile ahm-satım akdi-irade mevcut olduğundan-meydana gelir, ancak rızanın bulunmayışı sebebiyle akid fa-siddir. Şafiilere göre, hata İle talâk vuku bulmaz.

F. Sefeh:

Aa. Tarifi Ve Mahiyeti:

Sefeh, akıl mevcut olduğu halde, aklın ve dinin icabına aykırı bir şekilde 1da tasarrufta bulunmaktır. Böyle hareket edene sefîh denir. Sefeh, vücûb sda ehliyetlerini ortadan kaldırmaz. Ancak sefeh bazı hükümlere tesir eder.. .

Sefihler iki kısma ayrılır:

1. Sefih olarak buluğa erenler,

2. Buluğdan sonra sefih olanlar.

1. Sefîh olarak buluğa erenler:

Hukukçular, "Allah´ın sizi başına diktiği mallarınızı, sefihlere vermeyin. Kendilerine bunlardan yedirin, giydirin, onlara güzel söyleyin. Yetimleri nikâh (çağm)a erdikleri (buluğa erdikleri) zamana kadar (gözetip) deneyin. O vakit ken­dilerinde bir akıl ve salah (rüşd) gördünüz mü, mallarım onlara teslim edin"[16] âyetlerine istinaden sefih olarak buluğa eren kimselere mallarının teslim edilme­yeceğini kabul ederler. Ancak İmâm A´zam, 25 yaşına kadar teslim edilemeye­ceğini, ondan sonra teslim edileceğini ifade eder.

2. Bulûğdan sonra sefîh olanlar:

İmâm A´zam, sefihin hacr edilmesini, onun hürriyetini zedeleyeceği düşün­cesiyle kabul etmez. Ebû Yusuf, İmâm Muhammed, Şafii, Mâliki ve Hanbelî mezhebi hukukçularının bütünü, sefihin hacr altına alınacağını ifade ederler. Hu­kukçular, amme menfaatim göz önünde bulundurarak sefihin hacr edilmesinde bîr mahzur görmezler. Aksi takdirde, sefih malım harcayarak fakir düşer ve ce­miyete bir yük olur.

Bb. Sefîh´itı Hak Ve Vecîbeleri;

1. Dini borçlan: Sefîh, bulûğa ermiş bir şahıs olarak, dini ibadetlerle mü-leftir. Namaz oruç, hac, zekât gibi ibadetleri ifa etmek mecburiyetindedir.

2. Haksız fiilleri ve suçlan: Sefih, reşîd kişiler gibi haksız fiillerinden mesuldür. Telef ettiği mallan tazmin etmek mecburiyetindedir. İşlediği suçlardan ötürü cezalandırılır. Mesela, kasden öldürme suçundan ötürü kısasa çarptırılır. Zina suçundan ötürü had cezası uygulanır.

3. Hukuki muamele ve tasarrufları: Sefihin hacr edilmeden önceki tasarruf­ları, reşîd şahısların tasarrufları hükmündedir.

Mahcur olan sefihlerin tasarruflarını şöyle izah edebiliriz:

Mahcur sefihin alım-satım, kira gibi feshi kabil tasarrufları, mümeyyiz ço­cuğun tasarrufları hükmündedir. Velilerinin icazetine bağlı olarak hüküm ifade ederler.

Mahcur sefihin, hibe etmek gibi zararına olan tasarufîarı ise hükümsüzdür. Sefihin, hibe kabul etmek gibi faydasına olan tasarrufları ise, velisinin icazetine bağlı olmaksızın geçerlidir.

Nikâh, talâk gibi feshi mümküij olmayan tasarrufları ise, sahih ve nafizdir. Halbuki mümeyyiz çocuğun bu tür tasarrufları sahih değildir.

4. Mali mükellefiyetleri: Sefihin kendisinin ve nafakası üzerine vacip oian-ların nafakası malından Ödenir.

g. Yolculuk (Sefer):

Sefer, yaya yürüyüşle en az üç günlük (18 saat) bir yere kadar gitmek üzere asli vatandan ayrılmaktır.

Sefer, vücûb ve edâ ehliyetini ortadan kaldırmaz. Ancak bazı hükümlere tesir eder. Misafir, sefer halinde ruhsat hükümlerinden istifade eder. Hanefilere göre misafir, sefer halinde, dört rekatlı namazları ikişer rekat olarak kılar. Şafii­lere göre müsafir muhayyerdir, dilerse bunları yine dört rekat olarak kılabilir. Aynı şekilde yolcu, seferde orucunu tutabileceği gibi, ikamet haline de te´hir edi­lebilir.

--------------------------------------------------------------------------------

[1] Serahsî, Usûi, II, 332; Mir´ât, s. 590-591; İbn Melek, s. 333-34.

[2] İbn Melek, s. 333.

[3] Mir?ât, s. 591

[4] Serahsî, II, 332.

[5] Mir´at, s. 591.

[6] Serahsî, II, 332.

[7] Mir´fit, s. 595; İbn Melek, s. 338; Keşfu´l-Eşrâr, IV, 1382.

[8] Keşfu´l-Esrâr, IV, 1382.

[9] Mir´ât, s. 604.

[10] Sava Paşa, I, 167-8.

[11] Mecelle, md. 966

[12] Serahsî, Usûl, II, 346.; Bedâyi´, VII, 171.

[13] Mecelle, 944. md.

[14] Mecelle, 945. md.

[15] İbn Melek, s. 341

[16] Nisa,5-6