Hüküm

A- Hükmün Tarifi Ve Tahlili
a. Tarifi
Aa. Şâfiîlerin Tarifi
Bb. Hanefîlerin Tarifi
b. Tarifin Tahlili
B. Hükmün Çeşitleri
2. TEKLİFİ HÜKÜM
A.Teklifi Hükmün Mahiyeti
B. Teklifi Hükmün Kısımları
a. Mükellefin Fiillerinin Eseri Olan Hükümler
b. Mükellefin Fiillerinin Sıfatı (Vasfı) Olan Hükümler
C. Dünyevi Hükümler
D. Uhrevî Hükümler
A. Vâcib (Farz)
Aa. Vâcib´in Tarifi Ve Farz İle Münasebeti
bb. Bir Fiil´in, Bir Şeyin Vacip Olduğunu Gösteren Kelime, Cümle ve Siygalar
Cc- Vacibin İfası
Edâ.
Kaza
1. Misliyle Kaza
2. Misl-i Gayr-i Ma´kııl
3.Edaya Benzer Kaza
Dd. Vacibin Kısımları
Eda Edildiği Vakit Yönünden Vacibin Taksimi
1. Vakte Bağlı Olmayan Vâcib
2. Vakte Bağlı Vâcib
1.Geniş Vakitli Vâcibler (Müvessâ´)
2. Dar Vakitli Vâcibler (Madîk)
3. İkisine De Benzeyen (Zû Şibheyn)
Matlûbu Bakımından Vacibin Taksimi
Miktarı Bakımından Vâcib´in Taksimi
Mükellefi Belli Olup Olması Bakımından Vacibin Taksimi
B. Mendûb (Sünnet - Müstehab)
Aa. Cumhura Göre Mendubun Tarifi
Bb. Mendubun Dereceleri
cc. Mendûb´un Önemi:
Dd. Sünnet
Ee. Müstehab.
Ff- Nedb İfade Eden Kelime, Cümle Ve Sivgalar.
C. Haram.
aa. Tarifi:
bb. Harâm´ın Çeşitleri
cc. Hürmet İfade Eden Cümle - Kelime ve Sıygalar
4. Mekruh
E- Azimet Ve Ruhsat
3. VAZ´Î HÜKÜM.

2. FASIL HÜKÜM

I- GENEL OLARAK

A- Hükmün Tarifi Ve Tahlili

a. Tarifi:

Hüküm lugatta menetmek ve bir şeyi diğer bir şeye İsnâd etmek manalarına gelir. Felsefe ve Mantık ilimlerinde, iki fikir, iki şey arasında "bu böyledir" ve­ya "bu böyle değildir" tarzında olumlu veya olumsuz bağlantı kurmağa (isnâd) hüküm denildiği gibi mevcut bağlantıya ve ayrıca bu bağlantıyı idrak etmeğe de hüküm denir.

Fıkıh ilminde hüküm, kaza (kadâ) manasına kullanıldığı gibi "bir şey üzeri­ne terettüp eden eser ve netice" manasında da kullanılmaktadır. Mesela, "bey´ in hükmü, mülkiyettir" denilir ki, bey akdi üzerine tereddüp eden eser ve netice, mülkiyettir, demektir.

Fıkıh usûlü ilminde Şâfiîler ile Hanefîler hükmü ayrı ayrı.tarif etmektedir­ler. Bu tarifleri verelim.

Aa. Şâfiîlerin Tarifi:

"Hüküm, Allah´ın taîeb, tahyîr ve vaz bakımından mükellefin fiillerine iliş­kin hitabıdır:[1]

Mesela, "akitleri yerine getiriniz"[2] âyeti, şer´î bir hükümdür. Bu âyet, Allah´ın mükelleflerden akitleri yerine getirmelerini istediği bir hitab´dir. Bu hi-tab, akitlerin yerine getirilmesini vâcib kılmak (îcâb)´tadır.

Bb. Hanefîlerin Tarifi:

"Hüküm, Allah´ın iktizâ, tahyîr ve vaz´ bakımından mükelleflerin fiillerine ilişkin hitabının esendir: [3]

Mesala, "akitleri yerine getiriniz" âyetinden, akitlerin yerine getirilmesinin vâcib olduğu (vücûb´ü) hükmü çıkarılmaktadır.

İki tarif arasındaki fark:

Şâfiîlere göre hüküm, nass´m yani hitabın bizzat kendisi, başka bir ifade ile nassın metni, Hanefîlere göre ise nass´ın eseri ve neticesidir. Bunu biraz daha izah edelim. Hanefîlere göre hüküm; vücûb, hürmet gibi Şâri´in hitabiyle sabit olan eser ve neticedir ve mükelleflerin fillerinin sıfatı (vasfı)´dır. Şâri´in vasfı olan hitabın bizzat kendisi değildir. Mesela, "Namazı dosdoğru kılınız"[4] âyeti, Şâ­ri´in namazın kılınmasını isteyen bir hitabıdır. "Zinaya yaklaşmayın"[5] âyeti, Şâri´in zinaya yaklaşmamayı isteyen bir hitabıdır. Bu hitab, zinaya yaklaşmayı haram kılmak (tahrîm) tadır. "Katil, mirasçı olamaz" hadisi, katli (öldermeyi) varis olmaya mânı kılan bir hitabıdır. İşte bu nasslar Şâfiîlere göre hüküm ol­maktadır. Hanefîlere göre ise bu nasslar değil onların mükellefin fiilindeki eseri hükümdür. İste onlara göre namazın vücûbu, zinanın hürmeti,katilin varis olma­ya mâm olması hüküm olmaktadır.

Bu iki tarif arasandaki farkın kaynaklan:

1. Fark, hüküm kelimesini hakikat ve mecaz manada kullanmaktan kay­naklanmaktadır. Şöyle ki, Şâfülere göre hüküm; îcâb (vâcib kılmak), tahrîm (ha­ram kılmak) gibi Şâri´in hitabından ibarettir. Onlara göre vücûb (vâcib olmak) ve hürmet (haram olmak) gibi mükellefin fiillerinin vasıflarına hüküm denilmesi mecazidir. "Halk" kelimesi mecazen "mahlûk" manasına kullanıldığı gibi hü­küm lafzı da bazen mahkûm manasına kullanılır. Bu suretle Şâri´in hitabının eseri olan vücûb ve hürmet gibi vasıflar murâd edilir. Fakat hüküm lafzının vü­cûb ve hürmet gibi manalarda kullanılması yaygın olduğundan bu manada şer´î hakikat olmuştur. Bu izahlardan anlaşılıyor ki, hüküm lafzı, ıstılahta iki mana­da kullanılmıştır:

a. Hüküm (hükmetmek): İşte bu durumda hüküm îcâb ve tahrîm gibi doğ­rudan doğruya Şâri´in hitabıdır.

b. Mahkûm (Hükmedilmiş): İste bu durumda hüküm, vücûb ve hürmet gibi Şâri´in hitabının eseri ve mükellefin fiilinin vasfıdır. .

2. Fark, nispetten kaynaklanmaktadır. Şöyle ki, Şâfiîler Sâri´ ile onun hita­bı olan nass arasında, Hanefiler ise nass ile mükellefin fiili arasında bir bağlantı (nisbet) kurarak hükmü tarif etmişlerdir.[6] Yani hitab, hâkim´e nisbet edilirse buna îcâb, tahrîm denir. Şayet hitâb fiile nisbet edilirse buna da vücûb ve hür­met denir. Bu duruma göre Hanefiler, vücûb, hürmet, ibâhet, nedb, kerahet farziyyet´e, Şâfiîler ise îcâb, tahrîm, nedb, kerahet, ibâhet´e hüküm derler.[7] Bu ıstılahları kısaca izah edelim:

1) îcâb: Şâri´in bir şeyin kesin olarak yapılmasını istemesidir. îcâb´ın mü­kellefin fiilindeki eseri, vücûbdur. Taleb olunan fiil ise vâcibdir. Hanefiler, ke­sin bir delil ile bir şeyin kesin olarak yapılması istenirse ona iftirâd (farz kılmak) derler. îftirâd´ın mükellefin fiilindeki eseri fardiyettir. Böyle bir delil ile istenen fiile fard (farz), zannî bir delil ile istenen fiile de vâcib derler.

2) Nedb: Şâri´in bir şeyi yapma veya yapmama hususunda mükellefi serbest bırakmakla birlikte onun yapılmasını tercihen taleb etmesidir. Nedbin mükelle­fin fiilindeki eseri, yine nedbdir. Taleb olunan fiil de mendûbdur.

3) Tahrîm: Şâri´in bir şeyin yapılmamasını kesin olarak istemesidir. Tahrî-min mükellefin fiilindeki eseri, hürmettir. Yapılmaması istenen fiil de haramdır.

4) Kerahet: Şâri´in bir şeyin tercihan yapılmamasını istemesidir. Kerahetin mükellefin fiilindeki eseri, yine kerahettir. Terkedilmesi istenen fiü de mekruh­tur. Hanefiler, mekrûh´u tahrîmen ve tenzihen mekruh olmak Üzere iki kısma ayrılırlar.

5) İbâhet: Şâri´in mükellefi bir şeyi yapmak veya yapmamak hususunda ser­best bırakmasıdır. îbâhet´in mükellefin fiilindeki eseri, yine ibâhettir. Muhay­yer bırakılan fiil ise mubahtır.

b. Tarifin Tahlili:

Tarifi daha iyi anlatabilmek için bazı tabirleri açıklayalım:

1. Allah´ın Hitabı (Şâri´in Hitabı):[8]

Allah´ın hitâb´mdan maksad, Allah´ın kelâmıdır. Hiç şüphesiz Kur´ân, Al­lah´ın kelâmı ve hitabıdır. Sünnet, İcmâ ve diğer şer´î deliller ise Allah´ın dolaylı kelâmıdır. Çünkü bu delillerin hepsi, Allah´ın hitabını izhâr edip şer´î hükmü açıklamaktadır.

Burada ifade edelim ki, usûl âlimleri, mükellefin fiillerinden başka konula­ra ilişkin Allah´ın hitablarma hüküm adı vermezler. Mesela, usûlcülere göre Al­lah´ın kendi zat ve sıfatlariyle, yaratılışla, kıssalarla, cansızlarla ilgili hitablarma hüküm adı verilmez.

2. Mükellefin fiili: Hüküm mükellefin fiillerine tealluk eder, eşyaya, mad­delere tealluk etmez. Bu sebeple "bu fiil vaciptir", "şu iş haramdır" "Şu şey vaciptir" denmez. Ancak mecaz yoluyla bazen hürmet ve hill´in eşyaya nisbet edildiği görülmektedir. Mesela, "Size, leş, kan, domuz eti... haram kılındı"[9] âyetinde hürmet; leş, kan ve domuz etine nisbet edilmiştir. Haddi zatında haram olan onlar değil, onların satılması, yenilmesi vs.´dir.

3. İktizâ veya Taleb: Bir şeyin yapılmasını veya yapılmamasını istemektir. Yapılması istenen fiil; farz, vacip veya mendûp olur. Yapılmaması istenen fiil ise haram veya mekruh olur. Bunlara teklîfî hüküm denir.

4. Tahyîr: Bir işin yapılmasını veya yapılmamasını aynı seviyede istemektir. Bu şekilde yapılması istenen fiile mubah denir. Bunlar da tağlîb kaidesine göre teklîfî hükme dahildir.

5. Vaz´: Bir şeyi, başka bir şeyin sebebi, illeti, şartı, rüknü, mânî´i alâmeti kılmaktır. Bunlara vaz´î hükümler denir.

B. Hükmün Çeşitleri;

Hükümler, teklîfîhüküm ve vaz´î hüküm ol­mak üzere iki kısma ayrılır. Şimdi bunları ayrı ayrı izah etmeden önce hükümle­ri bir şema halinde gösterelim.

HÜKÜMLER[10]

TEKLÎFl HÜKÜMLER VAZ´Î HÜKÜMLER

--------------------------------------------------------------------------------

Fiilin Eseri Olan Hükümler(Mülkiyetgibi)

--------------------------------------------------------------------------------

Dini(Uhrevi)Hükümler

--------------------------------------------------------------------------------

1.Azimet

2.Ruhsat

1. Farz (Farziyyet)

2. Vâcib (Vücûb)

3. Mendûb (Nedb)

4. Mubah (ibâhet)

5. Mekruh (Kerahet)

6. Haram (Hürmet)

1. Rükün (Rükniyyei)

2. Şart (Şartiyyet)

3. İllet (İlliyet)

4. Sebeb (Sebebiyyet)

5. Manî (Mâniiyyet)

6. Alâmet (Alemiyyet)

Fiilin Vasfı olan Hükümler

Hukukî (dünyevî) Hükümler

1. Sahîh (sıhhat)

2. Fesâd (fesâd)

3. Bâtıl (butlan)

4. Mun´akid(in´îkâd)

5. Nâfız(Nefâz)

6. Lâzım (Lüzum)

2. TEKLİFİ HÜKÜM

A.Teklifi Hükmün Mahiyeti

Teklifi hüküm, mükellefin fiillerine taalluk eden hitapların birer eseridir. Bu hükümler bir işin yapılmasını veya yapılmamasını taleb etmeyi veya iki şey arasında yapıp yapmamada muhayyer kılmayı gerektirir. Bu çeşit, hükümlere, kendilerinde insana yüklenen külfetler bulunduğundan dolayı, teklifi hüküm denilmiştir. Bir işin yapılıp yapıl­mamasının istenilmesinde bir külfet bulunmayabilir. Ancak mubah hükümler, ıstılah veya müsamaha itibariyle ve tağlîb kaidesine göre teklifi hükümlerden sa­yılmıştır.

B. Teklifi Hükmün Kısımları

Teklifi hüküm, iki kısma ayrılır: [11]

1. Mükellefin Fiillerinin Eseri Olan Hükümler.

2. Mükellefin Fiillerinin Sıfatı (Vasfı) Olan Hükümler.

a. Mükellefin Fiillerinin Eseri Olan Hükümler:

Mükellef dünyevî maksadla bir iş yapar. Yaptığı işin bir neticesi olur. Me­sela, bir alım-satım akdi yapılınca, müşteri, malın, bayi de semenin mâliki olur. Yani alıcının satın aldığı malın mülkiyeti kendisine intikal etmiş olur. İşte mül­kiyet *satım akdinin bir eseridir. Çünkü satım akdi mükellefin bir fiilidir. Bu fii­lin eseri de satanın semene, alanın da satılan şeye mâlik olmasıdır.

İslâm Hukukunda bey´, icâre gibi akitlere "şer´î tasarruflar" denir. İslâm´­ın bu tasarruflara mahsus ve ait kıldığı neticelere de şer´î ihtisaslar " adı verilir.[12] Mesela, satış, şer´î bir tasarruf, bunun neticesi "mülkiyet" ise bir "şer´î ihtisasadır. Yine icâre, şer´î tasarruf, "menfaat mülkiyeti" ise bir "şer´îihtisas´´tır. Dikkat edilirse, bu şer´î ihtisaslar bazı tasarruflarımızın neticeleri ve bizim dünyevî fayda ve maks-iüarımızdır.

b. Mükellefin Fiillerinin Sıfatı (Vasfı) Olan Hükümler:

Bir mükellef, namaz kılar, oruç tutar, alış-veriş yapar, zekât verir ve kiralar ve bunlara benzer bir takım işler yapar. Bu fiillerin her birinin bir sıfatı (vasfı) bulunur. Meselâ, namaz bir fiildir, bu fiilin sıfatı (vasfı) farziyettir. Oruç bir fi­ildir, bu fiilin sıfatı (vasfı), farziyettir. Alış-veriş bir fiildir, bunun sıfatı (vasfı), sıhhat, butlan, fesâd vs.´den biridir.

Kişinin bu türlü fiillerinin bir maksadı vardır. Bu maksad ya dünyevîdir,: ya da uhrevîdir. Bu bakımdan bu kısma dahil olan fiillerin hükümlerini İki kısma ayırıyoruz238:

1. Dünyevî Hükümler.

2. Uhrevî Hükümler.

C. Dünyevi Hükümler

İnsan bir takım fiillerini dünyevî maksat ve gayelerle yapar. Şöyle ki, iba­detlerde dünyevî maksad, bunları emredildikleri şekilde yapmak ve borçtan kur­tulmaktır. Muâmelâtda da dünyevî maksat, ihtisâsât-ı şer´î´dir. Yani akitlere ve fesihlere terettüp eden fayda ve garazlardan ibarettir. Dünyevî maksad ve gaye gözetilerek yapılan fiillerin hükümleri şunlardır: 1. Sıhhat, 2. Butlan, 3. Fesâd, 4. İn´ikâd, 5. Ademü İn´ikâd, 6. Nefâz, 7. Ademü Nefâz, 8. Lüzum. 9. Ademü lüzum.[13]

Mükellefin fiilleri, bu hükümler bakımından şu vasıflarla anılırlar: Sahîh, Bâtıl, Fâsid, Mun´akid, Gayrü Mün´akid, Lâzım, Gayrü Lâzım, Nâfız, Gayrü Nâfız. Bunları kısaca izah edelim:

a. Sahîh: Hukukun aradığı vasıf, şart ve rükünlerin bütünü kendisinde bu­lunan bir fiildir. Bu şekildeki bir fiilin, mükellefi dünyevî maksadına ulaştırıcı olması haline de sıhhat denir. Bu şekildeki bir fiiliyle mükellef maksadına ulaş­mış olur. Şu halde Şâri´in bildirdiği esaslara uygun olarak yapılan bir ibâdet, bir akit, bir hukuki muamele, sahîh olarak işlem görür.

b. Bâtıl: Hukukun aradığı vasıf, şart ve rükünlerin tamamı veya bir kısmı kendisinde bulunmayan fiile bâtıl, bu şekildeki fiilin, mükellefi maksadına ulaş­tırıcı olmaması haline de butlan denir. Bu şekilde yapılan bir ibâdet, bir akid, bir tasarruf, bâtıldır ve hükümsüzdür.

c. Fâsid: Hukukun aradığı şartlar kendisinde bulunduğu hâlde kendisinde aranılan vasıflar bulunmayan fiile fâsid, bu şekildeki bir fiilin durumuna da fe­sâd denir.

Bu üç kısım hem ibâdet, hem de muâmelât´da muteberdir. Nikâh ve ibâdet­te bâtıl ile fâsid eş anlamlıdır. Mesela, abdestsiz kılınan bir namaza bâtıl denildi­ği gibi fâsid de denir. Aynı şekilde şâhidsiz olan nikâha bâtıl dendiği gibi fâsid de denir. Fakat muamelâtta bâtıl ile fâsid´in farkı vardır. Bâtıl aslen ve vasfen meşru olmayan bir fiildir. Halbuki fâsid, aslen meşru olup vasfen meşru olma­yan bir fiildir.

Muamelâtta sıhhat, butlan ve fesâd´dan başka aşağıda izah edeceğimiz hü­kümler de bulunmaktadır:

4. Mün´akid ve Gayrü Mün´akid: Bir işin, bir akdin, ilgili bulunduğu şeyde eser ve netice meydana gelecek şekilde vuku bulmasına, in´ikâd, ilgili bulunduğu fiile de mün´akid denir. Bir fiilin, bir akdin, ilgili bulunduğu şeyde şer´î bir ek­siklik sebebiyle netice ve eser meydana gelmeyecek şekilde vuku bulmasına ade­mü in´ikâd, ilgili bulunduğu fiile de gayrü mün´akid denir. Mesela icâb ve kabul akdin rükünlerini meydana getirir. Şayet bunlar, şer´in aradığı şartlara uygun bir şekilde birbirine bağlanırsa, o akidden beklenen netice meydana gelir. O akid, bey akdi ise, satan semene, alan da malın mülkiyetine sahip olur. Böyle bir bey´e mün´akid bey denir. Şayet icab ve kabul şer´in aradığı şartlara uygun olmayacak bir şekilde birbirine bağlanmışsa, o akidden bir netice meydana gelmez. Ona da gayrü mün´akid bey denir.

d. Nâfız ve Gayrü Nâfız: Bir iş bir tasarruf, mükellefi maksadına derhal ulaştırıyorsa, yani netice hemen meydana geliyorsa bu fiil ve tasarruf, nâfız, bu durumu da nefâzdır. Bir fiil, mükellefi derhal maksadına ulaştirmıyorsa, o fiil gayrü nâfız, bu durumu da ademü nefâz´dır. Mesela bir kimsenin kendi malım şer´in aradığı şartlara uygun bir şekilde satarsa, o şahıs maksadına derhal ulaşır. Bu bey´ nâfız bir beydir. Fakat bir başkasının hakkının bulunduğu bir malın sa­tış muamelesi, gayrü nafizdir. Mal sahibinin iznine bağlı (mevkûf)dır. Buna nâ­fız olmayan bey denir. Bu bey akdi, sahibi izin verirse, nâfız, vermezse münfesih olur.

e. Lâzım ve Gayrü Lâzım: Bir fiil ve tasarrufun, tarafların hep birden razı olmadıkça bozamayacakları bir şekilde vâkî olmasına lüzum, böyle tasarrufa da lâzım denir. Tasarrufun akdi yapanlardan birisi tarafından bozulabilecek bir şe­kilde vâkî olmasına ademü lüzum, böyle tasarrufa da gayrü lâzım denir. Birinci­ye misal, muhayyerlik bulunmamak üzere yapılan bir satış, ikinciye de bu muhayyerlik bulunarak yapılan satıştır. Alan şahıs, aldığı malda bir kusur bu­lursa, o akdi bozabilir. O halde bu satış muamelesi, gayrü lâzım´dır.

D. Uhrevî Hükümler

Bunlar, dünyevî hükümlerin aksine, kendilerinde, uhrevî gaye ve maksad-lar bulunan hükümlerdir. Uhrevî maksad gözetilerek yapılan fiillerin hükümleri şunlardır: 1. Vücûb, 2. Nedb, 3. Hürmet, 4. Kerahet, 5. îbâhet. Bunlara ahkâm-ı hamse (beş hüküm) denir. Mükellefin fiilleri, bu hükümler bakımından şu va­sıflarla anılır: 1. Vâcib, 2. Mendûb, 3. Haram, 4. Mekruh, 5. Mubah. Dünyevî hükümler, Fıkıh ilminde detaylarıyla incelenir. Uhrevî hükümler de Fıkıh ilmin­de incelenmekle beraber, en geniş şekliyle Fıkıh Usûlü ilminde tetkike tabi tutu­lurlar. Zaten teklifi hükümler denince, uhrevî hükümler akla gelir. Biz dini -hükümleri ayrıca izah edeceğiz. Uhrevi hükümler azîmet ve ruhsat adıyla ayrıca iki kısma ayrılır. Yukarıda dini hükümlerin vâcib (farz dahil), mendûb (sünnet, müstehab), haram, mekruh ve mubah olmak üzere beş kısma ayrıldığını görmüş-, tük. Şimdi bunları ayrı ayrı izah edelim.

A. Vâcib (Farz)

Aa. Vâcib´in Tarifi Ve Farz İle Münasebeti:

Vâcib, Cumhur fakîhlere göre farz ile aynı manadadır. Hanefîler ise vâcib ile farzı aynı manada kabul etmezler. Cumhura göre farz anlamında olan vâcib, şer´an yapılması kesin olarak isvenen fiil olup onu terk eden günah işlemiş olur.

Hanefîler farzı vâcib ile eş anlamda görmezler, fakat sözlük bakımından aynı anlama geldiğini kabul ederler. Hanefîler, farz ile vâcib´in kesin olarak yapılma­sı gerektiğinde Cumhur fukaha ile birleşirler. Ancak Hanefilere göre farz, kat´î bir delil ile, vâcib de zannî bir delil ile sabit olmuştur. Böyle bir ayrımın neticesi şudur: Vâcib´in kesinliği, farzın kesinliğinden daha azdır. Dolayısıyle şer´î bir işde farz terkedilirse, bu iş bâtıl olur. Mesela Arafatta vakfe yapmayan kimse­nin haccı bâtıl olur. Çünkü vakfe farzdır. Bir kimse Safa ile Merve arasında sa´~ y´ı terk ederse, haccı bâtıl olmaz. Çünkü sa´y vacip olup ifası gerektiği kat´î bir delil ile sabit olmamıştır. Hanefilere göre farz ile vâcib arasındaki ayırımın baş­ka bir sonucu da şudur: Farzı inkâr eden kâfir olur, vacibi inkâr eden kâfir ol­maz. Mesela, namaz ve zekâtı inkâr eden kâfir olur. Çünkü bu durumda o kat´î delil ile sabit olmuş bir emri inkâr etmiştir. Fakat zannî bir delil ile sabit olan bir emri (vacibi) inkâr eden kâfir olmaz.

Hanefîler, vâcib ile amel etmeyi zârûrî görürler ve buna "amelî farz" adını verirler.[14] Şu halde farz onlara göre iki kısma ayrılır:

1. İ´tikadî ve amelî farz: Bu kat´î bir delil ile sabit olan farzdır.

2. Amelî farz: Bu da zannî bir delil ile sabit olan farzdır. Zannî bir delil

ile sabit olan bir şey, amel bakımından kesinlik ifade eder, i´tikad bakımından kesinlik ifade etmez.

Hanefî mezhebinde farz ile vacibin farklı etkilerini Fürû´da da görmek müm­kündür. Mesela, Fatiha okunmazsa, Hanefilere göre namaz bâtıl olmaz. Şâfiîlere göre bâtıl olur. Çünkü Şâfiîler, namazda fâtiha´nın okunmasını farz anlamında vâcib görürler. Halbuki Hanefîler bunu amelî farz yani vâcib kabul ederler.

bb. Bir Fiil´in, Bir Şeyin Vacip Olduğunu Gösteren Kelime, Cümle ve Siygalar:

1. Vücûb hükmü, emir siygasından çıkarılır. Çünkü emir siygası genellikle vücûb hükmü ifade eder. Mesela, "namazı dosdoğru kılınız"[15] âyetinden na­mazın farz (vacip) olduğu hükmü çıkarılır.

2. Vücûb hükmü; "farz oldu" "vacip oldu", "emrolundu", "emrediyor", "yazıldı" gibi, mahiyetleri icabı vücûb hükmü ifade eden bir kelimenin ve bu kelime­lerin müştaklarının kullanılmasından çıkarılır. Meselâ, "Oruç sizden Öncekilere yazıldığı gibi, size de yazıldı (farz kılındı)[16], âyetinden orucun farz olunduğu hükmü çıkarılır. "Şüphesiz Allah, adaleti iyiliği, akrabaya (ihtiyaç duydukları şeyleri) vermeyi emreder"[17] âyetinden adaletli hüküm vermenin, iyilik yapma­nın, muhtaç akrabaya yardım yapmanın farz olduğu anlaşılır.

Bazen, vasiyyet kelimesi de vücûb ifade eder. Mesela, "Allah, çocuklarınız hakkında, erkeğe, iki kızın hissesi kadar vasiyyet eder"[18] âyetindeki "vasiyet eder" fiili "emreder" anlamında kullanılmıştır.

3. Kendilerinden ihbar değil emir kasdedilen bazı haber cümleleri de vücûb ifade eder.[19] Meselâ, "sizden ölenlerin geride bıraktıkları kanlar, kendi kendi­lerine dört ay on gün beklerler"[20] âyetindeki, "beklerler" fiili "beklesinler" manasında kullanılmıştır. Yine "Boşanmış kadınlar kendi kendilerine üç kur´ beklerler"[21] âyetindeki "beklerler" fiili "beklesinler" manasında kullanılmış­tır. "Anneler çocuklarını iki bütün yıl emziririer, (Bu hüküm) emmeyi tamam yaptırmak isteyenler içindir"[22] âyetindeki "emziririer" fiili, emzirsinler mana­sına kullanılmıştır.

4. Bir işin bütün insanlara veya belirli bir zümreye yüklendiğini haber veren nasslar da vücûb ifade ederler. Mesela, "ona gücü yetenlerin Beyti hacc etmele­ri, Allah ´m insanlar üzerinde bir hakkıdır"[23] âyetinden haccın zenginlere farz olduğu hükmü çıkarılır. "Onların (annelerin) örf ve âdete göre yiyeceği, giyece­ği, çocuğu kendisinin olan (babaya)´a aittir"[24] âyetinden karının nafakasının kocanın vermesinin vacip -olduğu hükmü çıkarılır. "Artık içinizden kim hasta olur, yahud başkasından bir eziyeti bulunursa, ona oruçtan ya sadakadan yahut da kurbandan biri ile fidye (vâcib olur)"[25] "Eğer (borçlu) darlık içinde bulu­nuyorsa, ona geniş bir zamana kadar mühlet (verin)"[26] "...Onun (yeminin) kef-fareti, on fakiri doyurmaktır"[27] âyetlerinden vücûb hükmü çıkarılır.

5. Bir fiili yapana güzel bir karşılık ve sevab verileceğini ifade eden nasslar da vücub ifade eder. Mesela "Kim Allah´a ve Peygamberine itaat ederse, (Al­lah) onu cennetlere koyar"[28], "Allah ve Peygamberlerine iman edenler yok mu, işte onlar sıddık olanlardır"[29]. İşte bu ayetler, Allah ve Peygamberine itaat et­menin vacip olduğunu göstermektedir.

Cc- Vacibin İfası

Vacib iki şekilde ifa edilir: 1. Eda, 2. Kaza.

Edâ

Vâcib olan şeyin, aynını yerine getirmeğe yani müstehakkına tesîim etmeğe edâ denir. Bu da üç kısma ayrılır:

1. Kâmil Edâ: Bu vâcib olan şeyin aynını bütün şart ve vasıflanyle birlikte yerine getirmek suretiyle olan edadır. Farz olan bir namazı, zamanında bütün erkan ve adâbiyle cemaatle kılmak gibi. Gasbedilen bir malı olduğu gibi sahibi­ne geri vermek de böyle bir edâ şeklidir.

2. Kasır Edâ: Bu, vâcib olan şeyin aynını vasıflardan bazıları noksan ol­mak üzere yerine getirmek suretiyle olan edadır. Farz olan bir namazı, cemaat-siz kılmak, gasb edilen bir malı ayıplı oîarak sahibine geri vermek, satılan bir malı ayıplı olarak müşteriye teslim etmek gibi.

3. Kazaya benzer Edâ: Bu da bir bakıma kaza gibi kabul edilen bir edâ şek­lidir. Bir kişinin başkasına ait bir malı mehir olarak göstererek bir kadınla ni-kâhlandığım ve o malı sonradan satın alarak nikâhlandiğı kadına teslim ettiğini düşünelim. Bu, mehir olarak gösterilen malın, menir olarak aynen teslim olun­duğu cihetinden edâ olmuş olur. Fakat satış sebebiyle malın mülkiyeti, satıcıdan alıcıya geçmiştir. Mülkiyetin değişmesi, malın değişmesi mesabesindedir. Bu ba­kımdan da sanki kadına o malın aynım değil, mislini vermiş olur. Bu yönüyle de bu edâ, kazaya benziyor.

Kaza

Bu, vacib olan şeyin aynını değil mislini ifa etmek suretiyle ve üç şekilde olur:

1. Misliyle Kaza

a. Misl-i Ma´kûl-i Kâmil: Bu çeşit kazada, misliyattan bir şeyin ödenmesi gerektiği halde, telef olması yüzünden veya başka bir sebeple aynen iade oluna­mayan şeyin tazmini söz konusudur. Gasb edilen bir miktar buğdayın yerine, o miktar kadar başka buğday vermek gibi. Aynı şekilde vaktinde edâ edileme­yen farz bir namazın sonradan kaza edilmesi de böyledir.

b. Misl-i Ma´kûl-i Kasır: İfa edilecek şeyin kendisinin veya onun mislinin ifası mümkün olamaması halinde, o şeyin kıymeti tazmin edilir. Misliyattan olan gasbedilmiş bir malın çarşı pazarda kalmaması sebebiyle kıymetinin ödenmesi gibi.

2. Misl-i Gayr-i Ma´kııl:

Bu kazada ifa konusu olan şey yerine değe­ri, denkliği düşünülmeksizin başka bir şey verilerek vâcib yerine getirilmiş olur. Kasden öldürülen bir insanın nefsine veya yaralanan bir organına karşılık diyet verilmesi gibi. Hiç şüphesiz nefis veya organ ile diyet arasında aklın anlayabile­ceği bir benzerlik yoktur.

3.Edaya Benzer Kaza:

Bu da bir bakımdan edâ gibi kabul edilen bir kaza çeşididir. Bir şahsın evlenirken başkasının malûm olmayan bir evini mehir olarak vereceğini kabul edelim. O şahsa orta halli bir evi veya onun kıymetini

nikahladığı kadına vermek vacib olur. tşte evin kıymetini vermek edaya benzer bir kazadır.

Dd. Vacibin Kısımları:

Vâcib (farz) bir kaç yönden kısımlara ayrılır şimdi onları ayrı ayrı izah edelim.

Eda Edildiği Vakit Yönünden Vacibin Taksimi

Vâcib, vakitle kayıtlı olup olmama yönünden iki kısma ayrılır:

1. Vakte bağlı olmayan vâcib.

2. Vakte bağlı olan vâcib.

1. Vakte Bağlı Olmayan Vâcib:

Edası belli bir vakte bağlı olmayan vacibi geriye bırakan kınanmaz. Mesela, özründen ötürü orucunu kazaya bırakan kimse, bu orucu istediği zaman tutabi­lir. Bu görüş Ebû Hanîfe´ye aittir. İmâm Şafiî´ye göre aynı yıl içinde orucun ka­za edilmesi gerekir. İmam Muhammed´e göre hacc ibadetinin derhal yapılması farz değildir, terâhî olarak farzdır. Ebû Yusuf´a göre ise hacc´ın derhal yapılma­sı (fevrî) farzdır. Şunu da ifade edelim ki, hacc aylarında yapılması, bazı rükün­lerin belli günlerde edası gibi vakte bağlı cihetleri vardır. (Fıkıh ilminde bir ibadetin farz (vâcib) olur olmaz, ilk vaktinde yapılma mecburiyetine "fevrî" o ibâdetin istenildiği vakitte yapılma serbestliğine ise "terâhî" adı verilir.)

Yemin keffâretinin ifası da belli bir vakitle mukayyed değildir. Zekât öden­mesi yönünden vakte bağlı değildir. Ne zaman ödenirse eda ismiyle ödenir. An­cak bu tür vacibleri, bekletilmeksizin yerine getirmek daha faziletli ve sevabdu.

2. Vakte Bağlı Vâcib:

Bunlar, belli bir zaman eda edilmesi gereken vâciblerdir. Beş vakit kıldığı­mız namazların belli vakitleri vardır. Ramazan ay´ı girince oruç vâcib olur. Vakte Bağh Vâcibler, üç kısma ayrılır:

1. Geniş Vakitli Vâcibler, (Müvessâ´), 2. Dar Vakitli Vâcibler (Madîk), 3. Bir Yönüyle Dar, Diğer Yönüyle Geniş Vakitli Vâcibler (zû şibheyn)

1.Geniş Vakitli Vâcibler (Müvessâ´):

Vakit aynı cinsten başka bir ibadetin eda edilmesine müsait olursa, bu vakitte edası gereken vacibe geniş vakitli (mü­vessâ´) vâcib denir. İşte beş vakit farz namaz böyledir. Mesela öğle namazı vak­tinde hem öğle namazı, hem de kazaya kalan başka namazlar kılmabilir. Bu vakitlerde hangi ibâdet yapılacaksa, onu tayin etmek için niyet gerekir. Bu za­manda niyet edilmeden ifa edilirse ibadet makbul değildir.

2. Dar Vakitli Vâcibler (Madîk):

Dar vakitli vacibe gelince, bunun vaktinde başka bir vacib, eda edilemez. Hanefîler buna mi´yar da derler. Mesela Rama­zan ay´ı böyledir. Bu ayda başka bir oruç tutulamaz. Bunun içindir ki, Hanefîle-re göre bir kimse Ramazan´da nafile bir oruca niyyet etse, bu-yine Ramazan orucundan sayılır.

3. İkisine De Benzeyen (Zû Şibheyn):

Bir yönüyle dar, diğer yönüyle geniş vakitli vacibe gelince, bunun en güzel örneğini hacc ibadeti teşkjl eder. Buna vakt-i meşkûk ve vakt-i müşkil de denir. Hac vakti gibi ki bir sene ancak bir hacca mü­sait olduğu yönüyle dai vakitli vacibe, bir senenin sadece bazı aylarında haccin rükünleri yapılıp tamamında yapılmadığı yönüyle de geniş vakitli vacibe benzi­yor. Bu bakımdan mutlak hacca niyet etmiş bir kişi, haccı eda etmiş olur. Ancak nafile haccı kasdederse zarfa benzediğinden nafile hacca niyet etmiş olur.

Gerek dar vakitli vâcibler, gerekse geniş vakitli vâciblerin, kendilerine tayin edilen vakitlerde ifa (eda) olunması gerekir. Meşru bir mazereti olmadığı halde böyle bir vacibi geriye bırakan mükellef günahkâr olur. Zamanında eda olun­mayan bir ibadet, sonradan kaza edilir. Bir vacib, mukayyed vaktinde, tam ola­rak ifa olunamazsa, o vakitte tekrar edilirse, o fiile iade adı verilir. Bir yönüyle dar, diğer yönüyle geniş vakitli vâcibler, ne zaman ifa edilirse edilsin eda sayılır. Bu yönüyle bunlar, vakte bağlı olmayan vaciblere benzerler.

Matlûbu Bakımından Vacibin Taksimi:

Vâcib, matlûbun (yapılması istenenin) belirtilmesi yönünden iki kısma ayrılır:

1. Muayyen vâcib, 2. Muhayyer vâcib.

Muayyen vâcibde yapılması istenen şey, tekdir. Namaz kılmak, oruç tut­mak, zekât vermek böyledir. Muhayyer vâcib de ise matlûb belli bir şey değil, iki veya üç şeyden birisidir. Buna seçimli borç diyebiliriz. Yemin keffâreti buna misal olarak verilebilir. Mükellef, yemin keffâretinde ya bir köle azad edecek, ya on kişiyi doyuracak veya giydirecek, bunlara gücü yetmezse üç gün oruç tuta­caktır. Bunlardan birini yerine getirince vacibi eda etmiş olur. Bunlardan hiçbi­rini yapmayan ise günahkâr olur ve vâcib eda etmemiş olur.

Miktarı Bakımından Vâcib´in Taksimi:

Bu bakımdan vâcib iki kısma ayrılır:

1. Miktarı ve sınırı belli vâcib, 2. Miktarı ve sınırı belli olmayan vâcib.

Birincisi için bütün farz namazları, zekât, fıtır sadakası misal olabilir. İkin­cisine yakınların nafakası misal olabilir. Yani nafaka hâkim tarafından tesbit ve takdir edilmedikçe miktarı belli olmayan bir vâcibdir.

Mükellefi Belli Olup Olması Bakımından Vacibin Taksimi

Vâcib bu yönden de iki kısma ayrılır:

1. Aynî vâcib, 2. Kifâî vâcib.

Birincisi mükelleflerin her birine ayrı ayrı tevcih edilmiş ve yapılmış gerekli bir emirdir. Namaz, oruç, zekât bunlara misal olarak verilebilir. Kifâî vâcib ise bir cemaat tarafından yapılması istenilen bir emirdir. Cemaatten bir kısmı bunu yerine getirmezse hepsi günahkâr olur. Allah yolunda cihad, emr-i bi´1-ma´ruf ve nehy-i ani´l-münker, cenaze namazı, müslümanlar arasında bir halife seçme gibi vâcibler böyledir.

B. Mendûb (Sünnet - Müstehab)

Aa. Cumhura Göre Mendubun Tarifi:

Mendûb, Şâri´in kesin olmayarak yapılmasını istediği iştir, veya failine yaptığı zaman mükâfat verilen, terk edildiği zaman ceza gerekmeyen şeydir,

Mendûb´a nafile, sünnet, tatavvu, müstehab, fazilet, ihsan adları da veril­miştir. Hanefîler, bu tabirlerin farklı tabirler olduğunu söylemişlerdir.[30] Bu ta­birlerden sünnet ile müstehab hakkında biraz sonra ayrıca bilgi verilecektir.

Bb. Mendubun Dereceleri:

Mendubun derecelerini şöyle sıralayabiliriz:

1. Sünnet-i Müekkede: Bunlar, Peygamber (s.a.s.)´in, devam ettirdiği, fa­kat edası farz ve vacib olmadığına işaret buyurduğu sünnetlerdir. Sabah, akşam, öğle vakitlerinin sünnetleri gibi. Böyle sünnetleri terk edenler, ceza görmezler, fakat kınanırlar. Çünkü Peygamber (s.a.s.)´e ittiba etmemiş sayılırlar.

2. Sünnet-İ Gayr-ı müekkede: Bunlar, Peygamber (s.a.s.)´in kesintili olarak devam ettirdiği sünnetleridir. İkindi, yatsı namazlarından önce kılman sünnetler böyledir. Peygamberimiz bu sünnetleri bazen terk etmiştir.

3. Peygamber (s.a.s.)´imizin bir kısım işleri daha vardır ki, onlar da men-dûp içerisinde mütalaa olunur. Peygamber (s.a.s.)´in giyimi gibi.

cc. Mendûb´un Önemi:

Burada mendubla ilgili iki önemli hususu zikredelim:

1. Peygamber (s.a.s.)´den sünnet olarak gelen her mendûb, vacibin ikmâli ve korunması için yardımcıdır. Vâcibleri devamlı ifa edenler, sünnetleri de ifa ederler. Vâcibleri ihmal edenler, sünnetleri de ihmal ederler. Şu halde, mendûb, vacibe bir hazırlık gibi telakki edilir ve vacibi mükellefin kolayca eda etmesini sağlaf.

2. Mendûb tek tek değil, kül olarak yapılması gereken bir sünnettir ve bu yönüyle vâcib mertebesindedir. Şöyle ki, Sünnet-i müekkedeyi insan bazan terk edebilir. Fakat insanlar cemaat halinde onları toptan terk edemezler. Mesela ezanı devamlı olarak terk etmek caiz değildir. Bir memleketin insanları ezanı tama­men bir akmışlar sa, onlara bunu zorla okutmak gerekir. İlim tahsili, evlenme, cihad gibi hususlar şahıslar itibariyle menduptur, fakat toplum itibariyle vâcib mesabesindedir.

Dd. Sünnet

Hanefî Hukukçularının Istılahında:

Sünnet, dinde farz ve vâcib olmaksızın yapılması istenen bir fiil ve hareket­tir. Buna mesnûn ve sünnet-i müekkede de denir. Sünnet-i gayr-i müekkede-ye de müstehab ve mendup isimleri verilir. Usûlcüler, sünneti, sünnetü´I-hüdâ ve sünnetü´l-zevâid olmak üzere iki kısma ayrılırlar. Sünnet´1-hüdâ: ibadet kabi­linden olup devamlı olarak yapılan işlerdir. Bunu terk eden kınanır. Cemaatle namaz, ezan, kamet, öğle, akşam namazlarının sünneti gibi.

Sünnetü´z-zevâid: Âdet kabilinden yapılan işlerdir. Bunu terk eden kınan­maz. Yeme, içme, uyku, giyim gibi.

Ee. Müstehab

Hanefîlerin Istılahında Müstehab: .

Yapılması tercih edilmekle birlikte terki hakkında men´ bulunmayan ve dinde daima yapılmayan bir fiil ve harekettir. Buna mendûb, âdâb, tatavvu, sünnet-i gayr-i müekkede de denir. Mesela, nafile namaz kılmak, sadaka vermek, ihsan­da bulunmak gibi. Bunu yapan sevab kazanır. Terkeden günahkâr olmaz. Fakat nafile bir ibadete başlamak ile o nafilenin tamamlanması gerekir.

Ff- Nedb İfade Eden Kelime, Cümle Ve Sivgalar

1. Emir siygasiyle mecburiyet değil de nedbin kasdedildiğini gösteren kari­nenin mevcudiyeti, fiili yapmanın mendûb olduğuna delâlet eder. Meselâ, "Ey iman edenler, tayin edilmiş bir vakte kadar birbirinize borçlandığınız zaman onu yazın"[31] âyetindeki emir siygası, âyetin siyakındaki "eğer birbirinize emin olur­sanız kendisine inanılan adam (borçlu) emanetini tamamen ödesin"[32] karînesiyle mecburiyet manasına delâlet etmemektedir. Bu âyetten, veresiye alışverişlerin yazı ile tevsîk edilmesinin mendûb olduğu hükmü çıkarılmaktadır.

"...Eğer onlarda (köle ve cariyelerde) bir hayır bekliyorsanız, (onları) mu-kâtebe yapın"[33] âyeti, "mâlik, mülkündeki tasarrufunda hürdür" şer´î kaide karinesine göre mükâtebenin vücûbuna delâlet etmemektedir.

2. "Mendûp oldu", "mendûbdur" gibi ifadeler de bir fiilin mendûp oldu-.ğunu gösterir.

C. Haram

aa. Tarifi:
Haram Şâri´in yapılmamasını kesin olarak istediği şeydir. Buna muharrem ve mahzur da denir. Fakîhlerin cumhuruna göre ister kat´î, isterse zannî delille olsun bir şeyin yapılmaması muhatabdan istenirse o haram olur. Hanefîler ise haramın sabit olması için kat´î bir delile dayanmasını şart koşarlar. Haramlığı zannî bir delil ile, sabit olan bir şeye tahrîmen mekruh adını verirler. Murdar eti yemek, içki içmek, zina etmek, adam öldürmek, zulmetmek ve benzeri fiiller haramdır.

bb. Harâm´ın Çeşitleri:

Bir şeyin haram kılınmasının esası, o şeyin açıkça zararlı olmasıdır. Şârî neyi haram kıldıysa, mutlaka onun zararlı bir yönü vardır, neyi de mübâh kü-dıysa, onun faydalı bir yönü vardır. Haram ya bizatihi kendisindeki fenalık se­bebiyle haramdır veya başka bir sebeble haramdır.

Şu halde haram iki çeşittir:

1. Haram liaynihi (Bizzat kendisinden dolayı haram),

2. Haram ligayrihi: (Başkası dolayısıyle haram). Bizatihi kendisinden dolayı haram: Murdar eti yemek, içki içmek, zina et­mek, adam öldürmek vs. gibi.

Başkası dolayısıyle haram: Bir yabancının bir kadının avret yerine bakması haramdır. Çünkü bu, zinaya sebeb olmaktadır. Faizli satışlar haramdır. Çünkü faiz bizzat haramdır. Başkasının ekmeğini çalarak yemek haramdır. Haramhk, ekmeğin bizzat kendisinden ileri gelmiyor. Başkasının hakkı olduğundan ileri ge­liyor. Gasbedilmiş bir toprak üzerinde namaz kılmak, cuma namazı için ezan okunurken alış veriş de böyledir. Aslında ne alış-veriş ne de namaz kılmak ha­ramdır,

Haram liaynihi ile haram ligayrihi arasında iki fark vardır:

1. Haram liaynihi olan şey, akitle ilgisi olursa, bu akit bâtıl olur. Mesela murdar eti, şarap ve domuz etinin alım satımı için yapılan akitler bâtıldır.

Haram ligayrihi olan bir şey akitle ilgili olursa bu bâtıl olmaz. Mesela cuma namazı vaktinde yapılan bir akit sahihtir. Aynı şekilde gasbedilmiş bir toprak üzerinde kılınan namaz sahîhtir. Sadece haram ligayrihi olan bir şeyi yapınca, insan günahkâr olmuş olur.

2. Haram liaynihi, zaruret bulunmadıkça mubah olmaz. Mesela şarap iç­mek haramdır, ölüm tehlikesi bulunmadıkça mübâh olmaz. Haram ligayrihi ise ihtiyaç halinde mubah olur. Mesela bir kadının avret yerine bakmak haramdır, tedavi için ihtiyaç varsa, caiz olur. Ancak bazı haramlar vardır ki onlar hiç bir zaman mubah olmaz. Adam öldürmek, zina etmek gibi.

cc. Hürmet İfade Eden Cümle - Kelime ve Sıygalar:

1. Hürmet hükmü, nehiy siygasından çıkarılır. Çünkü nehiy siygası, genel­likle tahrîm ifade eder. Mesela, "kendinizi tehlikeye atmayınız"[34] âyetinden nef­si tehlikeye atmanın haram olduğu hükmü çıkarılır. "Zinayayaklaşmayın"[35], âyetinden zinaya yaklaşmanın haram olduğu hükmü çıkarılır.

2. Kendilerinden nehiy kasdedilen haber cümleleri de tahrîmi gerektirir. "Mü­min olan kimse, başkasına lanet etmez", "hakim gadabh olduğu halde hükmedemez" hadislerinde "lanet etmez" lanet etmesin, "hükmedemez" sözü hükmetmesin anlamında kullanılmıştır. "Allah, fehşa, münker ve bağydan nehyeder"[36] âyetinden, fahşa´nın haram olduğu hükmü çıkarılır.

3. Hürmet hükmü, bazen fiilin yapılması halinde tehditte bulunularak ya­hut fiili yapmaya ceza verilerek açıklanmış olur. Mesela, "Gerçek, yetimlerin mallarını haksız (ve haram) olaiak yiyenler, karınlarına ancak bir ateş yemiş olur­lar. Onlar, çılgın bir eteşe (cehmneme) gireceklerdir."[37]

"Kim de Allah ´a ve Peygamber´e isyan eder ve haddini tecavüz ederse, onu içinde ebediyyen kalacağı ateşe sokar(koyar)."[38] ´Bir mümini kasten öldüre­nin cezası içinde ebediyyen kalacağı cehennemdir"[39] ayetlerinden hürmet hük­mü çıkarılır.

4. Bazen hürmet hükmü, hürmet kelimesi gibi yapısı itibariyle haramlık ifade eden, yahut helâlliğe mâni bir kelimenin kullanmasından çıkarılır. Mesela,(´Annelerinizin nikâhı) size haram kılındı"[40], "Size meyîe, kan, domuz eti ha­ram kılındı"[41], "Eğer erkek, kadını üçüncü defa boşarsa, ondan sonra kadın bir başka erkekle evlenmedikçe helal olmaz"[42], "Bir müslümanm malı, razı ol­madıkça (başka bir kimseye) helâl değildir" naslanndan hürmet hükmü çıkarılır.

4. Mekruh

aa.Tarifi ve Çeşitleri

Mekruh, fakîhlerin çoğunluğuna göre, Şâri´in yapılmasını kesin olmayarak istediği şeydir. Hanefîlere göre mekruh, Şâri´in zannî bir delille yapılmamasını istediği şeydir. Hanefîler mekrûh´u iki kısma ayırırlar:

1. Tahrîmen mekruh. Bu İmâm Muhammed´e göre haram hükmündedir.

2. Tenzîhen mekruh.

Erkeklerin ipekli elbise giyinmesi, altın yüzük takması tahrîmen mekruh­tur. Fakîhlerin çoğunluğuna göre mekruh işleyen kimse kınanmaz. Hanefîlere göre tahrîmen mekruhu işleyen kimse kınanır. Onlardan kaçınanlar ise övülür.

Abdest alırken suyu israf etmek, tenzîhen mekruhtur. Birisi harama yakın mekruh diğeri mübâha (helâle) yakın mekruhtur.

bb. Kerahet İfade Eden Kelime, Cümle ve Siygalar:

1. Nehiy sıygasının harama delâletine mâm, kerahete delâlet ettiğine dair bir karîne bulunması, fiili yapmanın mekruh olduğunu gösterir. Mesela, "Ey iman edenler eğer size açıklanırsa ve hükmü kendinize İzhar edilirse, fenanıza gidecek şeyler (hakkında) soru sormayın. Eğer siz bunları Kur´ân inerken sorarsanız, si­ze açıklanır. Allah, onları affetmiştir. Allah, çok yarlığayıcıdır. Cezada da ace­leci değildir"[43]

2. Kerahet hükmü, kerahet gibi yapısı itibariyle kerahet bildiren bir kelime veya üslûbun kullanılmasından çıkarılır. Mesela, "Allah sizin dedikodu yapma­nızı, çok soru sormanızı ve mal, mülk ziyan etmenizi mekruh kılmıştır"[44] "Al­lah´ın en nefret ettiği (buğz) helâl boşamadır."[45]

5. Mübâh

Aa. Tarifi Ve Mahiyeti:

Mubah, mükellefin yapıp yapmamada muhayyer olduğu bir şeydir ve ken­disine helâl, caiz de denir. Yeme, içme ve benzeri gibi. Bunun yapılmasında se-vab ve terkedilmesinde kınama yoktur. İnsan yerine göre oturur, istediği zaman uykuya yatar, dilediği vakit yemek yer. Ancak bunda sıhhatini muhafaza etmek gerekir. Yaptığı şeyler zararlı olmayacaktır.

Durumların değişikliği, hükümlerin de değişikliğini gerektirir. Mesela, ha­ram olmayan şeylerden yiyip içmek mubahtır. Ancak insan bedenini tehlikeye düşürmeyecek kadar yemesi, içmesi, farzdır. Mümin için helâl şeylerden de olsa sıhhati tehlikeye düşürecek kadar yemek ve içmek haramdır. Normal şekilde na­maz kılabilmek, oruç tutabilmek için yemek ve içmek mendûbdur. Kilo alabil­mek için yemek ve içmek mekruhtur. Doyduktan sonra sıhhati telikeye düşürecek derecede yemek ve içmek haramdır. Cihad yapmak için beslenmek sevabdır.

bb. Çeşitleri:

Mubah olan şeyler iki kısma ayrılır:

1. Mubah liaynihi,

2. Mubah ligayrihi.

Mahiyeti itibariyle mubah olan fiil ve hareketlere mubah liaynihi, bir zaru­retten ötürü îfasına izin verilen fiiller de mubah ligayrihi denir. Mesela, şarab içmek haramdır. Bunun haramlığı mahiyetinden ileri gelmektedir. Bu sebeple şa­rab içmek haram liaynihiye dahildir. Fakat lokma boğazında kalıp da boğulmak tehlikesine maruz kalan bir kimse, yanında bulunan şarabdan başka içecek bir şey bulunmadığında ondan bir miktar içmesi caizdir. İşte burada şarab içmek zaruretten dolayı mubah olmuştur.

Cc. İbâhe İfade Eden Kelime?Cümle Ve Siygalar

1. Emir sîgası, mecburiyet değil de ibâhenin kasdedildiğini gösteren karine­nin mevcudiyeti, fiili yapmanın mubah olduğunu gösterir. Mesela, "ihramdan çıktığınız zaman (isterseniz) avlanın"[46] âyeti, hac ihramından çıkıldıktan sonra avlanmanın mubah olduğuna delâlet etmektedir. "Yiyin, için, fakat israf et­meyiniz: Çünkü Allah israf edenleri sevmez"[47] âyeti, yeme içme hususunda ibâha ifade etmektedir.

2. Bir şeyin helâl olduğunu gösteren kelime ve cümleler de, ibâhe ifade eder. Mesela, "Bugün size bütün iyi ve temiz (nimetler) helâl kılındı"[48]

3. Bir şeyde günah, vebal´in bulunmadığını gösteren nasslar, ibâhe ifade eder. Mesela, "...Fakat kim bunlardan yemeğe mecbur kalırsa, (kimseye) saldırma­mak ve haddi aşmamak şartıyle, onun üzerine bir günah yoktur"[49] "Vefat id-detinİ bekleyen kadınları nikâhla isteyeceğinizi çıtlatmanızda yahut böyle bir arzuyu gönüllerinizde saklamanızda üzerinize bir vebal yoktur"[50]

4. Haram olduğuna dair bir delil bulunmayan her şey mubahtır. Çünkü eş­yada asi olan ibâhedir.

E- Azimet Ve Ruhsat

Dini hükümler, azimet ve ruhsat adiyle ayrıca iki kısma ayrılır.

A. Azîmet:

Azîmet lugatta kasdetmek, yönelmek, karar vermek gibi manlara gelmekte­dir. Fıkıh usûlü ilminde şöyle tarif edilir: "Meşakkat, zaruret gibi arızi bir özre bağlı olmaksızın baştan konan aslî hükümlerdir". Bu tarife göre azîmet; farz, vâcib, haram, mekruh, mendûb, mubah gibi bütün teklifî hükümleri içine alır. Hiç şüphesiz azîmet hükümleri, zaruret, meşakkat gibi arızî hallere bağlı olmak­sızın başlangıçta konmuş ve normal şartlarda bütün mükelleflerin uymakla yü­kümlü tutuldukları aslî hükümlerdir. Buna karşılık, zaruret, meşakkat gibi arızi sebeplere bağlı olarak kullara azîmet hükmünü terk etme imkânını veren ve ha­fifletilmiş olarak ikinci defa konmuş hükme de ruhsat denir. Mesela oruç tut­mak, bütün mükelleflere vâcib (farz)´dir ki, bu vücûb hükmü, aslî bir hükümdür, yani azimettir. Fakat hasta ve yolculara karşılaştıkları güçlük sebebiyle oruç tut­mama kolaylığının tanınması ise ruhsattır. Bu bakımdan azîmet ve ruhsat hü­kümleri, teklîfî hükümlerden sayılmıştır.

Bazı usûl âlimleri azimeti, normal şartlarda aslî hükümlerin uygulanması için, Allah tarafından konmuş bir "sebep" şeklinde telakki ederek,vaz´î hüküm­lere dahil etmişlerdir. Onlara göre ruhsat da Allah´ın bir hükmü hafifletmek için belli bir vasfı "sebep" olarak koymasından ibaret olup vaz´î bir hükümdür. Usûl-cülerden bazılarının azîmet ve ruhsatı teklîfî hükümlerden, diğerlerinin ise vaz´î hükümlerden kabul etmeleri, esasa taalluk eden bir husus olmayıp tamamen şer´î hükümlere farklı yönlerden bakmalarından kaynaklanmaktadır. Nitekim bazı usûlcüler, karşılığında ruhsat bulunsun veya bulunmasın bütün aslî hükümlere azîmet derken, diğer bir kısmı da sadece karşılığında ruhsat bulunan hükümlere bu adı vermektedirler.

B. Ruhsat

Aa. Tarifi:

Ruhsat lügatta kolaylık manasına gelir. Fıkıh usûlü ilminde, meşakkat, za­ruret gibi bir özre bağlı olarak kullara azîmet hükmünü terketme imkânı veren ve hafifletilmiş olarak sonradan (ikinci defa) konmuş hükme, ruhsat denir.

Ruhsatın sebepleri çoktur: zaruret ve meşakkatin giderilmesi, kolaylığın ge­tirilmesi ve benzerleridir. Mesela, normal şartlar altında, murdar eti yemek ha­ramdır. Fakat açlıktan ötürü ölüm tehlikesine uğrayan bir şahıs´a murdar eti yemek mübâh olur. Aynı şekilde bir yabancı erkeğin bif yabancı kadının avret yerine bakması haramdır. Ancak bir doktorun tedavi maksadıyla kadının avret yerine bakması caizdir.

Bb. Kısımları:

İslam hukukuna göre yapılması yasak bir fiilin işlenmesi ve yapılması, vâ­cib olan bir fiilin de terkedilmesi suçtur ve günahtır. Ancak ruhsat halinde bu kaide uygulanmamaktadır. Bu sebeple de ruhsat verilen durumlarda haram bir fiili işleyen cezalandırılmaz veya vâcib olan bir işi terk eden kınanmaz. Çünkü ruhsat´ta bazen haram olan bir fiil, mubah hale gelir, bazen de vâcib olan bir fiilin terk edilmesi caiz hale gelmiş olur. Bu yönden ruhsat, iki kısma ayrılır:

1) Vapma ruhsatı,

2) Terketme ruhsatı

Yapma ruhsatı (Haramı işlemeye izin veren ruhsat): Azîmet, bir fiilin yapılmasını haram kılıyorsa, ruhsat da o fiilin yapılmasını mubah veya vacib ha­le getiriyorsa, o ruhsata yapma ruhsatı denir. Zaruret, meşakkat, güçlük halle­rinde haram (memnu) olan şeyler, mubah hale gelir. Bu ruhsatın çeşitli durumları vardır:

1. Azîmet hükmü bakî kalmakla birlikte ruhsat hükmü de bulunan durum­lar: Bu durumlarda, insan azîmet veya ruhsata göre amel etmekte serbesttir. Fa­kat aslî hükmün baki kalması bakımından azimetle amel etmek, daha faziletli bir iştir ve daha çok sevap kazandırır. Mesela, Allah´a imanın farz oluşu bir azi­mettir, onu inkâr etme de haramdır. Ancak kalben inanması şartiyle, ölüm teh­didi altında bulunan bir müslümana, diliyle Allah´ı görünüşte inkâr etmesi kolaylığının tanınması bir ruhsattır. Burada azimete uyarak diliyle de Allah´ı in­kâr etmeyip Öldürülürse şehid olur. Aynı şekilde bir başkasının malını yemek haramdır. Ancak açlıktan ve susuzluktan dolayı ölüm tehlikesine maruz kalan bir şahsın ölmeyecek kadar bir başkasının malından yemesi, mubah olur. Baş­kasının malından yemeyip açlıktan ölen şahıs, günahkâr olmaz. Çünkü ruhsata değil, azîmet hükmüne göre amel etmiştir.

2. Azîmet hükmü sona erip sadece ruhsat hükmü bulunan durumlar: Bu du­rumlarda insan, azîmet veya ruhsata göre amel etmekte muhayyer değildir. Bu durumlarda azîmet hükmü terkedilerek ruhsat hükmüne göre amel edilmesi, vâ-cibdir. Mesela susuzluktan veya açlıktan ölecek duruma gelen bir kimsenin domuz eti, ölü hayvanın etini yemesi veya şarabı içmesi vâcibdir. Burada azîmet hükmü olan haramlık, mubahhğa dönüşmüştür. Bu durumda bir kişi, haram olan şeyleri yemeyip, içmeyip ölürse, günahkâr olur. Hanefîler, bu nev´i ruhsata is-kat (düşürme) ruhsatı adını verirler. Çünkü bu durumda ruh­sata uymak vâcib, azîmet hükmü düştüğünden ona uymak ise haramdır.

Terketme ruhsatı: Azîmet, bir fiilin yapılmasını vâcib kılıyorsa, ruhsat da o fiilin geciktirilmesini veya terkedümesini gerektiriyorsa, ona terketme ruh­satı denir. Ramazanda hasta ve yolcunun oruçlarını yemeleri buna misal olur. Mükellef isterse azîmete göre hareket eder. Ancak yolcu ve hastaların hayatları tehlikeye girecekse, ruhsatla amel etmeleri vâcib, azimetle hareket etmeleri ha­ramdır. Bu sebeple bu ruhsattan istifade etmeyerek oruç tutup ölen şahıs, gü­nahkar olur. Hanefiler, buna terfih ruhsatı adını verirler.

Usûl âlimleri, iki çeşit ruhsattan daha bahsederler:

1. Önceki ümmetlere vâcib olan zor tekliflerin bizden kaldırılması: Mesela Musa´nın şerîatinde insan, nefsini öldürmek suretiyle günahından kurtulabilir­di. ´Biz de ise insan, günâhını tevbe ile affettirebilir.

2. Kıyasa aykin bazı akitlerin meşru kılınması: Selem akdi gibi. Burada bir hususa işaret etmekte fayda görmekteyiz. "Zaruretler, memnu

olan şeyleri mübâh kılar" kaidesi, zaruret halinde yasak (haram) olan şeylerin mübâh olduğunu göstermektedir. Zaruretler, memnu (yasak, haram) olan şey­leri, mubah hükmünde kılıyor. Dolayısıyla zaruret halinde yasak olan bir şey işlenince, faili sorgu suale çekilmiyor. Ancak bazı hürmetler (haramlar, ya­saklar) vardır ki, hiç bir Özür ve zaruret, onları mubah kılamaz ve mubah mua­melesi de yaptıramaz. Haksız olarak bir insan öldürmek gibi. Hiç bir zaman insan öldürmenin haram olduğu hükmü değişmez. Bu sebeble tehdid ile de olsa bir şah­sın öldürülmesi caiz değildir. Zina, ırza tecâvüz de böyledir. Bunlarda da ha­ramlık hükmü, değişmez. Bu sebeple bir kişiye, ölümle tehdid altında bulunsa bile başkasının ırzına tecâvüz etmesi caiz değildir.

3. VAZ´Î HÜKÜM

A. Tarifi:

Vaz´ kelimesi lugatta koymak manasına gelmektedir. Bu nev´i hükümlerin vaz´î olarak isimlendirilmesi, Şâri´in, iki şey arasım sebebiyet, şartiyyet, illiyyet, rükniyyet, alemiyyet, mâniiyyet ile rabt edişindendir. Yani burada vaz´, Sâri´ ta­rafından, mükellefin fiiline ilişkin olan iki şeyin birbirine bağlanmasını ifade et­mektedir. Şu halde vaz´î hüküm, bir şeyi, başka bir şeye sebep, şart, illet, alâmet, rükün, mâni´ kılmayı gerektiren bir hükümdür. Mesela, mirasçı olmakla, muri­sin ölümü birbirine bağlıdır. Yani murisin ölümü, akrabasının mirasçı olmasına sebep olur. Aynı şekilde Şan´, namaz için abd.esti, nikâh için iki şahidi şart kıl­mıştır, îcab ve kabul, akd´in rüknünü teşkil eder. Kati, mirasa mânidir. Vakit, namaz için bir sebeptir.

B. Vaz´î Hükmün Kısımları

Vaz´î hükümlerin kısımları şunlardır:

a. Rükün,

b. İllet,

c. Sebep,

d. Şart,

e. Alâmet,

f. Manî.

Vaz´î hüküm ile teklifi hükmün bir irtibatı, bir ilgisi vardır. Çünkü vaz´î hükümler, teklifi hükümleri meydana getirirler. Vaz´î hükümler, müteallik, tek­lifi hükümler ise müteallak´dır. Mesela, vakit ile namazı ele alırsak vakit müte­allik ve namaz müteallaktır. Vakit, namazın vacib olması için bir sebeptir. Burada ifade edelim ki, müteallik, müteallakda (teklifi hükümde) ya dahil veya hariç olur. Dahil ise ona rükün denir. Dahil değilse bakılır: Müteallik, müteallakda müessir ise o müteallike illet denir. Müteallik müteallakda müessir değilse, bakı­lır: Müteallik, mütaellak´a musil ise ona sebeb denir. Musil değilse bakılır: Mü-taellik´in vücudu, müteallikin vücuduna bağlı ise ona şart, bağlı değilse alâmet denir. Sebebi ve hükmü etkisiz hale getiren şeye ise manî denir.

A. İllet

Aa. Mahiyeti:

İllet; lugatta, muğayyir (değiştirici) manasına gelmektedir. Hastalığa, insanda bir değişiklik meydana getirdiği için illet denilmiştir. İllet, hükümde de bir deği­şiklik meydana getirmektedir. Şöyle ki, yok olan bir hükmü meydana getirir ve­ya kıyasda olduğu gibi özel hükmü, genel hüküm haline getirir.

Fakîhler, hükmün varlığı, kendisine nisbet ve izafet edilen, başka bir ifade ile, hükmün dayandığı şeye illet derler. Şu halde illet bir hükmü meydana getir­mektedir, başka bir ifade ile hükümde müessir ve âmil olmaktadır. Bir yerde il­let var ise, hüküm de vardır, illet bulunmazsa hüküm de bulunmaz.

Biraz sonra da izah edeceğimiz gibi, sebeb de bir nev´i illettir. Ancak sebeb, hükmün illeti değil, illetin illetidir. İllet, hükümde âmil ve müessirdir. Sebeb, hükme götüren bir vasıta ve yoldur, hükümde müessir değildir.

Şâri´in hüküm koyarken gözettiği maslahat ve hikmetlere (illet-i gâıyye) de illet denmektedir. Burada bahis konusu edeceğimiz illet nev´i, bu illet değildir. Biz burada şer´î hükümlerin muarrifi (bildiricisi) olan illetten bahsedeceğiz. Bu­rada ifade edelim ki, bir yerde illet bilinince, hüküm de bilinir. Çünkü Sâri, Teâ-la hükümleri illetler üzerine bina kılmıştır. Bu sebeple illetlere, "menât-ı hüküm" de denir. Burada bahis konusu ettiğimiz illet, kıyasın rükünlerinden biri olan il­lete şamil olduğu gibi, bütün akit ve fesihlere de şâmildir.

bb. Nev´ileri:

İllet iki nev´idin,

1. Tam illet,

2. Nakıs illet.

1. Tam İllet (ismen, manen ve hükmen illet):

Şer´î hükmü ifade etmek için konulmuş, o hükümde müessir olmuş ve hü­kümle beraber tahakkuk etmiş olan illettir. Hanefîler bu illete, ismen, manen ve hükmen illet diyorlar.

Bey´in hükmü mülkiyettir. Şu halde bir bey´ akdi, sahîh, gayr-i mevkuf ve muhayyerlikten uzak bir şekilde mün´akid olursa, illet tamam olmuş olur ve onun eseri olan mülkiyet hükmü de darhal meydana gelir. Satıcı semene, alıcı da me-bie mâlik olur. Sahîh ve lâzım olan bir nikâh da, karı-koca arasında meşru mü­nasebetin meydana gelmesi için tam bir illettir. Kasden adam öldürme de kısas için tam bir illettir.

2. Nakıs İllet:

İllet her zaman tam.olmaz. Bazı manîler, hükmün derhal meydana gelmesi­ni engelleyebilir. Ne zaman manî ortadan kalkarsa, o zaman hüküm de meyda-gelmiş olur. Nakıs illetleri şöyle sıralayabiliriz:

1. İsmen ve manen illet:

Mesela, mevkuf bey´ gibi. Mevkuf bey´ ile mülkiyet hükmü meydana gelmiş olur. Ancak bu nev´i bey´, nafiz değildir. Mâlikin veya velinin icazetine bağ­lı olarak geçerli olur. Hıyâr-i şart ile satış da böyledir.

2. Manen ve hükmen illet:

İki cüzden meydana gelen illetin ikincisi cüz´ü gibi. Akit, icab ve kabulün irtibatından meydana gelir. Akitte kabul, hükmün manen illetidir, hem de hük­me müessirdir.

3. İsmen ve hükmen illet:

Müsebbebin yerine kâim sebeb ve medlulün yerine kâim olan delil gibi.

Mesela, yolculuk ve hastalık halleri: namazları kasra, oruçları te´hire, mesh müddetlerini uzatmaya illettir. Bu hususta asıl illet, meşakkattir. Sefer ve hasta­lık halleri, meşakkate sebep olur. Bu sebeple yolculuk ve hastalık halleri birer müsebbeb olan meşakkat yerine kâim olur. Sefer ve hastalık halleri bulunursa, bu ruhsat hükümleri de bulunur.

Mesela, bir şahsın, elinde bıçak bulunduğu halde kanlar içinde bir evden çıktığım kabul edelim. Şayet o esnada o evde öldürülmüş bir adam bulunursa, elinde bıçak bulunan şahıs, katil olarak cezaya çarptırılır. Çünkü o şahsın bu hali, katil olduğuna delil olup, öldürme yerine kâim olur.

4. İsmen illet:

Şarta muallak icâb gibi.

Mesela, bir şahıs hanımına, "Falan eve girersen boş ol" derse, zevce eve girerse talâk vuku bulur.

5. Ma´nen illet:

Akitlerdeki icâb ve kabulden her biri, manen bir illettir. Her ikisi de o mua­meleyi, o akdi vücûda getirmek hususunda bir illettir.

6. Hükmen illet:

Mesela, bir kimsenin, başkasının mülkünde izni olmaksızın kuyu kazmış ol­ması, oraya düşüp, telef olan bir hayvanın bu telefine şart olmakla, bundan do­layı icab eden tazmin hükmünün hükmen illeti bulunmuş olur.

B. Sebep:

Aa. Mahiyeti:

Sebebin biri dar, diğeri geniş olmak üzere iki manası vardır:

1. Dar Manada Sebep:

Dar manada sebeb, hükümde doğrudan doğruya müessir olmayıp, hükme götüren, ona ulaştıran bir yol ve vasıtadır. Bu duruma göre illet ile sebeb arasın­da böyle bir fark bulunmaktadır. Mesela, iskâr illettir. Vakit, namazın vâcib ol­ması için bir sebebtir.

2. Geniş Manada Sebeb Ve İllet İle Münasebeti:

Geniş manada sebeb, herhangi bir şer´î hükmü muarrif (bildirici) olan şey manasına kullanılır. Yani hükmün varlığını gösteren bir emaredir. Bu bakımdan sebeb, illeti de içerisine almaktadır. Bu manaya göre her illet, sebeptir; fakat her sebep illet değildir. Şer´î hükmü muarrif olan şey ile hüküm arasında, mantıki bir münasebet varsa, ona hem sebeb, hem de illet denir. Şayet mantıki bir müna­sebet yoksa ona da sadece sebeb denir. Mesela, vakit namazın vâcib olmasının sebebidir, illeti değildir. Çünkü namaz ile vakit arasında mantıkî bir münasebet yoktur. İskâr, şarabın haram olmasının hem illeti ve hem de sebebidir. Çünkü iskâr ile şarabın haram kılınışı arasında mantıki bir münasebet vardır. Şarab ya­saklanması ile akıllar korunmuş olur. Şu halde illet, münâsib ve müessir bir va­sıftır, hükümde tesiri vardır. Sebeb ise böyle değildir.

Burada, illet ile sebebinin aynı anlama geldiğini kabul eden usûl âlimlerinin de bulunduğunu ifade edelim.

Bb. Sebebin Kısımları:

Sebebler dört kısma ayrılır:

1. Hakikî Sebeb:

Hakikî sebeb hükme götüren bir vasıtadır. Ancak hüküm, onun üzerine de­ğil, bir illet üzerine bina kılınır. Mesela, bir şahsın, başka bir şahsın kendisine yol göstermesiyle bir mal çaldığını kabul edelim. Malı çalan, hırsızlık fiilinin fai­lidir. Hırsızı, hırsızlık fiilini yapmaya delâlet eden şahıs ise, mütesebbibdir. Çünkü o hırsıza yol göstermiş, aracı olmuştur. Hırsızlık cezası, hırsızlık yapan şahsa verilir. Mütesebbibe ise, hırsızlık cezası verilemez. Ancak ona da tazîr cezası uy­gulanır.

2. İllet hükmünde olan sebeb:

Bazı sebebler vardır ki, onlar illet makamına kâim olur ve hüküm onun üze­rine kurulur.

Mesela, bir şahsın bir caddede sürdüğü hayvanın, başkasına ait bir malı te­lef ettiğini kabul edelim. Telef olan, zayi olan malın tazmini kime ait olacaktır? Gerçekten hayvanı süren şahıs, sadece bir sebeb (mütesebbib)dir. Hayvanın fiili ise bir illettir. Ancak bu illetin eseri, o şahsa nisbet edilir. Çünkü hayvan, kendi ihtiyarı değil, sahibinin ihtiyarı ile yürümektedir.

Âmmeye ait yol ve caddelerde kuyu kazmak, içinde mayi bulunan bir kabı yırtmak veya delmek, bir-avizenin zincirini .kesip .kırmak-gibi sebebler de illet hükmündedhier. Avize, yerçekimi kanununa göre yere düşüp parçalanın Ancak hüküm, yerçekimi illetine bina kılınamaz ve ipi kesen, illet yerine geçirilir ve avi­zeyi de o öder.

3. İllet şüphesi bulunan sebeb:

Herhangi bir hadisenin bir sebebi, bir de illeti olabilir. Bazı hallerde hadise­nin illet üzerine değil de sebeb üzerine bina kılınması, daha uygun ve elverişli olabilir.

Mesela, bir şahsın, bir caddede kuyu kazdığım kabul edelim. Bu kuyuya dü­şüp ölen hayvanın tazmini, kuyuyu kazana ait olur. Çünkü şahsın kuyuyu kaz­ması, hayvanın Ölümüne sebeb olmuştur. Bu ölümün asıl illeti ise, düşen hayvanın ağırlığıdır. Şayet ağırlık olmasaydı, bu kuyuya düşmezdi. Ancak Ölüm hükmü, bu ağırlığa nisbet edilemez. Bu bakımdan burada hükmün, ağırlık illeti üzerine değil, kuyu kazma sebebi üzerine bina kılınması daha elverişlidir.

4. Mecazî Sebeb:

Bu, müstakbelde (gelecekte) bükme kavuşturan bir sebeptir. Mesela, bir şa­hıs, "Vallahi ben falanla görüşmem" deyip de, sonradan onunla görüşse, yemin keffâreti gerekir. Keffâret bir hükümdür. Yemin de bu hükme bir mecazî sebep­tir. Bunun illeti ise, yemini bozmaktır, Bir diğer yönden sebeblerin taksimi:

1. Mükellefin fiili olmayan sebeb.

2. Mükellefin fiili olan sebeb.

1. Mükellefin fiillerinden olmayan sebebi, Şârî hükümlerin varlığı için bi­rer emare kılmıştır. Bu manaca her şer´î hükmün bir sebebi vardır. Mesela na­mazın sebebi vakit, zekâtın sebebLnisab, orucun sebebi Ramazan ay´ı, haccın

sebebi Kabe´dir.

2. Mükellefin fiilleri olan sebeb: Sâri´ Teâlâ, şer´î hükümleri rnükellefin fi­illeri üzerine istinad ettirmiştir. Bu sebebin geniş manasıdır. Mesela bey akdi, bir malı elde etmenin, nikâh akdi, cinsi münasebetin helâl olmasının, hırsızlık ve kati suçlan, bu suçların cezalarının uygulanmasının birer sebebidir. Sebeble­rin neticeleri (müsebbebler), zorunluk ifade eder. İsterse faili bunu kastetmiş ol­masın. Nikâh akdini yapan kimse, ister istemez bu akdin icabı olan hükümlere uyacaktır. Akrabalık ve karı kocalık mevcut iken ölüm vuku bulursa miras ta­hakkuk eder. İsterse ölen kimse buna razı olmasın.

C. Şart:

Aa. Mahiyeti:

Şart öyle bir şeydir ki, hükmün varlığı ona dayanır. Onun bulunmaması, hükmün de bulunmamasını gerektirir. Fakat şartın bulunması, hükmün bulun-rnasmf gerektirmez. Şart ile sebeb ve illet arasındaki fark da işte budur, Meselâ, abdestin bulunması namazın vücûbunu gerektirmez, iki şahidin bulunması ni­kâh akdinin yapılmasını icap ettirmez. Fakat abdestsiz namaz sahîh olmayacağı gibi iki şahit bulunmazsa nikâh akdi de muteber olmaz. Halbuki illet ve sebeb bulunur, ortada bir mâni olmazsa hükmün bulunması gerekir. Mesela, vakit gi­rince namaz, vâcib olur. Ramazan hilâli görülünce, oruç tutmak gerekir. Birşey sarhoşluk veriyorsa, haramdır. Hırsızlık yapan kimse cezayı hak eder.

bb. Kısımları:

Genel olarak ş-art, sebeb veya müsebbebi tamamlar. Bu itibarla şart ikiye

ayrılır:

1. Sebebi tamamlayan şart.

2. Müsebbebi tamamlayan şart.

Birinci, sebebiyet manasını kuvvetlendiren şarttır. Nisab tamam olduktan sonra, zekâtın vâcib olması için bir yılın geçmesi, buna misâl olabilir. Aslında zekâtın vücûbunun sebebi, nisabdır. Çünkü nisab, zenginliğin alâmetidir. An­cak nisabla zenginlik, nisab üzerinden bir yılın geçmesiyle tamamlanmış olur.

İkincisine gelince bu, müsebbebin rükün ve mahiyetini kuvvetlendiren şart­tır. Mesela, müsebbeb olan kisâsda, cânî ile cinayete konu olan şahıs arasında eşitlik bulunması böyle bir şarttır. Kısasın esası, ceza ile suç arasında eşitliğe da­yanır. Namaz müsebbeb, vakit ise sebeptir. Müsebbeb olan namazı, şart olan abdest tamamlar.

Diğer bir yönden: Şart üç kısma ayrıhr:

1. Sırf şart.

2. İllet hükmünde şart.

3- Sebeb hükmünde şart.

1. Sırf şart:

Bu da iki kısma ayrılır:

1. Hakikî şart.

2.Ca´lî şart.

Hakikî şart, bir hükmün varlığı kendisine bağlı olan şarttır. Mesela, tohum atmak, tarladan ürün elde edebilmenin şartlarından biridir. İbâdet ve akidelerde de bir takım şartlar aranır. O şartlar olmayınca, hüküm de bulunmaz. Namaza nisbetle temizlik bir şarttır.

Ca´lî şart, fertler tarafından ileri sürülen şartlardır.Ca´lî şart da iki kısımdır:

1. Ta´likî şart,

2. Takyidi şart.

Ta´likî şart, bir şeyin varlığı kendisine bağlı olan şarttır. Bu, "eğer, şayet" gibi bir şart edatıyla zikredilir. "Şayet falan iş meydana gelirse, bu malı bin lira­ya sattım" gibi. Bu tür şartlar, temlik ifade eden akidlerde (mesela satım akdin­de) ileri sürülemez. Talâk, i´tâk gibi iskatâtda ta´likî şart caizdir. Aynı şekilde, kefalet ve vekâlet gibi temlîk ifade etmeyen akidlerde de ta´likî şart geçerlidir.

Takyidî şart, "şartıyla" veya "olmak üzere" gibi bir ifade ile meydana ge­lebilir. "Bu malı, bedeli bir ay sonra ödenmek şartıyla ve ödenmek üzere bin liraya satın aldım" gibi.

Hanefîler, takyidi şartı üç kısma ayırırlar:

1. Câİz şart.

2. Lağiv şart.

3. Müfsid şart.

Caiz şart: Mesela bir ahm-satim akdinde satıcının, malın bedelini alıncaya kadar mebü yanında muhafaza edeceğini şart koşması caizdir, burada şarta ria­yet etmek gerekir.

Lağiv Şart: Satıcının, malı satarken, "Bunu başkasına satmayacaksın" şek­linde koyduğu şart da lağivdir. Ancak akid sahihtir.

Müfsid şart: Akdin gereği olmamakla birlikte, taraflardan birine menfaat sağlayan şarttır. Halk arasında örf haline gelen şart sahih, gelmeyen şart ise fâ-siddir. Satıcının evini, içinde bir müddet oturmak şartıyla başkasına satması gi­bi. Satım akdi gayr-ı sahih, şart da fâsiddir.

Hayvanı yıllarıyla satmak Örf haline geldiği için, müşterinin hayvanı alır­ken yuları şart koşması caizdir ve bu şarta riayet etmek gerekir.

Ancak, İbn Şubrime´ye göre, taraflardan birine fayda sağlayan bir şart, örf haline gelsin-gelmesin caizdir.

2. İllet hükmünde şart:

Bir olayda, hüküm kendisine bina kılınmasına elverişli bir illet ve bir sebep bulunmayıp da sadece şart bulunacak olursa, o şarta, illet hükmünde şart denir. ´ Umumi yolda kuyu kazmak, içinde mayi bulunan bir kabı delmek, bir avizenin zincirini koparmak bu kabilden bir şarttır. Mesela kuyu kazmak, içine düşüp telef olan bir şeyin ne illeti ve ne de düşen cismin ağırlığıdır. Ancak bu düşme hükmü, ağırlık illetine yüklenemez. İşte kuyu kazma, bir illet hükmünde bulu­nur ve kuyuya düşüp telef olan şeyin tazmini, bu kuyuyu kazana gerekir.

3. Sebeb Hükmünde Şart:

Bir fiildir ki, hüküm ile o fiil arasına ihtiyari bir fiil girmektedir.

Mesela bir kimse kafesin kapısını açmakla, içindeki kuş kendiliğinden çıkıp firar etse, Ebû Hanîfe ile Ebû Yusuf´a göre o kimseye tazminat lazım gelmez. Çünkü o kuş, kendi ihtiyari fiili ile kaçmıştır. Kafes ise önceden açılmıştır. Fa­kat İmam Muhammed´e göre, kafesi açana tazminat gerekir. Çünkü kuşun aklı yoktur. Şayet kafesin kapısı açık olmasaydı o da kaçamayacaktı. Bu bakımdan onun kaçışı, ihtiyarı ile değil, iç güdüsü ile olmuştur.

D. Alâmet

Hükmün varlığı kendisine bağlı olmayıp, sadece onu tarif ve açıklayan şeydir. Alâ^metler, dört kısma ayrılır:

1. Sırf Alâmet:

Mesela, namazda tekbirler, bir rükünden diğerine geçildiğine işaret ve delâ­let eder.

2. Şart Manasına Alâmet:

Nikahlı bir kadının doğurduğu^ çocuğun nesebi sabit olur. İşte doğum, neseb hususunda alâmet manasına bir şarttır.

3. İllet Manasına Alâmet:

Şer´î illetler gibi. Mesela vakit, namaza göre bir sebeb, bir illettir. Haddi zatında vakit, namazın vâcib olmasına tesir etmez. Namazı vâcib kılan Allah´-dır. Vakit ise, namazın vâcib olduğunu gösteren bir alâmettir.

4. Mecazî Alâmet:

Bunlar, hakikî illetler ile hakikî şartlardır. Mesela güneşin doğması, gündü­zün varlığına illet olduğu gibi, alâmet de olabilir. Nikâhın sahih olabilmesi için, şahitlerin bulunması şarttır, İşte nikâh esnasında şahitlerin bulunması, nikâhın sıhhatine bir alâmettir.

E. Rükün

Bir bütünü meydana getiren her parçaya rükün denir ki, o parça olmayınca bütünün meydana gelmesi de mümkün olmaz. Meselâ, nikâh, bey´, icâre gibi akidlerin rüknü, icâb ve kubûldür. İcab ve kabul olmayınca, akid

de teşekkül etmez. Namazın rükünleri arasında kıyam, kıraat, rüku, sücûd vs. bulunmakta­dır. Bunlardan biri bulunmayınca, namaz da sahih olmaz.

Rükün iki kısma ayrılır:

1. Aslî rükün.[51]

2. Zâid rükün.[52]

İman, kalb ile tasdik, dil ile ikrardan meydana gelir. Kalb ile tasdik, aslî rükündür. Dil ile ikrar ise zâid rükündür. Yani kalb ile tasdik bulunmayınca, iman da bulunmaz. Halbuki, tehdid ve zorlama karşısında bulunan bir şahsın, dil ile ikrarda bulunmayıp, imanım gizlemesi, onun imanına bir zarar vermez. Çünkü o zâid bir rükündür.

F. Manî

Vaz´î hükümlerden manî, hüküm veya sebeple kasdedilen şeyin vücûduna engel ve aykırı şer´î bir iştir. Manî iki kısma ayrılır:

1. Sebebe tesir eden Mani,

2. Doğrudan doğruya hükme tesir eden ve onu ortadan kaldıran Mani, Birincisi için zekâtın vacip olmasını gerektiren, nisabı etkileyen borcu, mi­sal olarak zikredebiliriz. İkincisi için de şu misali verebiliriz: Baba olma kısasa mânî´dir. Şüphenin bulunması da hadd cezasının uygulanmasına mânî´dir. "

--------------------------------------------------------------------------------

[1] Fevâtih, I, 54.

[2] Mâide, 1.

[3] Mir´ât, s. 510. .

[4] Bakara, 43.

[5] İsrâ, 32.

[6] Fevâtih, I, 59; Seyyid Bey, I, 67-8.

[7] Fevâtih, I, 57.

[8] Büyük Haydar Efendi, s. 396; Zeydan, s. 45-46.

[9] Mâide, 3.

[10] bk. Mir´ât, s. 12-13.

[11] Mir´ât, s. 510.

[12] Teftazânî, Telvîh, s. 617; Mir´ât, s. 511.

[13] Mir´ât, s. 510; Seyyîd Bey, II, 178-9.

[14] Mir´ât, s. 514.,

[15] Bakara, 43.

[16] Bakara, 183.

[17] Nahf, 90.

[18] Nisa, 11.

[19] Telvîh, s. 261-262; Telhis, s. 49-51.

[20] Bakara, 234.

[21] Bakara, 228.

[22] Bakara, 233.

[23] Al-i İmrân, 97.

[24] Bakara, 233.

[25] Bakara, 196.

[26] Bakara, 280.

[27] Mâide, 89.

[28] Nisa, 13.

[29] Hadîd, 19.

[30] Mir´ât, s. 512-3.

[31] Bakara, 282.

[32] Bakara, 283.

[33] Nûr, 33.

[34] Bakara, 195,

[35] İsrâ, 32.

[36] Nahl, 90.

[37] Nİsâ, 10.

[38] Nisa, 14.

[39] Nisa, 93.

[40] Nisa, 23.

[41] Mâide, 3.

[42] Bakara, 230.

[43] Mâide, 101.

[44] Buhârî, İstikraz, 19; Ahmed b. Hanbel, II, 327, 360.

[45] İbn Mâce» Talâk, 1.

[46] Mâide, 2.

[47] A´râf, 31.

[48] Mâide, 5.

[49] Bakara, 173.

[50] Bakara, 235.

[51] İnsana nisbetle baş gibi. Yani baş olmayınca, insan da olmaz.

[52] İnsana nisbetle el gibi. El olmayınca insan olabilir.