Asli Deliller

I- KİTÂB (KUR´ÂN)
A- Kitabın Tarifi
B- Kitâb (Kur´an)´In Özellikleri
a- Nazm.
b- İnzal - Resul
c- Tevatür ve Şâzz Rivayetler
aa- Tevatür Rivayetler: Tevatür.
bb- Şâzz Rivayetler
d. Mushaf
e. Mu´ciz (Kur´ân´m İ´câzı)
aa. Kur´ân´m Belâgati:
bb. Kur´ân´ın Geçmiş Çağlara Ait Olayları Haber Verişi:
cc. Kur´ân´ın Gelecek Olayları Haber Verişi:
dd. Kur´ân´m timi Gerçekleri Haber Verişi
C- Kuranın Hüccet Oluşu.
D- Kur´ân´ın Hükümleri Açıklama Üslûbu
E- Kur´ân´ın Hükümleri Beyânı (Açıklaması)
a. Tafsili Olarak Açıklanan Hükümler
b. İcmâlî Olarak Açıklanan Hükümler
Aa. Mücmel Olarak Açıklanan Hükümler
Bb. Genel Prensip Halinde Açıklanan Hükümler
cc. İşaret ve Delâletle Açıklanan Hükümler
F- Kuranın Hükümlere Delâleti
G. Kur´ân´ın İçindeki Hükümler
a. İbâdetler
b. Muamelat
aa. Aile Hukuku
bb. Medeni (Borçlar, Eşya) Hukuku:
cc. İdare Hukuku
dd. Ceza (Ukûbât)
ee. Devletler Umumi ve Hususi Hukuku (Siyer)
ff. Usûl Hukuku
II. SÜNNET.
A. Tarifi
B. Sünnetin Bir Teşri´ Kaynağı Oluşu.
a. Âyetler.
b.Hadisler
c. Sahabe Uygulaması ve İcmâ
d. Aklî Delil
C- Sünnetin Teşrideki Yeri
D- Sünnet´in Mahiyeti İtibariyle Taksimi
a. Kavlî Sünnet
b. Fiilî Sünnet
c. Takriri Sünnet
E- Râvîde Aranan Şartlar
F- Sünnet´in Sened İtibariyle Taksimi
A. Müsned (Muttasıl) Hadisler
Aa. Mütevâtir Hadisler
Bb. Meşhur Hadisler
Cc. Âhâd Hadisler
Hanefîlerin Haber-i Vâhid´i Kabul Şartlan
Mâlikîlerin Haber-i Vahidi Kabul Şartları
B. Mürsel (Munkatî´) Hadisler
G- Sünnetin Hükümlere Delâleti
H- Hz. Peygamberin Tasarrufları
III-İCMÂ.
A. İcmâ´ın Tarifi
B. İcmâ´ın Konusu Ve Sahası
C. İcmâ´ın Oluşmasının Şartları
D. İcmâ´ın Dayanağı
E. İcmâ´ln Mümkün Oluşu Ve Fiilen Vuku Buluşu.
A. İcmâ´ın Vâkî Oluşu
b. İcmâ´ın Vuküunun İmkânsızlığı
c. Asrımızda İcmâ´ın İmkânı
F. İcmâ´ın Hüccet Oluşu
b. Hadisler
c. Aklî Deliller
G. İcmâ´ın Çeşitleri
H. Mürekkeb İcmâ Ve Üçüncü Görüş Ortaya Koyma
I. İcmâ´ı Red Ve İnkâr
J. İcmâ´ın Neshi
K. İcmâ´ın Dereceleri
4. KIYAS
A. Kıyasın Tarifi Ve Mahiyeti
B. Kıyas İle İctihâd Arasındaki Münasebet
C. Kıyasın Hüccet Oluşu
A. Kabul Edenlerin Delilleri
aa. Âyetler
Bb. Kıyasın Meşruluğuna Delalet Eden Hadisler
cc. Sahabe Uygulaması
dd. Akıl
B. Kıyas´ı Şer´î Bîr Hüccet Kabul Etmeyenlerin Delilleri
D. Kıyas´ın Konusu Ve Sahası
E. Kıyas´ın Rükünleri
1. Asl
2. Fer´:
3. Asl´ın Hükmü
4- İllet
Aa. İllet´in Tarifi
Bb. İllet Ve Hikmet Arasındaki Münasebet
Cc. İllet´in Şartları
Dd. Îllet İle Hüküm Arasındaki Münasebet
Ee- İlletlerin Nevileri
Ff- İlleti Bulma Yolları
F- Kıyas´ın Hükmü
G- Kıyasın Kısımları
1- Evlâ Kıyas
2. Müsavi kıyas
3- Ednâ Kıyas

1.FASIL

ASLÎ DELİLLER

I- KİTÂB (KUR´ÂN)[1]

A- Kitabın Tarifi

Lugatta mektub manasına gelen kitâb, Fıkıh ilminde "içinde çeşitli bab ve fasılların toplandığı bir bahsin tümü" manasına kullanılmaktadır. Kitâbu´1-Büyû´, Kitâbu´l-Vekâle gibi. Fıkıh Usûlü ilminde ise kitâb tabiri Kur´ân ile eş anlamlı­dır. Bu sebeple bu ilimde ne zaman kitâb kelimesi geçse, ondan Kur´ân anlaşı­lır.[2] Bu ilimde Kitâb şöyle tarif edilmiştir: "Kitâb: Peygamberimize indirilmiş, mushaflarda yazılı, ondan tevatüren nakledilmiş, okunması ile ibadet edilen, be­şerin benzerini getirmekten âciz kaldığı nazm-ı celildir,?[3]

B- Kitâb (Kur´an)´In Özellikleri

Kur´ân-ı Kerîm´in tarifinde nazm, inzal, resul, tevatür, mushai1, mu´ciz ta­birleri geçmektedir. Bu tabirleri izah ettiğimiz zaman, Kur´ân´ın hususiyetleri de kş olacaktır

ortaya çıkmış olacaktır. [4]

a- Nazm

Nazm, lugatta incileri ipliğe düzmek demektir. Düzülen şeye de dürr-i man­zum denilir. Nazm ile Kur´ân´ın arapça lafızları kasdedilmiştir. Kur´ân hem mana ve hem de lafız ciheti ile mu´cize´dir. O´nun sadece manasına Kur´ân denmez. Bu sebeple O´nun tefsir ve tercemesi, Kur´ân yerine kâim olamaz ve tefsir ve ter-cemesi ile ibadet yapılamaz. [5]

b- İnzal - Resul

Kur´ân, Peygamberimize (s.a.s.) 22 sene 2 ay ve 22 gün zarfında Cibril-i Emîn vasıtasıyla indirilmiştir. Peygamberimizin kudsî (ilâhî) hadisleri, Kur´ân´dan sa­yılmazlar. Yine önceki peygamberlere indirilen Tevrat, Zebur ve İncil de tarifin harcinde kalır. [6]

c- Tevatür ve Şâzz Rivayetler.

aa- Tevatür Rivayetler: Tevatür

"kizb üzere İçtimaları tecvîz olunmayan bir topluluğun nakil ve haberine" denir. Kur´ân-ı Kerim´in bugünkü elimizdeki metni, tevatür nakille bize kadar gelmiştir. Kur´ân-ı Kerim´in "eş-şeyhü ve şeyhetü" gibi hükmü baki ve tilâveti mensûh âyetleri ile şâzz tariki ile gelen rivayetleri, Kur´ân´a dahil edilemezler. Burada şâzz rivayetler hakkında biraz bilgi verelim. [7]

bb- Şâzz Rivayetler.[8]

Usûlcülerin ıstılahında tevatür yoluyla nakl olunmayan nazımlara (lafızla­ra) şâzz denir. Şâzz rivayetlerin bir kısmı meşhur, diğerleri ise âhâd tarikle gel­miştir. Bütün mezheplere göre, âhâd tarikle gelen rivayetlerle amel olunamaz. Meselâ, Ubeyy b. Ka´b´ın rivayetine göre, kazaya kalan ramazan orucunun, ard arda tutulması gerekmektedir. Bu rivayet, âhâd tarikle geldiği için mezhepler onunla amel etmemişlerdir. Übeyy´in rivayeti şöyledir: [9]

Hanefîler, meşhur tarikle gelen rivayetlerle amel edilebileceğini kabul etmek­tedirler. Çünkü onlara göre, bu rivayetler, Kur´ân´dan değilseler, Sünnet´ten sa­yılırlar. Meselâ, Abdullah b. Mes´ûd´un yemin keffâreti ile ilgili rivayetinde diğer rivayetlerden farklı olarak kaydı bulun­maktadır. Hanefîler, bu rivayetle amel ettikleri için, yemin keffâreti orucunun, üç gün ard arda tutulması gerektiği doğrultusunda bir görüşe sahip olmuşlar­dır.[10]

Mâliki ve Şâfiîler ise, şâzz rivayetlerle amel etmezler. Çünkü onlara göre, rivayetler; ne Kur´ân, ne de Sünnet´den sayılır.

Şâzz rivayetlerle, Kur´ân´ın mütevâtir rivayetleri arasındaki önemli farklar:

1. Şâzz rivayetlere Kur´ân hükmü verilmez. Bu sebeple şâzz rivayetler, na­mazda okunmaz. Meselâ, kunut duaları, şâzz rivayet olduğu için, namaz´da farz kıraat olarak okunmaz.

2. Kur´ân´a muhdis ve cünüp olan kişi el süremez. Halbuki şâz rivayetler, böyle değildir.

3. Kur´âri´ın bir kelimesini inkâr eden kâfir olur, şâzz rivayetleri inkâr ise küfrü gerektirmez.

d. Mushaf [11]

Kur´ân´m Fatiha´dan Nâs sûresine kadar bütün sûre ve âyetleri, Peygambe­rimizin tâlimi üzere yazılmış ve ezberlenmiştir. Hz. Ebû Bekir´in hilâfeti zama­nında, Kur´ân âyetleri bir araya getirilerek bir mushaf haline konulmuştur. Hz. Osman´ın zamanında da bu mushaf, teksir edilerek büyük şehirlere birer nüsha gönderilmiştir ki, bunlara Mesâhif-i Osmâniyye adı verilmiştir. İbn Mes´üd ve Übeyy b. Ka´b gibi sahâbîlerin kendileri için yazdıkları mushaflar ile Resmi Mus­haf olan Mesâhif-i Osmâniyye arasında sadece sûrelerin tertibinde, isimlerinde, bazı kelimelerinde, farklılıklar mevcuttur. Aynı şekilde bunlarda bazı şâzz riva­yetler bulunmaktadır. Bu zâtların mushaflan, her ne kadar esasa muhalif değil­se de, bunlarda bazı şâzz rivayetlerin bulunması sebebiyle, tevâtüren bize kadar gelmiş bulunan Kur´ân-ı Kerim´in hükmünü haiz bulunmamıştır.

Kur´ân-ı Kerîm´de bazı kıraat farklılıkları vardır. Bu farklılıklar "Kıraat-ı Seb´a" veya "Kıraat-ı Aşere"nin çıkmasına sebep olmuştur. Kıraat farklılıkları bazen kelimenin yazılışında mesela bazen de okunuşunda mesela, ortaya çıkar. Bu farklı okuyuş ve yazılış manaya o kadar tesir etmez.

Kur´ân-ı Kerîm´de bulunan her harf, her kelime Kur´ân´dan sayılır. Sadece "Besmele" hakkında mezhepler arasında bir takım ihtilâflar zuhur etmiştir. Nemi süresindeki besmelenin Kur´ân´m bir âyetinin bir cüz´ü olduğunu bütün mezhepler kabul etmişlerdir. Ancak sûrelerin başındaki besmelelerin birer âyet olup olma­dığı ihtilâf konusu olmuştur. Şâfiîler, sûre başlarındaki 113 besmelenin 113 âyet olduğunu ve namazda okunmasının vacip (farz) olduğunu kabul etmişlerdir. Mâ-likîlere göre besmele, sûreleri birbirinden ayırmak için teberrüken yazılmıştır. Bu sebeple namazda okunmaz. Hanefîler orta bir yol takip ederek, besmelenin ha­kikatte bir âyet olduğunu, teberrüken ve fasletmek için tekrarlandığını ileri sü­rerler ve namazda okunmasını sünnet sayarlar.

e. Mu´ciz (Kur´ân´m İ´câzı) [12]:

Kur´ân, Hz. Peygamber (s.a.s.)´in en büyük bir mucizesidir. Bilindiği gibi mu´cize; hissî ve manevî olmak üzere iki kısma ayrılır. Ay´ın ikiye bölünmesi (şakku´l-kamer), hastaların iyileştirilmesi, asa´nın yürümesi, duyulara hitap eden hissî mu´cizelerden sayılır. Kur´ân ise kıyamete kadar devam edecek manevî bir mu´cizedir. Beşer onun benzerini getirmekten âciz kalmıştır. Onun i´câz yönle­rinden bazılarını şöyle sıralayabiliriz:

aa. Kur´ân´m Belâgati:

Kur´ân, belagat bakımından yüksek bir derecededir ki, Arap dilinde bunun misâli görülmemiştir. Kur´ân´ın akıcı kelimeleri ve üstün üslûbu yanında nazmı da son derece sağlam ve güçlüdür. Kur´ân´ın nazmı ne vezin ve kafiyesi olan bir şiirdir, ne de seçili bir nesirdir, ne de serbest bir şiir ve nesirdir. Kur´ân´ın nazmı ancak kendisine has bir şekle sahiptir.

bb. Kur´ân´ın Geçmiş Çağlara Ait Olayları Haber Verişi:

Kur´ân; Âd, Semûd, Lût, Nûh, İbrahim peygamberler ile onların kavimle­rine ait haberleri anlatmaktadır. Aynı şekilde Kur´ân´da Hz. Musa, Hz. Mer­yem, Hz. İsa ve Firavun´un kıssaları anlatılmaktadır. Kur´ân´ın bu husustaki anlattıkları tahrif edilmemiş semavî kitapların anlattıklarına uymaktadır. İşte ümmî bir peygamberin bunları vahiy yoluyla alması bir mu´cizedir.

cc. Kur´ân´ın Gelecek Olayları Haber Verişi:

Kur´ân´ın geleceğe ait haber verdiği şeyler, aynen zuhur etmiştir. Meselâ, İranlıların Bizanslıları önce yendiği halde, İranlıların sonradan onlara mağlûp olacağını Kur´ân önceden bildirmiş ve zaman da onu tasdik etmiştir,[13] Allah, Büyük Bedir savaşından önce mü´minlere zaferi va´d etmiş, zafer gerçekleşmiş­tir.[14] Yine Allah, Kur´ân´da müslümanlara Mescid-i Harâm´a gireceklerini va´d etmiş ve va´d gerçekleşmiştir.[15] Bunlar Kur´ân´ın birer mu´cizesidir.

dd. Kur´ân´m timi Gerçekleri Haber Verişi:

Kur´ân´da Tıp, Astronomi, Teknik vs. ile ilgili orijinal meselelere yer veril­miştir. Hiç şüphesiz Kur´ân´ın daha önceleri bilinmeyen ve şimdiki yeni ilmin ortaya çıkardığı ilmî hakikatleri ondört asır önce haber vermesi, onun mu´cize-lerindendir. Meselâ, Cenâb-ı Hak, "Biz aşılayıcı rüzgârlar gönderdik"[16] âyetiyle rüzgârların, bitkilerdeki dişi tohumları, erkek tohumlarla aşıladığı hakikatini ondört asır önce insanlara bildirmiştir. Bitkilerin tozlaşma ile üreme hakikati ise, şimdiki ilmin keşiflerindendir.

C- Kuranın Hüccet Oluşu

Müslümanlar arasında, Kur´ân´ın, teşri´ için birinci kaynak olduğunda ve bütün beşeriyet hakkında bir şer´î delil olduğunda bir ihtilâf bulunmamaktadır. Kur´ân´ın hüccet oluşunun delili, O´nun Allah katından oluşudur. Kur´ân´ın Allah katından oluşunun delili ise Kur´ân´ın benzerini getirmekten âciz bırakıcılığı ve eşsizliğidir.

Bu konuda "Allah´ın kitabına toptan sanlınız"[17] Bu Kur´ân, insanları en doğruya götürür"[18] "Bu Kur´ân, insanlara bir açıklama, sakınanlara doğru bir yol ve öğüttür"[19] âyetleri ile "Allah´ın sözünün diğer sözlere üstünlüğü, Allah´ın yarattıklarına üstünlüğü gibidir"[20]. ´ ´Helâl, A ilah ´m kitabında helâl kıldığı, ha­ram ise Allah´ın kitabında haram kıldığıdır"[21] Size kendisine sarıldığınızda hiç sapıtmayacağınız bir şey bırakıyorum: Allah´ın kitabı"[22]hadîsleri örnek olarak gösterilebilir.

D- Kur´ân´ın Hükümleri Açıklama Üslûbu[23]

Kur´ân, hükümleri açıklarken kendisine has bir üslûb kullanmıştır. Şöyle ki," güzel fiillerin yapılmasını teşvik etmiş, hatta emretmiştir. Farz, vacip hüküm­lerine karşı çıkılmasını yasaklamıştır. Bu tür hükümler konulurken bazen emir sıygası, bazen de "yazıldı: emr kılındı"[24] tabirleri kullanılmıştır. Aynı zaman­da bir fiilin yapılmasına sevap, mükâfat verileceği va´dolunmak veya bir şeyin helâl olduğu açıklanmak suretiyle vacip, farz veya mendûb hükümlerin konul­muş oldukları da görülmektedir.[25]

Cenâb-ı Hak, Kur´ân´da yapılmasını istemediği fiilleri açıklarken genellikle nehiy siygasını kullanmış ve işin haram olduğunu beyan buyurmuştur.[26] Cenâb-ı Hak, bazı durumlarda da çirkin bir fiili işleyeni tehdit etmek, veya ceza verece­ğini beyan etmek suretiyle haram hükümleri açıklamıştır.[27] İşte Kur´ân´dan hü­küm çıkarmak isteyen bir müctehidin, Kur´ân´ın hükümleri nasıl açıkladığını ve farz, vacip, haram gibi hükümlere delâlet eden hususları iyi bilmesi gerekir.[28]

E- Kur´ân´ın Hükümleri Beyânı (Açıklaması)

Kur´ân-ı Kerîm hükümleri, bazen açıkça ve tam olarak, bazen kısa ve öz olarak, bazen teşri´in genel prensip ve esaslarına yer vererek, bazen de işaret ederek açıklamıştır.

Biz, Kur´ân-ı Kerim´in hükümleri iki şekilde açıkladığını ifade edebiliriz:

1. Tafsili olarak (Tam ve açıkça olarak),

2. İcmali olarak (Kısa ve öz olarak),

a. Tafsili Olarak Açıklanan Hükümler:

Kur´ân bazt hükümleri tam olarak ve ayrıntılı bir biçimde açıklamıştır. Bu tür hükümlerin sayısı azdır. Meselâ, miras ayetlerindeki hisse miktarları, bazı ce­zaların miktarları, evlenme-boşanma gibi konularda açıklamaların tam olarak yapıldığım görmekteyiz.

b. İcmâlî Olarak Açıklanan Hükümler:

Bu şeklin içinde de üç farklı açıklama vardır:

Aa. Mücmel Olarak Açıklanan Hükümler:

Kur´ân bazı hükümleri kısa ve öz olarak açıklar, ayrıntılı açıklamayı Sün-net´e bırakır. Kur´ân´ın genel olarak açıklama prensibi böyledir. Mesela Kur´­ân´da namaz, oruç, zekât emredilmiş, fakat bu konularda geniş bilgi verilmemiş, bunların geniş açıklaması, Peygamber´e bırakılmıştır.

Bb. Genel Prensip Halinde Açıklanan Hükümler:

Kur´ân-ı Kerîm, genellikle hükümleri, teşri´in genel kaide ve esaslarına yer vererek- kısa ve özlü bir biçimde açıklamıştır. Teşri´e esas olan kaide ve esaslar arasında misâl olarak şunları zikredebiliriz:

1. Şûra: "...Bunların işleri şûra iledir"[29]

2. Adalet: "Şüphesiz ki Allah adaleti emreder"[30]

3. Şahsî Mes´ûliyyet:"Hip kimse başkasının günahım yüklenmez"[31]

4. Ahde vefa: "Akitleri tfâ ediniz"[32]

cc. İşaret ve Delâletle Açıklanan Hükümler:

Kur´ân´da bazı hükümler kesin çizgilerle açıklanmamış, fakat onlara işaret­te bulunulmuştur. Meselâ, Kur´ân, zina eden cariyelerin cezası ile ilgili olarak şöyle buyurmuştur: "Onlar evlendikten sonra bir fuhuşta bulunurlarsa, onlara hür kadınlara verilen cezanın yarısı verilir"[33] İşte bu âyette kölelerin cezaları­nın hür erkeklere verilen cezaların yansı kadar olduğuna bir işaret bulunmakta­dır. Aynı şekilde iki âyetten hamileliğin asgari müddetinin altı ay olduğu anlaşılmaktadır.[34] Yine "´Yetimleri buluğ çağma kadar deneyiniz"[35] âyeti, kü­çüklerin mallarının velayet altında bulundurulması gereğine delâlet etmektedir.[36]

F- Kuranın Hükümlere Delâleti

Kur´ân´ın âyetleri, sübût itibariyle kat´îdir. Ancak o´nun ihtiva ettiği hü­kümleri açıklaması, aydınlatması ise bazen kat´î, bazen de zannîdir. Kur´ân´ın bir âyeti tek bir manaya geliyorsa, Kur´ân´ın o konuda hüküm ifade etmesi yani âyetin o hükme delâleti kat´îdir. Âyet birden fazla mana ifade ediyorsa veya çe­şitli şekillerde tefsir ve te´vil edilebiliyorsa, o âyetin hükme delâleti zannîdir. Me­selâ, miras âyetlerinde geçen nısıf (yarı), sülüsan (üçte iki) gibi lafızların hepsinin hükme delâleti kat´îdir. Ancak Kevser sûresinde "namaz kıl" âyeti, kurban bay­ramı namazına zannî olarak delâlet etmektedir. Bu sebeple Hanefîler, bu nama­zı -bu konudaki diğer delilleri de nazari itibare alarak- vacip olarak kabul etmişlerdir. Aynı şekilde Hanefîler ´A´lâ sûresinde bulunan bir âyetin de Rama-

zan bayram namazına zannî olarak delâlet ettiğini kabul etmişlerdir.[37] Bu ko­nuda iki misal daha verelim. "Boşanmış kadınlar kendi kendilerine üç kur´ beklerler"[38] âyetindeki "kuru" lafzı hem hayız, hem de temizlik manalarına gel­mektedir. Hanefîler hayız, Şafiîler ise temizlik manasını tercih etmişlerdir. Bu iki tercih de doğrudur. Aynı şekilde yemin keffâreti ile ilgili âyet de böyledir. "Allah, size lağv olan yeminlerinizden dolayı değil, bile bile ettiğiniz yeminleri­nizden ötürü hesab sorar. Yemin keffâretî, ailenize yedirdiğinizin ortalamasın­dan on fakiri doyurmak, yahut giydirmek, ya da bir köle azad etmektir. (Bunları) bulamayan üç gün oruç tutmalıdır"[39]. Bu âyetteki "lağv" lafzının manası üze­rinde fakîhler anlaşamamışlardır. Hanefîler, bunu, doğru za:ını ile yapılan ve sonrra ortaya aksi çıkan yemin diye açıklamışlardır. Şafiîler ise bunu, rastgele ve te´kid maksadıyla yapılan yemin diye anlamışlardır.

G. Kur´ân´ın İçindeki Hükümler

Kur´ân-ı Kerîm, insan hayatının bütün safhaları için hüküm koymuştur, Kur´ân-ı Kerîm*de bulunan hükümleri üç ana başlık altında toplayabiliriz:

1. İtikadı hükümler: Bunlar Kelâm ilminin konusudur.

2. Ahlâkî hükümler: Bunlar Ahlâk ilminin konusudur.

3. Amelî-fıkhî hükümler:[40] Bunlar, fıkıh ve Fıkıh Usûlü ilimlerinin konu­sudur. Amelî-fıkhî hükümlerle ilgili 500 ayet bulunduğu ifade edilmektedir. Amelî-fıkhî hükümleri iki başlık altında inceleyebiliriz:

1. İbâdetler,

2. Muamelât.

a. İbâdetler:
Bu hükümlerin gayesi, ferdin Rabbi ile olan münasebetlerini düzenlemek­tir. Kur´ân-ı Kerîm´de namaz, hacc, oruç, zekât ve diğer sadakalardan Öz ve kı­sa bir şekilde bahsedilmiştir. Bu ibâdetlerin yerine getiriliş şekillerini Sünnet açıklamıştır. Şöyle ki Hz. Peygamber (s.a.s .) "Ben nasıl namaz kılıyorsam, siz de öyle kılınız"[41] "Hacc ile ilgili ibâdetlerinizi benden öğreniniz"[42] hadislerin­de ve zekât memurlarına verdiği mektuplarda ibâdetlerin ifa şekillerini sahabeye göstermiş ve Öğretmiştir. Kur´ân-ı Kerîm1 de Zihâr[43] Yemin[44], Katl[45] keffâretle-riyle ilgili hükümlere de yer verilmiştir.


b. Muamelat
Bunlar ibadetlerin dışında kalan ameli-fıkhı hükümlerdir.Bugünkü hukuki tabirle Hususi Hukuk, Umumi Hukuk çerçevesine giren hükümleri ihtiva etmek­tedir. Bu hükümlerin gayesi, ferdin fert ile, ferdin cmiyet ile yahut cemiyetin cemiyet ile olan münasebetlerini düzenlemektir. Aile, idare, ceza gibi hukuklar­la ilgili hükümleri ayrı ayrı zikredelim.

aa. Aile Hukuku:
Kur´ân´da, nikâh, talâk, iddet, nafaka, mehir gibi konulara genişçe yer ve­rilmiştir. Bu hükümlere dair takriben 70 âyet bulunmaktadır.

bb. Medeni (Borçlar, Eşya) Hukuku:
Kur´ân´da, alım-satım, rehin gibi akitlere yer verilmiştir. Bunlarla ilgili tak­riben 70 âyet vardır.

cc. İdare Hukuku:
Kur´ân, idare edenler île idare edilenler arasındaki münasebetleri düzenle­yen bir takım kaideler koymuştur. İdarede sosyal adalet, esastır. Şûra ve yar­dımlaşma prensip olarak kabul edilmiştir. Bu hükümlere ait takriben 10 âyet bulunmaktadır.

dd. Ceza (Ukûbât):
Kur´ân, suç ve cezalarla ilgili hükümleri, suçlulara verilecek cezaların genel prensiplerini açıklamıştır. Bu konuda yaklaşık 30 âyet vardır.

ee. Devletler Umumi ve Hususi Hukuku (Siyer):
Bu hukuk dalı, İslâm Devletinin, harp ve sulh zamanlarında diğer devletler­le olan münasebetlerini, müslim ve zimmi vatandaşların haklarını, müsteminle-rin durumlarım düzenler. Bu konuda takriben 25 kadar âyet bulunmaktadır.

ff. Usûl Hukuku:
Kur´ân´da, muhakeme usûlünü ilgilendiren hükümler yer almaktadır. Bu ko­nuda yaklaşık 13 âyet bulunmaktadır.

gg. Miras Hukuku:

Genellikle Nisa süresindeki miras âyetleri, terikenin mirasçılar arasında na-taksim edileceğini açıklamaktadır.

hh. Maliye Hukuku:

Kur´ân´da Devletin gelir kaynakları ve harcama yerlerini gösteren 10 kadar Hyet bulunmaktadır.

II. SÜNNET[46]

A. Tarifi

Lugatta âdet, yol, sîret gibi manalara gelen Sünnet, fıkıh ve fıkıh usûlü ilim­lerinde farklı şekillerde tarif edilmiştir. Bazı fıkıh âlimleri, farz ve vâcib dışında­ki nafile ibâdetlere sünnet derken, diğer bazıları aynı zamanda hukukî muamelelerin mendûb olanlarına da bu adı vermişlerdir. Meselâ, sabahleyin farz­dan önce kılınan iki rekat namaz sünnettir. Aynı şekilde veresiye ahş-verişin yazı ile tesbit edilmesi, sünnet ve mendûbdur. Fakîhler bid´atın zıddına da sünnet âdı verirler. Bizim üzerinde duracağımız sünnet bunlar değildir. Biz, usûlcülerin üze­rinde durdukları sünnet terimini inceleyeceğiz. Usûlcülere göre sünnet, peygam­ber (s.a.s.)´in söz, fiil ve takrir (tasvîb)leridir. Bu bakımdan sünnet; farz, vücûb, nedb, sıhhat, fesâd, butlan gibi hükümlerin delillerinden bir delil ve teşrî kay­naklarından bir kaynaktır. Sünnet ile hadîs bazen eşanlamlı olarak kullanılır. Bazen sadece peygamberin sözleri için hadîs terimi kullanılır. Bazen sünnetin yazı ile tesbiti şekline hadîs denir.

B. Sünnetin Bir Teşri´ Kaynağı Oluşu

Bütün İslâm bilginleri, Sünnet´i, Kur´ân"dan sonra bir teşrî kaynağı olarak kabul etmişler ve bu konuda bazı âyet ve hadisleri delil olarak göstermişlerdir. Ayrıca, İcmâ´nın ve aklî delillerin de Sünnet´in bir teşrî kaynağı olduğunu gös­terdiğini ilâve etmişlerdir. Biz burada sünnet´in bir teşrî kaynağı olduğunu gös­teren bazı âyet ve hadîslere işaret edip bu konudaki icmâ ve aklî delilleri kısaca izah edeceğiz.

a. Âyetler

1. Hz. Peygamber (s.a.s.) insanlara örnek olarak gönderildiği için diğer insanlardan farklı olarak ilahi kontrol altında bulunduruluyordu.Şayet devamlı olarak ilâhî kontrol ve yardım onunla beraber olmasaydı insan dan bazı hataları bulunabilirdi. Halbuki bir çok hatası bulunan bir insanın, diğerlerine örnek olması düşünülemez. Akıl yönünden böyle olduğu gibi âyetler de bu hususu teyît etmektedir. Nitekim "O, kendi arzusu ile söylemez. O, (söy­lediği) kendisine vahyedilenden başka bir şey değildir´"[47] âyeti, Hz. Peygamber´in konuştuklarının vahye dayandığını göstermektedir. Buna göre hem Kur´ân, hem de Sünnet´in kaynağı vahiydir. Ancak Kur´ân vahy-i metlûv (okunmuş vahiy), Sünnet ise vahy-i gayr-i metlûv (okunmamış vahiy)dür. Yani Kur´ân´ın hem ma­nası, hem de lafızları, Sünnetin ise sadece manası vahiydir. Sünnetin lafızları pey­gambere aittir. Kaynağı vahiy oluşu yönüyle Kur´ân´a uymak nasıl farz ise, Peygamber´in sünnetine uymak da öyle farzdır.

2. Kur´ân, âyetleri açıklama görevini peygambere vermiştir. "Biz sana da Kur´ân´ı indirdik. Tâ ki insanlara, kendilerine ne indirildiğini açıkça anlatasın?[48] âyeti, bunu teyit etmektedir. Buna göre Sünnet, Kur´ân´ın bir tamamlayıcısı ve hükümlerin bir kaynağıdır.

3. Kur´ân´da pek çok âyet, Sünnet´e uymanın, peygambere itaat etmenin farz olduğuna delâlet etmektedir. Kur´ân´ın bu delâletleri, çeşitli üslûp ve ifade tarzları ile olmuştur. Mesela, Kur´ân´da, "Peygambere itaat eden Allah´a itaat etmiş olur?[49] Ey iman edenler, Allah´a itaat edin, Peygambere ve sizden olan Ulü´1-emre itaat edin" [50]Allah ve Resulü bir şeye hükmettiği zaman, iman eden erkek ve kadına artık işlerinde muhayyerlik yoktur"[51] ?´"Aralarındaki ihtilafta seni hakem tayin etmedikçe iman etmiş sayılmazlar..."[52] "Peygamber size ne ve­rirse onu alın, neden yasaklarsa ondan vazgeçin. "[53] buyrulmaktadır. İşte bu âyet­ler gösteriyor ki Peygamber (s.a.s.)´irı emirlerine uymak bir vecîbedir,

4. Sünnet, Peygamberin Rabbinden aldığı risâleti tebliğden ibarettir. Allah, risâleti tebliğ hususunda şöyle buyurmaktadır: "Ey Peygamber, Rabbinden sa­na indirileni tebliğ et; eğer bunu yapmazsan, O´nun emirlerini tebliğ etmemiş olursun"[54] .Sünnet de, Peygamberimizin tebliğine dahil olduğuna göre, ona uy­mak Allah´a uymak demektir.

5. Kur´ân´ın nasslan peygambere iman edilmesini açıkça belirtmektedir. Me­selâ, bir âyette şöyle buyrulmaktadır: "Allah´a ve okuyup yazması olmayan ümmî Peygambere iman edin. O Peygamber de Allah´a ve O´nun sözlerine iman etmiş­tir. Ve ona uyun ki, hidayete eresiniz"[55]. Bu âyet, peygambere imanı ve bunun bir neticesi olarak da ona uymayı emretmektedir.

İşte Sünnet´in hüccet oluşu böylece Kur´ân âyetleri ile sabit olmuştur. Buna göre Sünnet, bir bakıma Kur´ân´dan doğmuş, peygamber de hadîsleriyle Kur´-ân´ı tefsir etmiştir.

b.Hadisler:

Sünnetin, bir teşri kaynağı olduğunu gösteren hadisler vardır:

1. "Bana Kur´ân ve onunla beraber onun gibisi (sünhet) verildi. Yakında karnı tok, koltuğuna yaslanmış birisi "Size bu Kur´ân yeter; onda neyi helâl bu­lursanız, onu helâl kabul ediniz, onda neyi haram bulursanız, onu da haram biliniz" diyecek. Şunu iyi biliniz ki Allah Resulünün haram kıldığı da Allah´ın

haram kıldığı gibidir..."[56]

2. Nebî (s.a.s.) Muâz b. Cebel´e "Sana bir dava getirildiğinde ne ile hükme­deceksin yâ Muâz" diye sordu. Muâz b. Cebel, "Allah´ın Kitâb´mda bulduğumla hükmedeceğim" diye cevap verdi. Peygamber "Onda bulamazsan ne ile hükmedeceksin" diye sordu. Muâz "Peygamberin sünneti ile hükmedeceğim" cevabım verdi. Konuşma sonunda Peygamber (s.a.s.) Muâz´ın bu şekilde cevap vermesine çok sevindi ve Allah´a hamd ü senada bulundu.

3. ´Sîze kendilerine sarıldığınızda hiç sapıtmayacağınız iki şey bırakıyorum: Allah´ın Kitabı ve Nebî´sinin sünneti."[57]

Bu hadisler, Sünnet´in bir teşri´ kaynağı olduğunu açık bir şekilde ortaya

koymaktadır.

c. Sahabe Uygulaması ve İcmâ

Sahâbîler, her konuda Peygamber (s.a.s)´in Sünnetine uymuşlar, fetva ve hüküm verirken Kur´ân´dan sonra ona müracaat etmişlerdir. Halîfe Hz. Ebû Be­kir, Nebî´nin vefatından sonra kendisine getirilen her meselenin hükmünü bul-´mak için önce Kur´ân´a, onda bulamayınca sünnete bakmıştır.

Diğer halîfeler de Hz. Ebû Bekir´in bu uygulamasını aynen sürdürmüşler­dir. Hz. Ömer, vali ve kadılara gönderdiği genelgelerde Kur´ân ve Sünnet´e göre uygulamada bulunmalarını emretmiştir.

İslâm´ın ilk devrinden itibaren zamanımıza kadar geçen devrede bütün İs­lâm bilginleri, Kur´ân´dan sonra Sünnet´i bir teşri´ kaynağı olarak kabul etmiş­ler ve bu konuda icmâ halinde olmuşlardır.

d. Aklî Delil:

Yukarıda ifade edildiği gibi, Kur´Sn´ın pek çok âyeti, Peygambere itaat et­menin farz olduğunu ortaya koymaktadır. Bu İslâm´ın ve imanın bir gereğidir. Bu olmaksızın ne İslâm´dan ne de imandan söz edilemez. Hz. Peygambere itaat ise onun Sünnetine uymaktan başka bir manaya gelmez. Bu sebeple Sünnet´e uymanın, İslam´ın ve imanın bir gereği olduğu anlaşılır. Şu halde bir peygambe­rin peygamberliğine inanmak, ona itaat etmek, verdiği hükme, söylediği söze bo­yun eğmek, getirdiği her şeyi kabul etmek zorunluluğunu gerektirir. Böyle olmazsa, ona inanmanın bir manası kalmaz. Peygambere muhalefet ederek Al­lah´a itaat etmek ve onun hükmüne boyun eğmek düşünülemez.

C- Sünnetin Teşrideki Yeri

İslam hukukunda Sünnet, ikinci kaynaktır ve teşride Kur´an-ı Kerim´den sonra gelmektedir. Sünnet, hükümleri açıklama bakımından Kur´an´rn tamam­layıcısı ve yardımcisıdır. Aynı zamanda Sünnet, Kur´an´da bulunmayan bazı hü­kümleri de koyabilir. Sünnet´in teşrideki yerini üç madde halinde özetleyebiliriz:

1. Sünnet: Kur´an´ın müphem ve mücmellerini açıklar, umumi hükümlerini tahsis eder. Fakihlerin çoğunluğuna göre nasih ve mensuh´u bildirir.

2. Sünnet: Kur´an´da asılları sabit olan konuların hükümlerini tamamlayıcı mahiyette açıklamalarda bulunur.

3. Sünnet: Kur´an´da olmayan bir kısım hükümleri açıklar.

Birinci madde için namaz ve zekâtı misal verebiliriz. "Kadın, halası, teyze­si, bacısı kızı ve kardeşi kızı üzerine nikâhlanamaz"[58] hadisi, "...bunlardan baş­kaları size helal kılındı"[59] ayetini tahsis etmiştir.

İkinci maddeye misal olarak Han´ı zikredebiliriz.[60] Kur´an liân´ı teferru-atiyle anlatmış. Sünnet de Hân´dan sonra karı-kocanm birbirinden bâin talakla ayrılacağını bildirmiştir.

Sünnet´in Kur´an´ın meskut kaldığı yerlerde doğrudan doğruya hüküm ko­yup teşri´ kaynağı olduğuna şunları misal verebiliriz: Süt kardeşliği, erkeklerin ipek elbise giymelerinin haram veya mekruh olduğu, vitir namazı, ramazan orucu­nu bozana keffaret lazım geldiği gibi.

D- Sünnet´in Mahiyeti İtibariyle Taksimi

Sünnet mahiyeti itibariyle üç kısma ayrılmaktadır:

a. Kavlî (Sözlü) Sünnet (es-Sünnetü´1-Kavliyye),

b. Fiilî Sünnet (es-Sünnetü´1-Fiiliyye),

c. Takriri Sünnet (es-Sünnetü´t-Takrîriyye).

a. Kavlî Sünnet:

Bunlar, peygamber (s.a.s.)´in çeşitli münasebet ve maksatlarla söylediği söz­lerdir. Kavlî (sözlü) sünnet çoktur. Mesela, "Zarar vermek ve zarara zararla kar­şılık vermek yoktur "."Ramazan ayının hilâlini görünce oruç tutunuz, Şevval ayının hilâlini görünce iftar ediniz"[61] "Bir kimse uyuyarak veya unutarak na­mazını geçirirse, hatırlayınca kılsın"[62] hadisleri kavlî sünnettir.

Peygamber (s.a.s.)´in sözleri sadece hükümleri açıklamak ve hükümlerin teşriî maksadına matufsa, bir teşri´ kaynağı olur; fakat bu özellikleri taşımayan yani teşri´ ile ilgisi olmayan ve vahye dayanmayan, dünyevî ihtisas ve tecrübeye daya­nan sözleri ise teşri´ kaynağı mahiyetinde değildir. Bu konu ile ilgili olarak şu olay anlatılır: Medine´de Peygamber (s.a.s.) bazı insanların hurma ağaçlarına aşı yaptıklarım görür ve aşı yapmamalarını tavsiye eder. Onlar da Peygamberi­mizin bu tavsiyesine uyarak hurma ağaçlarım aşılamaktan vazgeçerler. Ancak hurma ağaçlan aşılanmadıkları içm meyve vermez. Hurma ağaçlarının sahipleri Peygamberimize gelerek "Yâ Resûlallah, sizin sözünüz üzerine hurma ağaç­larını aşılamaktan vazgeçtik. Ancak hurma ağaçlarının hurması olmadı" derler. Bunun Üzerine Peygamberimiz "Hurma ağaçlarınızı aşılayınız, sizler dünyanı­zın işlerini daha iyi bilirsiniz" buyurdu. Hiç şüphesiz bu olayın hükmünün ge­nelleştirilmesi mümkün değildir. Yani dünyevî tecrübe ve ihtisası gerektiren bu olaydan, Kur´ân ve Sünnet´in dünyayı ilgilendiren hususlarda hukukî düzenle­meler yapamayacağı anlamı çıkarılamaz. Nitekim İslâm, dünyayı ilgilendiren pek çok konuda hukukî düzenlemelerde bulunmuştur.

b. Fiilî Sünnet:

Bunlar, Peygamberimizin yaptıkları işlerdir. Fiilî sünnete misâl olarak, Pey­gamberimizin namaz kılışını, haccedişini ve benzeri davranışlarını söyleyebiliriz. Nitekim kendileri de "Ben nasıl namaz kılıyorsam, siz de öyle kılınız"[63], "Hac ile ilgili ibadetlerinizi benden öğreniniz"[64] buyurmuştur.

Peygamber (s.a.s.)´in fiillerinden bazıları teşri´ kaynağı olduğu halde, di­ğerleri değildir. Bu bakımdan:

İslam uleması, Peygamber (s.a.s.)´in fiillerini üç kısma ayırmışlardır:

1. Hem Peygamber´în, hem de ümmetin uyması gereken fiiller . Peygam­berimiz İslâmı açıklamak için yaptığı fiillerde ümmetin ona ittiba etmesi gerekir. Mesela, namaz kılışı, oruç tutuşu, haccedişi, şirkete girişi ve borç alıp verişi böy­ledir. Peygamber´in yaptığı bir fiil kendisi hakkında farz ise ümmeti için de farz­dır, vâcibse vâcibdir. Mübâhsa mubahtır, caizse caizdir, mestehapsa müstehaptır.

2. Peygamberimiz (s.a.s.)´in kendisine mahsûs fiilleri, bunlara "Peygamberliğe ait özellikler" denir. Mesela, ona kuşluk ve gece (teheccüt) namazlarını kılmak bir farzdı. Halbuki onlar ümmetine farz de­ğildir. Keza Peygamber (s.a.s.), dokuz kadım nikâhı altında topluyordu. Bu ona mahsustu. Ümmetin, onun bu fiiline ittibası düşünülemez.

3. Peygamber (s.a.s.) beşeri yönü ile ilgili olan fiilleri, onun yemesi - içmesi, giyinmesi vs. bunlara dahildir. Bunların mükelleflere mubah oluşları dışında hiç bir teşrii´ vasıflan yoktur. Bununla beraber sahâbîler, bu davranışlar bakımın­dan da peygambere uymaya çok Önem vermişlerdir.

Keza ordunun tanzimi, savaş ile ilgili yapılması gereken şeyler, sırf dünyevî tecrübe ve ihtisası gerektiren ticaret işleri ve benzeri hususlarla ilgili beşeri tecrü­besine göre yaptığı fiilleri de bir teşri´ kaynağı vasfını hâiz değildir. Ancak bu konularda kendisinin yaptığı fiillerin vahye dayandığını söylemesi durumunda, bu tür fiillerinin teşri kaynağı olmasında hiç bir şüphe yoktur.

c. Takriri Sünnet

Bu, peygamberin huzurunda söylenen bir sözü veya yapılan bir fiili, bir hareketi veyahut gıyabında söylenen ve yapılan söz ve hareketleri işittikten sonra, onları reddetmeksizin sükût etmesidir. Bu sükût, söylenen sözlerin, yapılan işle­rin mubah ve caiz olduğunu gösterir. Çünkü peygamberin bâtıl ve İslâm´ın ka­bul etmediği şey karşısında sessiz kalması düşünülemez. Bu tür sünnete, Peygamberin bulûğ çağına yaklaşmış çocukların Mescidde kısa mızraklarla oyun oynamalarına ses çıkarmaması misal verilebilir. Aynı şekilde Peygamberin, su bulunmadığı için teyemmümle namaz kılıp, namazını eda ettikten sonra su bu­lunduğu halde namazını iade etmeyen kimsenin bu hareketine ses çıkarmaması da misal verilebilir. Peygamberin bu hareketleri karşısında ses çıkarmaması on­ları tasvib ettiği anlamına gelmektedir.

Şu hadis, Sünnet´in üç kısmını içerisine almaktadır: İbn Ömer, demiştir ki, "Nebî (s.a.s.) altından bir yüzük edinmişti, insanlar da altından yüzükler edin­diler. Nebî (s.a.s.): "Ben altından bir yüzük edinmiştim, ben onu ebediyyen kullanmayacağım" buyurdular ve yüzüğü parmağından çıkardılar. İnsanlar da aynı şekilde yüzüklerini parmaklarından çıkarıverdiler"[65] Görüldüğü gibi bu sünnet, fiilî, kavlî ve takriri sünnetleri içerisine almaktadır. Peygamberin, insan­ların yüzüklerini parmaklarından çıkarmalarına karşılık ses çıkarmamaları, tak­riri sünnet olarak kabul edilebilir.

E- Râvîde Aranan Şartlar[66]

Muhaddisler bir râvînin rivayet ettiği hadisi kabul etmeleri için râvîde şu dört vasfın bulunmasını şart koşmaktadırlar:

a. İslâm, b. Akıl, c. Adalet, d. Zabt. Bu vasıflan kısaca izah edelim.

a. İslam: Müslüman olmayan kişilerin dini konularda rivayetleri kabul edil­memektedir.

b. Akıl: Akıldan maksad, olgun akıldır. Yani buluğ çağına gelen (baliğ) şahsın aklıdır. Bu sebeple çocuk, deli, bunakların ve bunlara benzer şahısların rivayet­leri kabul, edilmemektedir.

c. Adalet: Kişinin akıl ve dinini, arzu ve isteklerine üstün tutmasıdır. Bir takım alâmetler, kişide adalet vasfının bulunduğunu göstermektedir. Bunlar ge­nel hatlariyle, büyük günahlardan kaçınma, küçük günahlarda ısrar etmeme ve üstün karakter ve şahsiyete sahip olmadır. Bu vasıfları şahsında toplayan kişiye âdil denir ki, ancak âdil olan bir kişinin rivayeti kabul edilir. Âdil´in zıddı olan fâsık´ın rivayeti ise kabul edilmez.

d. Zabt: Bir kişide dört hususun bulunrnasıyle zabt vasfı teşekkül etmiş olur.

Bunlar şunlardır:

1. Rivayet edilen sözün manasını tam olarak anlamak,

2. Rivayeti tam manasiyle dinlemek ve onun hiç bir yönünü kaçırmamak.

3. Rivayet edilen kelâm´ın lafzını ezberlemek.

4. Hadisi rivayet edinceye kadar hafızasında ezbere tutabilmek. Şu halde işittiği haberi tam olarak anlayabilen, onu lafızlanyle birlikte ez-berleyebilen, o haberi başkasına rivayet edinceye kadar hafızasında ezbere tuta­bilen kişiye zabit denmektedir. İşte zabt vasfına sahip olan kişilerin rivayeti makbuldur.

Bütün mezhepler bu vasıflan şahıslarında toplayan râvîlerin rivayetini ka­bul edip onu hüccet olarak kullanmaktadırlar. Ancak bazı mezhepler bir râvînin rivayetini kabul ederken bu şartlardan başka özel şartlar da aramaktadırlar. Bu konuda haber-i vahid kısmında ayrıntılı bilgi verilecektir.

F- Sünnet´in Sened İtibariyle Taksimi

Bir hadîs, sened ve metin olmak üzere iki kısımdan meydana gelmektedir. Sened, râvîler zinciri demektir. Biraz Önce râvilerde bulunması gereken şartları görmüştük. Şimdi sened itibariyle hadislerin kaç kısma ayrıldığını inceleyeceğiz. Usûl âlimleri seneddekİ ittisal ve inkıta´ itibariyle hadisleri İki kısma ayır-

maktadırlar:

a. MÜSNED (Muttasıl) HAD

b. MÜRSEL (Münkati) HADİSLER

A. Müsned (Muttasıl) Hadisler

En son râvîden Peygamber (s.a.s.)´e kadar bütün râvîler zikredilmiş ve ara­da atlanan hiç bir râvî atlanmamışsa, bu hadise "müsned: muttasıl" hadis de­nir. Müsned hadisler, Hanefilerce râvîlerinin adedleri itibariyle mütevâtir, meşhur ve âhâd kısımlarına ayrılır. Diğer mezheplere göre müsned hadisler, mütevâtir ve âhâd kısımlarına ayrılır. Bu mezheplere göre meşhur hadisler, âhâd hadisle­rin kısımlarından bir kısımdır. Bu terimleri Hanefîlerin anlayışına göre İnceleye­ceğiz. Bütün mezhebler, müsned hadislerle prensip itibariyle amel ederler. Ancak müsned hadisin âhâd kısmıyla amel ederlerken onu rivayet eden râvîde bazı ge­nel ve özel şartlar ileri sürerler.

Aa. Mütevâtir Hadisler

Mütevâtir hadis, yalan üzere ittifakları tecvîz olunmayan bir cemaatin riva­yet ettiği hadis çeşididir. Beş vakit namaz´ın rekatları, zekât´ın nisabı ve bazı ko­nular mütevâtir sünnetle açıklanmıştır. "Yalan yere bana kim bir hadis isnad ederse, ateşte yerini hazırlasın"[67] hadisi, lafız yönünden mütevâtir bir hadis­tir. "Ameller, niyetlere göredir"[68] hadisi ise mana yönünden mütevâtir bir ha­distir. Mütevâtir bir sünnet hüküm itibariyle kat´iyyet ifade eder. İ´tikâd, ibâdet ve muamelât konularında hüccet olur.

Bb. Meşhur Hadisler

Bunlar, önceden Peygamber (s.a.s.)´den bir veya iki râvî tarafından rivayet olunmuş olduğu halde sonradan müslümanlar arasında şöhret bulup Hicri II. ve III. asırlarda tevatür derecesine ulaşmış olan hadislerdir. Mestler üzerine meshin cevazı hakkındaki hadis, bu kabildendir. Aynı şekilde kadının, halasının veya teyzesinin üzerine nikâhlanmasımn haramlığı hakkındaki hadis[69] de meşhura misal olarak verilebilir.[70]

Meşhur hadisler, zan mertebesinde bulunurlar. Fakat müslümanlar arasın­da şöhret bulmuş olduğu cihetiyle ifade ettikleri zan, kalbi tatmin edecek bir kuv­veti haiz bulunur. Artık bunu inkâr eden yani bunun hadis olduğuna kanaat getirmeyen kimse, itimatsızlık göstermiş olacağı cihetle müslümanlar arasında fâsık sayılır. Meşhur hadislerle, Kur´ân´da mevcut olmayan hükümler, sabit olur.

Cc. Âhâd Hadisler

Âhâd yolu ile gelen hadisler, bir râvînin diğer bir râvîden veya bir cemaat­ten veya bir cemaatin bir râvîden rivayet etmiş olduğu hadislerdir.

Âhâd hadis, zannî bilgi ifade eder, yani kesin bilgi ifade etmez.[71] Çünkü bunlar, Hz. Peygamber (s.a.s.)´e ittisalinde şüphe vardır. Böyle bir hadisin râvî-lerinde bazı şartlar aranır. Râvîler bu şartları haiz olunca rivayet ettikleri şey, galebe-i zannı gerektirir. Ancak bu hadisler ile sadece ibâdet ve muamelât konu­larında amel edilebilir. Bu´hadisleri inkâr eden, tekfir edilmez, bid´at ehlinden sayılır.

Ebû Hanîfe., Mâlik b. Enes, Ahmed b. Hanbel, îmânı Şafiî, sahih hadisle­rin rivayet şartlarını haiz olan haber-i vâhid´i şer´î bir delil olarak kabul ederler. Şu kadar var ki, Ebû Hanîfe İle İmâm Mâlik haber-i vâhid ile amel edebilmek için bazı şartlar ileri sürmektedirler. Bunları ayrı ayrı zikredelim.

Hanefîlerin Haber-i Vâhid´i Kabul Şartlan:

Hanefîler, haber-i vâhid ile amel edilebilmesi için râvîde bulunması gerekli iört temel şartın dışında aşağıdaki şartların da bulunmasını şart koşmaktadırlar:

1. Haber-i Vâhid, Kur´ân ve Meşhur Sünnet´e aykırı olmamalıdır[72].

Bir hadisin râvîleri tamamen zikredilmekle beraber, bazen sened ve metinde o hadisin sıhhatini zedeleyici bir durum mevcut olabilir. Hanefîler, hadis´in sıh­hatini zedeleyici bu durumuna "bâtm-i inkitâ" derler. Bir hadisin senedindeki râvîlerden birinde adalet veya zapt vasıflarından biri eksik olursa veya hadis´in metni, Kur´ân´ın bir âyetine veya meşhur bir hadise muarız olursa, bu hadis bâ-tıni bir inkitâ ile münkatî bulunmuş olur. Meselâ, Fâtıma bintü Kays´ın kendisi­ne nafaka ve sükna (ev) takdir edilmemiş olduğuna dair rivayet ettiği hadis, ondan daha kuvvetli olan ... "Onları gücünüz ölçüsün­de oturduğunuz bir yerin bir bölümünde oturtun...[73] âyetine sarahaten aykı­rı bulunmuştur. Aynı şekilde İbn Abbâş´ın rivayet ettiği rbir hadise göre Hz. Peygamber (s.a.s.), bir hadisede sadece bir şahidi dinlemiş bir de davacıya yemin ettirerek hüküm vermiştir.[74] Bu hadis ise ondan daha kuvvetli ve daha meş­hur olan "Beyyine getirmek davacıya, yemin ise davalıya düşer"[75] hadisine sarahaten muâriz bulunmuştur.

2. Haber-i vâhid, çok tekrarlanan bir hususla ilgili olmamalıdır.

Ebû Hüreyre, Peygamber (s.a.s.)´in namazlarda besmeleyi cehren okudu­ğunu rivayet etmiştir. Halbuki bu hadisi diğer sahâbîler nakletmemişlerdir. Şa­yet Peygamber (s.a.s.) besmeleyi namazlarda cehren okumuş olsaydı, bu durum diğer sahâbe´ye gizli kalmazdı, onlar da rivayet ederlerdi.

3. Haber-i vahidi rivayet eden ilk râvî´nin fakîh olması gerekir. Bir hadisi, Hz. Peygamber (s.a.s.)´den rivayet eden râvi, hakkı ile fakîh, içtihada kadir ve hadis rivayeti ile maruf ise rivayet ettiği hadis, kıyas´a muhalif olsa bile kabul olunur. Dört halife, İbn Abbas, îbn Ömer, İbn Mes´ûd, Abdullah b. Amr, Zeyd b. Sabit, Muâz b. Cebel ve Hz. Âişe bu kabil râvîlerdendir.[76]

Şâfiîler ile Muhaddisler, râvînin fakîh olup olmamasına bakmazlar.[77] Yu­karıda zikrolunan dört temel şartı şahsında toplayan râvî´nin rivayet ettiği hadi­si kabul ederler ve kıyas ile tearuz ederse, onu kıyasa tercih ederler. Ancak îmâm Malik´e göre haber-İ vâhid ile kıyas tearuz edince kıyas tercih olunur.

4. Haber-i vâhid´in râvîsi, rivayetle maruf olduğu halde, hakkı ile müctehid değilse, rivayet ettiği hadis, kıyas´a uygun ise onunla amel edilir, uygun değilse amel edilmez. Ebû Hureyre, Enes b. Mâlik bu kabil râvîlerdendir. Meselâ, Ebû Hureyre´den rivayet edilen musarrat hadisi[78] gereğince müşteriyi aldatmak için memesinde süt birikmiş hayvanı, satın alan kimse muhayyer olup dilerse kabul, dilerse red etmek ve red ettiği takdirde süt aynen mevcut ise iade etmek ve mev­cut değilse -az olsun, çok olsun- onun yerine bir sa´ (bir ölçek) hurma vermek lazım gelir. Ancak misli olan bir şeyin misliyle, kıyemi olan bir şeyin kıymetiyle tazmini gerekirken sütü hurma ile ödemek kıyas´a aykırı olduğundan bu hadisle

amel edilmemiştir.

5. Fakîh olmayan ve hadis rivayetiyle de meşhur olmayan, sadece birkaç hadis rivayet ettiği bilinen bir râvî´nin rivayet ettiği hadis, selef arasında zahir bulunmuş olunca bakılır; şayet selef bunu kabul etmiş ise veya bazıları kabul etmiş, bazıları kabul etmemiş veyahut kıyas´a uygun bulunmuş ise kabul edilir.

SahâbîlerdenMa´kıl b. Sinan şöyle rivayet etmiştir: "Hilâl b. Mürre vefat edip kendisi ile zifafa girmemiş olduğu karısı Berû bîntü Vâşık´ı bıraktı. Bu ka­dın için mehir tesmiye edilmemişti. Hz. Peygamber (s,a.s.) bu kadına kabile ka­dınlarından emsalinin mehirîeri nisbetinde bir mehir ile hükmetti." Mâlik b. Sinan´ın bu rivayetini Abdullah b. Mes´ûd kabul etmiş. Hz. Ali ise kabul etme­miştir. Hanefi mezhebi bu konuda İbn Mes´ûd´un görüşünü benimsemiştir. Bu mezhebe göre bu hadis kıyas´a uygundur: çünkü mevt (ölüm) duhûl gibidir. Du­hûl ve zifaf ile mehir vermek gerektiği gibi ölüm ile de gerekir. Fakat Şâfiîler bu hadisi, kıyas´a muhalif görerek bununla amel etmemişlerdir. Onlara göre mehır, ya takdir ile veya iki tarafın rızası ile veyahut hâkim´in hükmü ile veyahut duhûl ile vâcib olur. Bunlardan biri bulunmayınca mehir de vâcib olmaz. Nite­kim dühûl´dan önce talâk vukuunda da hüküm böyledir. Bu sebeple dühûl´dan Önce, kadın Ölür İse, ona mehir verilmesi vacip olmaz.

Durumu çok iyi bilinmeyen bir râvînin rivayetini, selef reddetmiş ise o ha­ber ile amel edilmez. Mesela Fâtıma bintü Kays, kocasının kendisini üç talâk ile boşadığım ve Peygamber (s.a.s.)´in kendisine nafaka ve sükna (ev) için bir hü­kümde bulunmadığını rivayet etmiştir. Hz. Ömer, bunun rivayetini kabul etme­miştir. Hz. Ömer´in bu rivayeti kabul etmediğini bütün sahâbîler bildiği halde onlardan hiç birisi herhangi bir şekilde Hz. Ömer´e i´tirâz etmemişlerdir.[79]

6. Râvî´nin rivayet ettiği hadise aykırı amelde bulunmaması gerekir. Mese­la, Ebû Hureyre´nin rivayet ettiği "Birinizin kabına köpek batarsa, o birisi te­miz toprakla olmak üzere onu yedi defa yıkasın"[80] hadisi, Ebû Hanife kabul etmemiştir. Çünkü Ebû Hureyre bu hadisle kendisi de amel etmemiştir. Ebû Hu-reyre böyle bir kabı üç kere yıkamakla yetinmiştir. İşte bu durum, o hadisi riva­yet yönünden za´fa uğratmakta, hatta onun Ebû Hureyre´ye nisbetini dahi şüpheli bir hale sokmaktadır.[81]

Mâlikîlerin Haber-i Vahidi Kabul Şartları:

1. Haber-i Vâhİd Medine´lilerin ameline aykırı bulunmamalıdır: Mâlikilere göre Medine´İllerin ameli mütevâtir sünnet mesabesindedir. Çün­kü onlar, işlerini babalarından, babalan da dedelerinden, dedeleri de Hz. Pey­gamber (s.a.s.)´den öğrenmişlerdir. Bu esasa göre İmam Malik "alıcı ve satıcı birbirlerinden ayrılmadıkları müddetçe muhayyerdirler"[82] hadisini, delil olarak kabul etmemiş ve bunun hakkında "bu hadis aramızda maruf olmadığı gibi, ken­disiyle de amel edilmemiştir" demiştir.

2. Haber-i Vâhid, şeriatta mer´î kaide ve sabit usûle muhalif bulunmamalı­dır. Buna göre Mâlikîler, Hanefîler gibi sütü sağılmayıp memelerinde biriktiri­len hayvanların satışı ile ilgili haberi (musarrat hadisini), delil olarak kabul etmemişlerdir. Hz. Peygamber (s.a.s.)´den rivayet edilen hadis şöyledir: "Deve ve koyunların sütlerini sağmadan memelerinde biriktirmeyin. Memelerinde sütü biriktirilmiş hayvan satın alanlar, bu satın aldıkları hayvanların sütlerini sağdık­tan sonra, iki hususta muhayyerdirler: isterse satın aldığı hayvanı yanında alı-kor, isterse, onu bir sa´ miktarı kuru hurmayla birlikte satıcısına iade eder"[83]. Mâlikîlere göre bu hadis şu iki küllî kaideye aykırıdır:

1. Menfaat, mükellefiyet ve hasar karşılığındadır.

2. Bir şeyi itlaf eden (mütlif), itlaf olunan şey misli ise onun mislini, kıyemi ise onun kıymetini tazmin etmekle mükelleftir.

B. Mürsel (Munkatî´) Hadisler

Âhâd sünnet´in râvilerden biri veya bir kaçı zikredilmemiş, atlanmışsa bu hadise mürsel (munkatî) denir. Bir hadisin inkıtâı, râvîler zinciri dediğimiz se­nette bir râvînin atlanması, terk edilmesi ile olur mesela bir tabiînin sahabeyi terk ederek "kale Resûlullah" demesi gibi. Böyle bir hadise mürsel denir. Bir hadisin râviler zincirinde bir atlama olmasa da, o hadisin bir âyet veya daha meşhur bir hadis´e muarız olması halinde "bâtını inkita"dan bahsedilir. Bu konuda biraz önce bilgi verilmişti. Mürseller dört kısımdır:

1. Sahabe mürseli,

2. Tâbiûn ve Etbau´t-tâbiîn mürseli,

3. Üçüncü asırdan sonraki asırlardan herhangi birinde yaşayan âdil râvîle-rin mürseli,

4. Bir yönü ile müsned, diğer yönü ile mürsel.

Sahabe mürseli ile amel etmek bi´Hcmâ vâcibdir. Çünkü sahâbe´nin hepsi âdildir.

Tâbiûn ve Etbeu´t-Tâbiîn mürselleri, Hanefî Mezhebince hüccettir. İmâm Mâlik, Ahmed b. Hanbel ve mütekellimînin mezhepleri de budur. Zâhiriyye´ye ve hadis imamlarından bir cemaate göre, böyle mürsel bir hadis asla kabul edil­mez. Şafiî, Medine´li Saîd b. Müseyyeb´in mürsellerini kabul eder. Bununla bir­likte, onlara göre, mürsel hadis bir âyet ile veya meşhur bir sünnet ile veya kıyasa uygunluk ile te´yîd edilirse makbul olur.

Üçüncü asırdan sonraki asırlarda herhangi birinde adaletle muttasıf bir râ­vînin mürsel hadisi, Hanefîler indinde hüccet olup olmamasında ihtilâf vardır. İmâm Kerhî, makbul sayar, îsâ b. Ebân ise makbul saymaz.

Bir yönü ile mürsel diğer yönü ile müsned hadislerle, mürselle ihticâc eden­ler onunla amel etmişler, mürseli kabul etmeyenler ise kabul edip etmemede ihti­lâf etmişlerdir.

Mesela, "Nikâh ancak veli vasıtasıyle akdedilir" hadisini, İsrail b. Yunus müsned olarak rivayet etmiş .Şu´be ve Süfyân es-Sevri ise bunu mürsel olarak nakletmiştir. Bu sebeple bu hadis, Hanefilerce esasen makbuldür. Ancak bu bir haber-i vâhiddir. Âkil-bâliğe´nin kendisinin bizzat tezvîc edebileceğine ise âyeti, delildir. Bu yönüyle bu hadis, daha kuvvetli bir delile muhalif görüldüğünden bu konuda umumî üzere kabul edilmemiştir.

G- Sünnetin Hükümlere Delâleti:

Sünnet´in bir kısmının sübûtu kat´î, bir kısmının sübûtu ise zannîdir. Sün­net´in manaya delâleti yönünden de kat´î ve zannî olduğu muhakkakdır. Bu ba­kımdan hadisler sübût ve delâlet yönünden dört kısma ayrılmaktadır:

1. Hem sübût, hem de delâleti kat´î olan hadisler: Bunlar, manaları açık olan mütevâtir hadislerdir. Hanefilere göre meşhur hadisler de böyledir.

2. Sübûtu kat´î olduğu halde delâleti zannî olan hadisler: Bunlar, Tevâtü-ren nakledildiği halde manaları açık olmayan hadislerdir. Hanefilerce meşhur hadisler de böyledir.

3. Sübûtu zannî delâleti kat´î olan hadisler: Manaları çok açık olan haber-i vâhidler böyledir.

4. Hem sübûtu ve hem de delâleti zannî olan hadisler: Manaları açık olma­yan haber-i vâhidler böyledir.

Bu dört kısımdan birinci kısım kat´î delildir, diğerleri bir diğerine nisbeten derece derece zannî bir delildir.

"Beş devenin zekâtı, bir koyundur" hadisinin manaya delâleti kat´îdir. Çün­kü bu hadisten, beş devesi bulunan bir şahsın bir koyunu zekât olarak vermesi­nin vacip olduğu hükmü çıkarılır. "Fatihasız namaz olmaz" hadisinin manaya delâleti ise zannîdir. Çünkü bu hadis çeşitli şekillerde te´vil edilip anlaşılabilir: Nitekim mezheplerin bu hadisi aşağıdaki şekillerde te´vil ettiklerini görmekteyiz:

a. Fatiha sûresi okunmadan kılınan namaz, sahih ve eda edilmiş olmaz. Bu görüş cumhur fukahâ´ya aittir.

b. Tam ve kâmil namaz ancak fatiha süresiyle olabilir. Bu görüşte Hanefî-lere- aittir.

H- Hz. Peygamberin Tasarrufları[84]

Hz. Peygamber (s.a.s.), Allah´dan aldığı vahiyleri (Kur´an ve Sünnet´i) in­sanlara tebliğ ediyor, müslümanlann dinî ve hukukî sahalardaki problemlerim fetvâlariyle çözümlüyor, bir devlet başkanı (imâm) olarak idarî ve siyasî tasar­ruflarda bulunuyor, bir kadı olarak kendisine getirilen davalara bakıyordu. Şu halde O, hem bir Peygamber, hem bir devlet başkam, hem bir kâdî ve hem de bir müftî idi. Bu bakımdan O, herhangi bir tasarrufta bulunursa, özellikle bu sıfatlardan biri ile bulunurdu. Bu tasarrufların ekserisinin hangi tür tasarruf ol­duğu kesin olarak bilindiği halde, az bir kısmının hangi tür tasarruf içinde yer aldığını açıklamak oldukça zordur. Biz Hz. Peygamber´in tasarruflarını genel olarak dört ana başlık altında toplayabiliriz.

1. Tebliğ ile ilgili tasarrufları,

2. Kazaî tasarrufları,

3. Fetva ile ilgili tasarrufları,

4. Siyasî ve idâri (imamet) tasarrufları.

Biraz Önce de ifade edildiği gibi İslâm hukukçuları, Peygamber´in bazı ta­sarruflarının idâri bir tasarruf mu, yoksa kazaî bir tasarruf mu yoksa başka bir tasarruf mu olduğunda ihtilâf etmişlerdir. Bu: konuda bir kaç misâl verelim:

1. "Bir kimse, sahipsiz ölü bir toprağı işleyerek diriltirse o yer onundur: Bu hadisle bir hüküm açıklanıyor ki, o da ´ ´Boş bir yeri işleyerek ekilip dikilecek bir hale getiren kimsenin o yere sahip ola-cağı"dn. Fakat Hz. Peygamber´in bu hükmü, bu tasarrufu acaba hangi sıfat­ladır; Ebû Hanîfe´ye göre Peygamber´in bu tasarrufu, kendisinin devlet başkanı (imâm) olması itibariyledir. Bu sebebten bu sıfatla verdiği bir hükmü, yaptığı bir işi başka bir ferdin de yapabilmesi, ancak o ferdin zamanındaki devlet baş­kanının veya temsilcisinin izniyle olabilir. îmâm Şafiî ise, Peygamber´in buradaki tasarrufunu, tasarruf bi´1-fetvâ olarak kabul etmiştir. Bu sebeble bir şahsın sahipsiz ölü bir araziyi ihya ederken devlet başkanının iznini alması gerekmez.

2. Hind bintu Utbe, Hz. Peygamber´e gelerek kocası Ebû Sufyân´ın cimri olduğu için kendisi ve çocuklarına kifayet edecek kadar nafaka vermediği husu­sunda şikâyette bulundu. Bunun üzerine Peygamberimiz ona şöyle dedi: "(Ko­canın malından) örfe göre sana ve çocuklarına yetecek kadar nafaka al Bu hadisle bir hü­küm açıklanıyor ki, o da "Nafakasını vermeyen bir kocanın malın­dan, karısının kendisine ve çocuklarına Örfe göre yetecek miktarda nafaka alacağı"dır;. Fakat Hz. Peygamber´in bu tasarrufu, bu hükmü acaba hangi sı­fatladır; Ebû Hanîfe´ye göre Peygamber´in bu tasarrufu, kendisinin bir müftî olması itibariyledir. Bu sebeble aynı durumda olan bir şahsın nafaka alması du­rumunda kâdiye müracaat etmesi gerekmez. Aynı şekilde bu hadisten bir ala­caklının alacağını kâdîye müracaat etmeden borçlunun aynı cins ve ona eşdeğer malından alabileceği hükmü çıkarılabilir. Mâlikî mezhebi hukukçu­ları da bu görüştedirler. İmâm Ahmed b. Hanbel´e göre Hz. Peygamber´in bu tasarrufuna dayanarak böyle bir hükme varılamaz. Dolayısıyla alacaklının ala­cağını, borçlunun malından onun haberi olmadan alması caiz değildir. Ancak kâdîye müracaat etmek suretiyle hakkım alabilir.

3. "Kim (savaşta) birini öldürürse, öldürülenin malım alabilir."İmâm Mâlik ve Ebû Hanîfe´ye göre Hz. Pey­gamber´in bu tasarrufu, kendisinin devlet başkam olması itibariyledir. Bu sebeble

.bir ferdin savaşta öldürdüğü kimsenin malım alabilmesi, zamanındaki devlet baş­kanının iznine bağlıdır. İmâm Şafii´ye göre bu tasarruf, fetva yoluyla olmuştur. Dolayısıyla katilin, savaşta öldürdüğü şahsın malını, ganimet olarak alması, devlet başkanının iznine bağlı değildir.

Bu açıklamalardan anlaşılıyor ki, Peygamber´in tebliğ, kaza, fetva, imametle olan tasarruflarını birbirinden ayırmak ve onları bilmek, Sünnetten hüküm çı­karacak kimseler (Müctehidler) için son derece faydalı ve gereklidir. Çünkü Pey-gamber´den naklolunan hadisler, bazı kere hangi sıfatla olduğu açıklanmadığın­dan bunlarda maksat, gizlidir. Ancak bu gizlilik, dikkatli bir düşünce sonucun­da açıklığa kavuşturulabilir ve böylece sünnetten isabetli hükümler çıkarılabilir.

III-İCMÂ

A. İcmâ´ın Tarifi [85]

İcmâ, lügatte azm, kasd ve ittifak manasindadır. Istılahta da "Hz. Peygam­ber (s.a.s.)in vefatından sonra herhangi bir asırda tsîâm müctehidîerinin amelî bir meselenin serî hükmü üzerinde, ittifak etmeleridir" şeklinde tarif edilmiştir. Arapça tarifi şöyledir:

B. İcmâ´ın Konusu Ve Sahası [86]

îcmâ; bir kısım şer´î hükümlerde, yani dinî işlerde câridir; ibâdetlerde ve hukuki meselelerde icmâ cereyen eder. İtikat konularında ise icmâ sabit olmaz; bunlarda nakil geçerlidir. Aynı şekilde aklî konularla dinî olmayan konularda da icmâ tahakkuk etmez.

C. İcmâ´ın Oluşmasının Şartları [87]

a. Bütün müctehidlerin ittifakı: İcmâ, fâsık ve bid´at ehli olmayan, ictihad derecesinde olan müctehidler tarafından vuku bulur. Avamın bir mesele üzerin­de ittifakları, icmâ sayılmaz.

İcmâ´, bir asırda yaşayan müctehidlerin bütününün ittifakı ile vuku bulur. Binaenaleyh bir mesele hakkında bir asırdaki müctehidlerin yalnız bir kısmının ittifak etmeleri bir icmâ´ mahiyetinde olamaz. Bazı âlimlere göre, müctehidler-den bir iki zatın muhalefeti, icmâ´ın hVikâdına (oluşmasına) manî değildir. Burada ifade edilim ki, sadece Ehl-i Beyt´in, Hülefâ-i Râşidîn veya Medi-ne´lilerin ittifakları, icmâ sayılmaz. îmâm Mâlik´e göre, bir meselede Medine´li-lerin ittifakı icmâ´dır.

Zeydiye ve İmâmiyye´ye göre, Ehl-i Beyt den başkalarının icmâı sahih de­ğildir.

Zâhiriyye ve İmam Ahmed´in bir rivayetine göre, ashâbdan olmayanların icmâ´ı muteber değildir.

b. Bir asrın (bir zamanın) geçmesi: İcmâ´ın in´ikâdı için, İmam Ahmed b. Hanbel ve İmam Şafii´ye göre, bir asrın geçmesi şarttır. İttifak halindeki mücte-hidler vefat etmedikçe icmâ tahakkuk etmez. Çünkü içlerinden bazılarının ka-naatlarmın değişmesi düşünülür. Demek ki bu zatlara göre, müctehidlerden bazılarının bilâhare ittifaktan ayrılmaları, önceki icmâ´ı bozar.

Cumhur fukahâya göre, icmâ sadece ehl-i beyte, sahabeye mahsus değildir. Herhangi bir asırda bütün müctehidlerin ittifakı ile icmâ sabit olur. Bu mücte-hidîerin ittifaklarının üzerinden bir asrın geçmesi de şart değildir. Hatta bu ic­mâ´ı vücûda getirmiş olan müctehidlerden birkaçının bilâhare reyinden dönmesi de mün´akid bulunan bu icmâ´ı bozmaz.

D. İcmâ´ın Dayanağı

Müctehidlerin bir hadise hakkında ittifak etmeleri, mücerret reylerine müs-tenid olmayıp yine şer´î bir delile müstenid bulunur. Bu delil, haber-i vâhid veya kıyas olabilir. îcmâ ile bu deliler kuvvet bulur, artık asıl delil, icmâ olmuş olur, hüküm icmâ´a izafe edilir. Mesela, "Her kim, zahire satın alırsa, onu tamamen teslim almadan satmasın"[88] hadisi, yiyecek nev´inden bir şey satın alan kimse­nin mebii teslim almadan satamayacağinı ifade etmektedir. Bu hadis, haber-i vâ-hid´dir. Fakat sonradan bu hususta icmâ vâkî olmakla kesinlik kazanmıştır. Mecelle´de de menkul malların teslim alınmadan satılamayacağı hükme bağlan­mıştır.[89] Aynı şekilde, sahâbîler, ninenin alacağı miras hissesi hakkında icmâ ederken Muğîre b. Şu´be´nin rivayet ettiği hadise, birbirine mahrem olan kadın­ların bir nikâh altında toplanamayacağı hakkında icmâ ederken Ebû Hureyre´-nin rivayet ettiği hadise dayanmışlardır.

Usûlcüler, icmâ´ın senedinin, ictihâd yahut kıyas olup. olamayacağı husu­sunda ihtilâf etmişlerdir. Âlimlerin çoğunluğu, buna cevaz vermiştir. Dâvûd ez-Zâhirî, İbn Cerîr et-Taberî gibi âlimler ise bunu tecvîz etmemişlerdir. Hiç şüphe­siz sahabe zamanında İctihâd üzerine icmâ vukûbulmuştur. Meselâ, sahabe Kur´-ân´m bir mushaf halinde toplanması hususunda icmâ etmiştir. Bu icmâ´m senedi bir ictihâd çeşidi olan maslahattır. Aynı şekilde Hz. Osman, Cuma namazı için ezanı ihdas etmiştir. Sahabe de bu konuda muvafakat etmiştir. Bu icmâ´ın sene­di, cami´den uzakta bulunan müslümanlara namaz vaktinin geldiğini duyurmak maslahatıdır. Yine Sahabe domuzun etinin haram olduğuna kıyasen, domuzun yağının haramlığı hususunda icmâ´da bulunmuştur.

İcmâ´ın senedi, kat´î bir delil de olabilir. Fakat bu halde icmâ, müstakil bir hüccet olamaz. Bu kat´î delili teyîd etmiş olur. Mesela, beş vakit namazın farzi-yeti, vakitleri kitap ile, sünnet ile sabit olduğu gibi icmâ ile de sabit bulunmuş­tur. Zekât, oruç, hac gibi ibadetler de böyledir.

E. İcmâ´ln Mümkün Oluşu Ve Fiilen Vuku Buluşu

A. İcmâ´ın Vâkî Oluşu:

Fakîhlerin çoğunluğuna göre bir hadisede, bir asırda yaşayan müctehidlerin ittifakları, hem mümkün hem de bilfiil vâkî olmuştur. Nitekim Ashâb´m bazı meselelerde ittifak etmiş oldukları kesinlikle sabit, bizce tevâtüren ma´lûmdur. Mesela, ninenin mirastan altıda bir (südüs) hisse alacağına dair icmâ hâsıl ol­muştur. Nine tek ise hissenin tamamıdır. İki ise altıda bir hisseyi aralarında pay­laşırlar. Sahâbîler, baba bir erkek ve kız kardeşlerin, öz kardeşleri bulunmadığı takdirde, onların yerlerine geçecekleri üzerinde icmâ etmişlerdir. Yine sahâbîler, müslüman kadının gayri müslimle akd etmiş bulunduğu nikâhının bâtıl olduğunda da icmâ etmişlerdir. Teâtî suretiyle satış muamelesi ve hamam ücretleri hakkın­daki icmâlar da böyledir. İbnü´l-Münzir (öl. 318), "K. el-îcmâ" adlı eserinde vuku bulan icmâları tesbit´etmiştir.[90]

b. İcmâ´ın Vuküunun İmkânsızlığı:

Mutezilî İbrahim Nazzâm, Şîa´dan tazı fakîhler, îcmâ´ın vukûnun imkân­sızlığına kânî olmuşlardır. Yine Mutezilî İbrahim Nazzâm, Râfızîlerin ekserisi, İcmâ´ın bir hüccet olduğunu da kabul etmemişlerdir. Bunlara göre, çok sayıda bulunan müctehidlerin her birinin kendisine ait bir görüşü vardır. Bunların muh­telif görüş ve reylerinin bir hükümde ittifak etmeleri ise mümkün değildir. Bun­ların iddialarının, Kitâb, Sünnet ve aklî delillere aykırı olduğunu biraz sonra bahis konusu edeceğiz.

c. Asrımızda İcmâ´ın İmkânı

Fakîhlerin cumhurunun, icmâ´ın bilfiil vuku bulduğu görüşünde oldukları­nı biraz önce kaydetmiştik. Gerçekten bir asırda yaşayan müctehidlerin bir me­selede fikir birliğinde olmaları mümkündür. Yine bu müctehidlerin aynı fikri paylaştıklarım bilmek de imkân dahilindedir. Bir hadis-i şerifin, râvîsinden riva­yet iznini almak için şehir şehir, kıta kıta, bölge bölge dolaşıp uzun yolculuk zah­metine katlanmış binlerce muhaddis´in, ilim adamlarının İslâm ülkesinde yaşamış olduğunu, ilim tarihimizden tesbit etmiş bulunuyoruz. Aynı şekilde her asırda İslâm âleminin başlıca merkezlerinde bulunan müctehidlerin bir mesele hakkın­daki kanaatlerine muttali olma, hakikatleri araştırıp duran bir ümmet için hiç de muhal değildir.

Vakıa bugün İslam memleketleri çoğalmış, birbirinden ayn bir şekilde ya­şamaktadırlar. Fakat yine iyi bir teşkilat sayesinde İslâm âlimlerinin birbirleri­nin ictihâdlarından haberdar olmaları güç değildir. Hatta bugünün basın ve haberleşme vasıtaları bu işi daha da kolaylaştırır. Yeter ki, müslümanlar arasın­da hakikatlan araştıran bir ilmi hey´et bulunsun.

Ömer Nasuhi Bilmen hocamız bu konuyu şöyle değerlendirmektedir: "Şu­nu ilave edelim ki, bugün icmâ-i Ümmet, artık vücuda gelmeyebilir. Vakti ile müctehidin-i izam, muhaddis ve melhuz yüzbinlerce meseleyi dermeyan ederek, hükümlerini beyan etmiş, hangi meselelerde ittifakta ve hangi meselelerde ihti­lafta bulunmuş oldukları kitaplarımızda kayıt ve tesbit edilmiş olduğundan ar­tık bunların hakkında yeniden içtihada lüzum kalmamıştır. Son asırlarda ictihâd kuvvetinin, şeraitini haiz alimlerin yetişmez olması da ictihâd vukuunu sekteye uğratmıştır. Bazı müctehidler bulunsa bile bunların reylerine ümmet-i merhumenin bugün ittila ı, İslam aleminde matlup teşkilat vücuda getirilmediğinden ve lauba­lilikten dolayı kabil görülmeyebilir. Fakat bizim maksadımız, esasen icma´m bir hüccet-i şer´iyye olduğunu ve bunun vaktiyle tahakkuk etmiş bulunduğunu söy­lemekten ibarettir. Bir şeyin bir zamanda adem-i vukuu ise o şeyin hadd-i zatın­da cevazına, imkânına ve vakti ile vuku bulmuş olmasına münafi bulunamaz. Bilhassa amme-i müsliminin kabul etmiş olduğu bir esası, artık kimsenin inkâr etmesine mahal kalmamıştır."[91]

Abdülkerim Zeydân da zamanımızda icmâ´m ehemmiyeti konusunda şun­ları söylemektedir: "...Bizce ...Bütün fakihleri bir araya getiren bir "fıkıh müessesesi" kurmak, bu müessesenin muayyen bir yeri bulunmak, çalışması için lazım gelen para, kitap, kâtibler vs. gibi bütün her şeyin temin edilmesi, muay­yen bir yönetmeliğe göre, muhtelif devreler halinde toplanarak, yeni husule ge­len meseleler ve hadiseler kendisine arzedilerek, bunları tetkik edip şer´i nasslar, kaideler ve umumi esaslar ışığında hükümleri verip, sonra bu hükümler zaman zaman bülten yahut hususi kitaplar şeklinde neşredilip ilim sahibi müslümanla-rın hükümler hakkında görüşlerini açıklamaları için bilgilerine takdim edilmekle olur. Zira herhangi bir sebeple bazı fakihler fıkıh müessesesine katılmamış ola­bilir. Bu şahıslardan görüşlerini doğrudan doğruya müesseseye, yahut her mem­leketteki temsilcisine göndermeleri talep olunur... Sonra müessese, kendi görüşlerini neşreder ve bunlara mukabil kendilerine gönderilen görüşleri inceler. Müessese mensupları (azası)nm görüşleri bir hüküm üzerinde ittifak ettiğinde, bu hüküm icmai hüküm olur. Bu icma, usulcülerin icma dedikleri mefhuma ya­kın bir icma olur ve mucibince amel icap eder.[92]

F. İcmâ´ın Hüccet Oluşu

Şer´î delillerin esası, Allah´ın Kitâb´ı ve Resûlullah´ın Sünnetidir. Bunların yanında icma´da şer´î bir delil olarak yer almaktadır. Hiç şüphesiz bir fakîh hü­küm çıkarırken ilk önce bakacağı kaynak, Kur´ân´dır, sonra da Sünnet´tir. Çünkü dinimizin başlıca hükümleri bu iki kaynaktan münbais olmuştur. Ancak hadise­ler, sayısızdır. Bir çok hadisenin hükmü Kur´ân ve Sünnet´te sarih bir surette bulunamaz. Halbuki İslâm ekmeliyet mertebesini haizdir. Vakit vakit ortaya çı­kan hukuki, içtimai hadiselerin hükümleri, Kur´ân ve Sünnet´te bulunmaynca icmâ ile tesbit edilebilir. îcmâ´ın bir hüccet olduğu, âyetler, hadisler ve aklî delil­lerle sabittir:

a. Ayetler: 1. "Her kim kendisine hak zahir olduktan sonra Peygambere muhalif bir vaziyet alır ve mü´minlerin yollarından başkasını takip ederse biz . onu kendi haline bırakır ve cehenneme atarız. O ne fena gidiştir. "[93]Müminle­rin yollarından murad kavlen ve amelen ihtiyar etmiş oldukları şeylerden ibarettir.

2. "Sizler, insanlar için meydana çıkarılmış, ma´ruf ile emir, münkerden nehyeden ümmetlerin hayırlısı bulunmaktasınız."[94] Bu âyet, ümmetin hayırla yad olduğunu gösteriyror. Bu hayriyyet ise içtima ve ittifak ettikleri şeylerin hak­kaniyetini iktiza eder.

3. "îşte sizi öylece adil, mu´tedil bir ümmet kıldık, ta ki insanlar üzerine şahidler olasınız. "[95] Bu âyet, bu ümmetin adaletle, şahadetle ittisafım gösteri­yor. Şu halde bu âyet, bu ümmetin bir konudaki ittifaklarına uyulmasını ge­rektirir.

b. Hadisler:

l. "Ümmetim, delâlet üzerinde toplanamaz. "[96]

2. "Müslümanların güzel gördü­ğü şey, Allah indinde de güzeldir."[97]

Bu hadisler gösteriyor ki, müctehidlerin bir hükm-i şer´îde ittifak etmeleri; hatadan uzak, hakka yakın uyulması, vacip bir hücceti diniyyeden başka bir şey değildir,

c. Aklî Deliller:

îcmâ´ın bir hüccet olması, aklî deliller ile sabittir. Şöyle ki: Bir kere düşü­nülmeli ki, Resûl-i Ekrem (s.a.s.) Efendimiz, son peygamberdir. Tebliğ ettiği din kıyamete kadar bakidir. Şimdi bir hadise tasavvur olsun ki, onun hakkında Ki-tâp´tan ve Sünnet´den sarih bir nas bulunmuyor, onun hakkında fıkıh âciz kal­mış, kıyamete kadar devam etmesi gayr-ı kabil bulunmuş olmaz mı? İşte böyle bir acziyyet durumu, icmâ´ın hüccet kabul edilişi ile ortadan kalkar.

G. İcmâ´ın Çeşitleri

İcmâ, iki yolla tahakkuk eder:

1. Azimet,

2. Ruhsat

Azimet yolu ile mün´akıd olan icmâ´a "Sarîh icmâ" "Kavîîicmâ", "Amelî icmâ" ruhsat yoluyla mün´akıd olanına da, "Sükûtî icmâ" denir.

Kavlî icmâ: Bir mesele hakkında bir asırdaki müctehidlerin birden hüküm verip onunla hepsinin aynı veçhiyle amel ettikleri icmâ´dır. Bu türlü icmâ, fakîh-lerin bütünü tarafından ittifakla hüccet kabul edilmiştir.

Sükûtî icmâ ise: Bit mesele hakkında bu müctehidlerin bir kısmı hüküm ver­diği halde veya onunla amel ettiği halde değer bir kısmının ona vakıf olduğu ve kâfi derecede düşünme zamanı geçtiği halde sükût ettikleri icmâ´dır.

Hanefîler sükûtî icmâ´ı hüccet olarak kabul ederler. İmâm Şafii ise, bu şe­kilde mün´akid olan icmâ´ı hüccet kabul etmez. Şâfiîler, sükûtî icmâ´ı delil ola­rak kabul etmezken şu delilleri ileri sürerler: Sükût, rızaya delâlet etmez; çünkü müetehid, herhangi bir siyasi korkudan, fitne korkusundan veya bir kimseye karşı duyduğu saygıdan dolayı sükût etmiş, fikrini beyan etmemiş olabilir.

Hanefiler ise, bunlara şu şekilde cevap verirler: Hak karşısında sükût etmek haramdır. Sahabe ile müctehidler, böyle bir haram ile itham edilemez. "Hakkı söylemeyip susan diIsİ7 bir şeytandır" sözü hakkı söylemeyi ifade etmektedir. Bir müctehidin, diğer müctehidlerin görüşlerini duyduğu halde onlara itiraz et­meyip sükût etmesi, o fikri kabul ettiğine delâlet eder.

H. Mürekkeb İcmâ Ve Üçüncü Görüş Ortaya Koyma

Müctehidler, bir zaman bir konunun hükmü hakkında iki ayrı görüş ha­linde ihtilaf etseler, daha sonra bu mesele hakkında üçüncü bir görüş ortaya ko­nulabilir mi? Bu konuda üç görüş vardır:

1. Üçüncü bir görüş ortaya konamaz.

2. Üçüncü bir görüş ortaya konabilir.

.3. Bazı hallerde üçüncü bir görüş konabilir, bazı hallerde konamaz.

1. Görüş: Usûlcülerden bazıları bu görüşü şöyle müdafaa etmektedirler: Üçüncü bir görüş ortaya konamaz. Çünkü ihtilâf, iki görüşe münhasır olmuş­tur. Dolayısıyle mürekkeb icmâ husule gelmiştir. Mürekkeb icmâ, o mesele hak­kında başka görüşün olmadığı hususunda hasıl olmuştur. Bu sebeple üçüncü bir görüşün sonradan ortaya konması, mevcut olan bu icmâ´a muhalefettir ve caiz olamaz.

2. Görüş: Üçüncü bir görüş ortaya konabilir. Çünkü müctehidler, bu konu­da ittifak halinde değillerdir.

3. Görüş: Bazı durum ve meselelerde üçüncü bir görüş ortaya konabilir ve bazı hallerde ise konamaz.

Şayet ihtilâf halinde olan müctehidler arasında, hakkında ittifak edilen müş­terek bir nokta ve miktar varsa, hakkında icmâ hasıl olmuş olan bu nokta ve miktara muhalif üçüncü bir görüşün ortaya konması caiz değildir. Fakat üçüncü görüş, ihtilâf etmiş müctehidlerin ittifak ettikleri şey dışında kalıyorsa, bu du­rumda üçüncü bir görüşün ortaya konmasında bir mahzur yoktur. Meselâ, riba ile ilgili yiyecek mallarındaki riba illeti hakkında müctehidler kısmen ittifak, kıs­men de ihtilâf etmişlerdir. Şöyle ki, bu illet, Hanefîlerce keyl maa´1-cins, Şâfiî-lerce taam maa´1-cins, Mâlikİlerce de iddihâr maa´l-cins´dir. Şu halde bu illetin bir cüz´ünde ihtilâf, diğer bir cüz´ü olan cins´de de ittifak etmişlerdir. Bu sebep­le sonradan gelen müctehidlerin, ribanın illet´inin cins olmadan herhangi bir şey olduğunda ittifak etmeleri muteber olamaz. Aynı şekilde vaktiyle müctehidler, bir ölünün sahih ceddi var İken kardeşine hisse verilip verilmemesi hususunda ihtilâf etmişlerdir. Müctehidlerden bir kısmı, ceddin müstakillen varis olacağı­na, bir kısmı da mukâseme yoluyla vâris olacağına kânî olmuşlardır. Artık son­raki müctehidlerin bir üçüncü görüş olmak üzere cedd´in mirasdan mahrumiyetine kani olmaları caiz olamaz. Çünkü böyle bir görüş, evvelce ittifak edilen bir gö­rüşü, yani cedd´in varis olacağı görüşünü bozacağından ötürü muteber değildir.

I. İcmâ´ı Red Ve İnkâr

İcmâ yakın bir hüküm ifade eden şer´î bir hüccettir. Bir meselenin hükmü icmâ ile sabit oldu mu artık o hüküm, kat´îdir. Buna muhalif bir delil, rriüevvel, mukayyed veya mensûh demektir.

Hanefî Fukahâsınca, icmâ´ın hüccet olduğunu inkâr eden kışı kafir addedi­lir Sübûtî kat´î bir icmâ´ı yani tevatür yolu ile sabit kavli bir icma ı inkar etmek­te küfrü müstelzimdir. Sükûtî icmâ´. inkâr eden tekfir olunmaz Yine tevatür yolu ile sabit olmayan bir icmâ´ı kabul etmemek bir bid´atür. İnkar eden dala-

Bazı zevata göre, icmâ edilen husus her müslümanm bilmesi gerekli konu-lardansa onu inkâr küfrü gerektirir. Mesela, namaz, oruç ye zekâtı ınkar_gibi. Fakat icmâ edilen husus sadece dinde mütehassıs olan şahısların bilebileceği ko-nulardansa, inkârı küfrü gerektirmez. Arafat´ta vakfeden önce emsi,münasebe­tin haccı bozması, nineye altıda bir hisse vermeyi inkar etme gibi.

J. İcmâ´ın Neshi

Bazı fakîhlere göre bir asırda icmâ eden müctehidler, başka bir icmâ ile ön­ceki icmâ´lanm bozabilirler.

Usûl ulemâsının cumhuruna göre ise, icmâ akdedilmiş olan asırdan sonra tekrar aynı mesele üzerinde ikinci bir icmâ vuku bulursa, bu ikincisine itibar edil­mez. Çünkü ikinci icmâ, birincisini nesh etmiş olur ki, Hz. Peygamber (s.a.s.) in irtihâlinden sonra nesih yoktur.

K. İcmâ´ın Dereceleri

İcmâ´ın kuvvet itibariyle dereceleri şöyledir:

1. Sahâbe´nin Kavlî İcmâ´ı.

2. Sahâbe´nin sükûtî icmâ´ı,

3 Sahâbe´den sonra, hiç ihtilâf olmadan vuku bulan ıcma.

4. Sahâbe´den sonra, önce ihtilâf vâki olup sonradan ihtilâf kesilerek vuku-

bulan icmâ.

4. KIYAS

A. Kıyasın Tarifi Ve Mahiyeti:

Kıyas, lugatta takdir, müsavat, ölçmek manasına gelmektedir. Buna muka­yese de denir. Istılahta ise, kıyas "iki bilinen şeyden birinin nassîa sabit olan hük­münü, aralarındaki müşterek illetten dolayı diğerinde de ictihâd ile izhâr etmektir" diye tarif edilmiştir. Burada kıyas´ın arapça yapılmış bir tarifini vermeği uygun

buluyoruz:

Kıyas ile yeni bir hüküm konulmuş olmaz. Kıyas ile Kur´ân ve Sünnet tara­fından konulmuş, fakat gizli olan bir hüküm ortaya çıkarılmış olur. Başka bir ifade ile kıyas ile önceden var olan bir hüküm keşfedilmiş, izhâr edilmiş olur. Bu bakımdan kıyas muzhir bir hüccettir. Halbuki Kur´ân ve sünnet ise müsbit bir hüccettir.

Bir mes´elenin şer´î hükmünü kıyas yoluyla istihraç edebilmek için o husus­ta nass ile sabit olan şer´î hükmün bulunması gerekir. Fakîh ve müctehid, nass ile sabit olan şer´î hükmü gördükten sonra, o şer´î hükmün illetini tetkik edip tesbît etmeye çalışır ve onu bulur. Biraz ileride de izah edeceğimiz gibi illet nass ile de gösterilmiş olabilir. Şayet bir hükmün illeti nass ile gösterilmemişse, müc­tehid onu kendi anlayışına göre istihraç ve istinbât edebilir. Bundan sonra asıl meselenin bu illetinin, fer´î meselede bulunup bulunmadığını araştırır. İkinci me­sele, birinci meseleye hükmün illetinde benziyor ise, o vakit bu iki mesele arasın­da başka bir yönden bir farklılık*bulunup bulunmadığını tetkik eder. Şayet iki mesele arasında herhangi bîr farklılık bulunmadığını tesbit ederse, birinci mese­lenin hükmünü, ikinci meselede izhâr eder ve "işte bu fer´î meselede şer´î hü­küm budur" der. İşte kıyas böyle yapılır.. Kıyas İle İlgili Bir Kaç Örnek Verelim:

1. Bir hadis´de "buğdayı buğday ile misli misline satınız, fazlasına satarsa­nız, riba olmuş olur" buyurulmuştur. Bundan şu net´ceye varıyoruz: Bir kile buğ­dayı bir kile buğdayla değiştirebiliriz. Bir kile buğdayı, iki kile karşılığında değiştirirsek, bu fazlalık riba olur ve bu haramdır. Acaba bu haram hükmü, pi­rinçte de var mıdır? Biz, pirinç hakkıda böyle sarih bir hüküm göremiyoruz. Fa­kat pirinç ile buğdayı mukayese ediyoruz. Buğday kile ile Ölçülür ve satılır, pirinç de kile ile ölçülür ve satılır. O halde pirinçte de fazlalık riba teşkil eder.

2. Cuma günü ezan okunduğu zaman ahş-veriş yapılması, bir âyet ile yasaklanmıştır. Acaba Cuma günü ezan vaktinde icâre akdinin yapılmasının hük­mü nedir? Bu konuda bir nass göremiyoruz. Fakat icâre ile bey arasında bir mukayese yapıyoruz. Bey, Cuma namazı vaktinde yasaktır. Çünkü insanı meş­gul eder ve dolayısıyle ibâdetten alıkor. İcâre de insanı meşgul eder ve ibâdetten ahkor. O halde Cuma günü namaz vaktinde icâre akdi de yasaktır.

3. Şarap içmenin haram olduğu hükmü, âyet ile sabittir. Onun haram oldu­ğunu "şarap ... şeytanın pis işlerindendir. Ondan sakınınız" âyeti, gösteriyor. Haram oluşunun illeti, şarabın sarhoş etme (iskâr) vasfıdır. Hurmanın kaynatı­lıp köpüklü hale gelen şırasında da iskâr vasfı bulunur. O halde onun içilmesi

de haramdır.

4. Varis, murisini öldürdüğü zaman, mirasdan mahrum olur. Bu husus "ka­til, mirasçı olamaz" hadisi ile sabittir. Mirasdan, mahrum olmanın illeti, bir an önce mirasa konmadır. Bir şahıs, kendisine vasiyyet edeni öldürünce vasiyetten mahrum olur mu? Bu meselenin hükmü, nasslarla belirtilmemiştir. Miras ile va­siyyet arasında bir mukayese yapıyoruz: Varis, murisini öldürünce, mirasdan mah­rum olur. Çünkü katil, bu öldürme ile bir an önce mirasa konmayı murat etmiştir. Bir şahıs kendisine vasiyyet edeni Öldürünce, bir an önce vasiyyet edilen şeye kon­mayı murat etmiştir. O halde o da vasiyyet edilen şeyden mahrum olur.

5. "Yetimleri buluğ çağma kadar deneyiniz" âyeti gereğince küçüklerin (ço­cukların) mallarım korumaktan acizliği sebebiyle, onların malları, bir veli vası­tasıyla idare olunur. Küçükler (çocuklar), evlenmek, tahsil yapmak, hastalandığında tedavi olmak, bir işe girip san´at öğrenmek gibi şahsi ile ilgili konularda da âcizdirler. Yani bu hususlarda kendileri tek başlarına işlerini yü­rütmekten âcizdirler. Bu sebeple çocukların, mallarındaki velayete kıyasen, şah­si ile ilgili konularda da velayet altında bulundurulmaları gerekir.

6. "Hâkim, gazaplı (asabı bozuk) iken hükmetmesin" hadisinden hâkim´in asabı bozuk iken hüküm vermekten yasaklanmış olduğu anlaşılmaktadır. Çün­kü gazab sıhhatli tefekküre manîdir. Acaba uyku, açlık, üzüntü gibi hallerde hü­küm verilebilir mi? Bu haller de sıhhatli tefekküre manîdir. O halde, hâkim bu durumlarda da hüküm veremez.

B. Kıyas İle İctihâd Arasındaki Münasebet

îctihâd´ın sahası kıyas´dan daha geniştir. Hatta ictihâd, kıyası da içerisine almaktadır. Çünkü kıyas yaparken sarf edilen her gayret bir ictihâddır. Bu ba­kımdan her kıyas bir ictihâddır, fakat her ictihâd bir kıyas değildir. Gazâlî, içti­hadın sahasının kıyas´dan daha geniş olduğunu ve sadece illet ile alakalı içtihadın bile üç nevi olduğunu ifade eder.[98] Hükmün menâtı (illeti) ile ilgili ictihâdlar şunlardır[99]: 1. Tahkîk, 2. Tenkîh, 3. Tahrîc.

1. Tahkîku´l-Menât: Nasda ifade edilen illetin, yeri bulunarak tatbik edilmesi.

îcma veya nass ile ifade edilen illetin, tatbikatta yerini bulmak, miktarım

tesbit etmek ve asılda bulunan bu illetin fer´de bulunup bulunmadığını araştırmak gerekir ki buna "tahkîk´l-Menât" denir. Mesela, bir kimsenin şehâdeünin kabulü, ancak şahitte bulunacak adalet vasfı ile mümkündür. Fakat bir kimsede adalet vasfının bulunup bulunmadığı ve adaletin mahiyetinin ne olduğu, ictihâd ile yani tahkîku´l-menât yolu ile bilinebilir. Aynı şekilde yakın akrabanın nafa­kasını temin hususunda hükmün illeti, kifayet (yeterlik)tir. Fakat hangi ölçüde gıdanın bir şahsa yeteceği meselesi, ictihâd ile anlaşılabilir.

Yine asıl meselede tesbit edilmiş bir illetin, fer´de bulunup bulunmadığı, tahkıku´l-menât yoluyla araştırılır. Mesela, hayızh iken cinsi münasebette bu­lunmanın haram oluşunun illeti, ezâ (eziyet)dır. Müctehid, bu illetin nifâs (lohusalık)ta bulunup bulunmadığım araştırır. Şayet nifâs da aynı illeti yani eziyet vasfını bulursa, kıyas yoluyla aslın hükmünü fer´e yani nifâsa verir ve nifâs ha­linde cinsi münasebetin haramlığı hükmüne vanr.

Bu çeşit içtihada günlük mes´eleler için her zaman ihtiyaç duyulabilir. Me­sela kıble cihetinin tayininde, memurları tayin ederken onların ehil olup olma­dıklarının tesbitinde bu çeşit içtihada müracaat edilir. Bu, çeşit içtihadın cevazında herhangi bir ihtilâf bulunmamaktadır.

2. Tenkîhu´l-Menât: İllet araştırılırken onunla ilgisi bulunmayan vasıfların ayıklanması.

Bu, hüküm için illet olmaya elverişli olan bir vasfı, hükümle ilgili bulunan diğer vasıflar arasında seçme işidir. Müctehid, nass üzerinde bir araştırma yap­mak suretiyle hüküm için illet olmağa elverişli görülmeyen vasıfları bir yana bı­rakır ve illet teşkil eden münasip bir vasfı buluncaya kadar çaba sarfeder. Mesela, Hz. Peygamber (s.a.s.)´e bir bedevi gelip Ramazan orucunu tutmakta iken karı­sı ile cinsi münasebette bulunduğunu söylemiş, o da bunun için keffâret gerekti­ğini ifade etmiştir. Şüphesiz keffâret hükmünün bir illeti vardır. Ancak bu illet nedir? Acaba bu illet, adamın Ramazan günü karısı ile cinsi münasebette bulun­ması mıdır? Yoksa bedevi oluşu mudur? Adamın bedevi oluşu hükme tesir et­mez. Adamın karısı ile cinsi münasebette bulunması, aslında haram bir iş değildir. Ancak onun bu fiili için bir ceza tayin edilmiştir. Çünkü bu fiil, Ramazan ora-., cuna karşı bir saygısızlık teşkil eder. İşte Ramazanda oruçlu iken cinsi münase­bette bulunması, keffâret orucunun illeti olur. Görüldüğü gibi müctehid, tenkîhu´l-menât yoluyla nass da bulunan vasıflardan bir vasfı, hükme illet ola­rak seçmektedir. Hanefîlere göre Ramazana saygısızlık olan yeme, içme suretiy­le de keffâret hükmü tahakkuk eder. Bu çeşit ictihâdda da mezhepler arasında büyük bir ihtilâf bulunmamaktadır.

3.Tahrîcu´l-Menât: İllet´in istinbât yoluyla ortaya çıkarılması. Bir hükmün illeti, nass veya icmâ ile tayin edilmemişse müctehid İstinbât ve ictihâd yoluyla bu hükmün illetini tesbit etmeye çalışır. İşte bu işe tahrîcu´l-menât denir. Mesela, altın ve gümüşün misli misline satılması caiz, mislinden fazlasına satılması ise caiz değildir. Hanefî müctehidleri, onun illetini vezn (tar­tı) olarak istihraç ve istinbât etmişlerdir. Aynı şekilde bazı fakîhler şarap içme­nin haram oluşunun illetini iskâr olarak istinbât etmişler ve İskâr vasfı bulunan her içkinin haram olduğu hükmüne kıyas yoluyla varmışlardır. Bazı fakîhler, hamr´ın illetinin hadislerde belirtildiği kanaatindedir. Bunlara göre hamr´ın ille­ti, hadislerde belirtildiği için, ayrıca bunun illetini bulmak için bir ictihâd yapmağa gerek yoktur.

İşte bu, kıyas yapmak için yapılan bir ictihâddır. Bu konuda mezhepler ih­tilâf etmektedir. Zahirîler, mutezilî ve Şâfiîler bu çeşit kıyası kabul etmemekte­dirler.

C. Kıyasın Hüccet Oluşu

Kıyas, müctehidlerin cumhuruna göre bir şer´î hücettir. Bunun bir hüccet olduğu Kur´ân, Sünnet ve akılla sabittir.

Bazı fakîhler, kıyası şer´î bir hüccet kabul etmezler. îmâmiyye, Râfiziyye, Hâriciyye ve Zâhiriyye mezhepleri kıyas´ı inkâr etmişlerdir. Bunlara kıyası reddedenler" denir. Bunlara göre nasslar ve akıl, kı­yas ile amel etmeyi onu bir hüccet kabul etmeyi caiz görmez. Şimdi kıyası hüccet olarak kabul eden ve etmeyenlerin bu konudaki delillerini verelim:

A. Kabul Edenlerin Delilleri:

aa. Âyetler:

Kıyasın meşruluğuna işaret eden âyetler, çoktur. Fakat biz, bunlardan ikisi­nin mealini vereceğiz. "Ey iman edenler, Allah´a itaat edin, Peygambere ve siz­den olan ulü´1-emre itaat edin. Eğer bir şeyde ihtilâfa düşerseniz, Allah ve Peygamberinize iman ediyorsanız onu Allah´a ve Peygambere havale edin"[100]. "Ey akıl sahipleri, ibret alın (kıyas yapın)"[101]

Bb. Kıyasın Meşruluğuna Delalet Eden Hadisler:

1. Hz. Peygamber (s.a.s.) Mu´âz´ı Yemen´e kadı tayin ederken, "Bir şeyin hükmünü Kitâp´ta, Sünnet´te bulamazsan ne ile amel edersin?" diye buyurması üzerine Mu´âz´m "İçtihadımla amel ederim" demesini, tasvib buyurması kıya­sın meşruiyetine bir delildir.

2. Bir kadın sahâbî, "Ya Resûlaîlah, babam hacc etmeden vefat etti, ben onun yerine hacc etsem ona faidesi olur mu?" diye sormuş. Resûl-i Ekrem Hz.leri de, "Söyle bakalım, babanın üzerinde bir borç bulunsa da onu sen ödeşen ba­bandan kifayet etmez mi?" buyurmuş; Kadın, "ever" demesi üzerine de Resûl-i Ekrem (s.a.s.); "Öyle ise Allah´a olan borç kaza olunmaya daha haklıdır" diye buyurmuştur ki, bu kıyas´ın meşruluğuna delâlet etmektedir.

3. Hz, Ömer, Peygamber (s.a.s.)´e, oruçlunun inzal vuku bulmadan yaptığı öpüşünün hükmünü sordu. Peygamber (s.a.s.), ona, "Oruçlu halde su ile maz-maza etmen hakkında nasıl düşünürsün?" dedi. Hz. Ömer bunun oruca bir tesi­ri olmaz. Hz. Peygamber, "Bununla kifayet et" dedi.

cc. Sahabe Uygulaması:

Sahabe de kıyası bir hüccet olarak kullanıyordu. Nitekim sahabe, Hz. Ebu Bekir´e bi´at ederken, Peygamber (s.a.s.)´in onu namaz için imam olarak seçtiğini gözönüne almışlar, hilâfeti, namaz imamlığına kıyas ederek, "Peygamber (s.a.s.) Onu din işimizde imam tayin etti . Öyle ise, biz onu dünya işimizde ni­çin imam tanımayalım?" demişlerdir. Hz. Ali de içki cezasını, kazif cezasına kı­yas etmiştir. Çünkü içki sonuç itibariyle kazfe vasıta olmaktadır.

dd. Akıl:

İnsanın aklı dahi kıyasın bir hüccet olduğunu kabul eder. Kur´ân ve Sün-net´in nasları mahdûd, hadisler ise sayısızdır. Sayılı naslarla sayısız hadislere ce­vap vermek müşkildir. İşte kıyas, hakkında nass bulunmayan yerlerde hadisle­rin hükmünü belirtir. Dolayısı ile müşkülen çözüme kavuşturmuş olur.

B. Kıyas´ı Şer´î Bîr Hüccet Kabul Etmeyenlerin Delilleri:

Kıyası kabul etmeyenler, derler ki herhangi bir hadise hususunda sadece nass-larla amel edilir. Bu babta, Kitap, Sünnet, İcmâ´ kâfidir. Kıyasa lüzum yoktur.

Delilleri şunlardır:

1. Kur´ân herşeyi içinde toplamıştır, "Sana kitabı herşeyi açıklayıcı olarak indirdik"[102] "Yaş, kuru hiç bir şey yoktur ki, illâ açık, vazıh olan Kitâp´da mezkûrdur"[103] bu âyetler varken kıyasa ne hacet vardır.

2. Kıyas zan üzerine bina edilmiştir. Halbuki, Allah zan ile ameli yasakla­mıştır. "Hakkında kesin bir bilgi sahibi olmadığın şeyin ardında durma"[104] Öyle ise kıyas şer´î bir delil olamaz.

3. Hz. Ömer´in bir sözü şöyledir: "Sizi rey ile amel edenlerden sakındırı­rım. Çünkü onlar sünnetlerin düşmanıdırlar. Reylerini söyleyerek sapıttılar, baş­kalarım da saptırdılar. Burada Hz. Ömer, heva ve hevesleri peşinde olanlara tabi olmayı yasaklamıştır.

D. Kıyas´ın Konusu Ve Sahası

Taabbudî ve cezaî hususların dışındaki nassların genellikle birer illet ile, bi­rer hikmet ve maslahat ile muallel olması bir esastır. Bu bakımdan nasslar, iki kısımdır: Gayr-ı muallel nasslar, muallel nasslar.

1. Gayr-ı muallel nasslar: Bunlar, taabbudî ibâdet, keffâretler ve cezaî nass-lardır. Bunlar üzerinde kıyas yapılamaz. Mesela namazların rekatlarının sayısı ve had cezalarının sayısı ile ilgili nasslar bu nev´i´dendir. Bunlara başkaları kıyas edilemez. Sabah namazı iki rek´at olduğundan akşam namazının da iki rekat ol­masına hükmedilemez. Müctehid, bu hususdaki nasslara tabi olur. Onların iba­releriyle delâlet ve işaretleriyle amel eder. Onların illetlerinListinbât ile üzerlerine , başkalarını kıyas etmeye çalışmaz.

2. Muallel nasslar: Bunlara mısûs-ı ta´lüiyye denir. Bunlarda asi olan ta´lü-dir, kıyasın cereyan etmesidir. Bu kısım nassların her birinin birer illeti bulun­maktadır. Muamelâtı ilgilendiren nasslann hükümleri genellikle birer illete istinat etmektedir. İşte Kıyas´ın konusu, bu tür nasslardır ve kıyas bu nasslar üzerinde cereyan eder.

E. Kıyas´ın Rükünleri

Kıyasın rükünleri dörttür:

a. el-Asl buna el-Makîs aleyh denir[105]. Hükmü hak­kında nass bulunan şeydir.

b. el-Fer´ buna el-Makîs denir. Hükmü hakkında nass bulunmayan şeydir.

c. Hükmü´I-Asl :Hakkında nasss bulunan aslın hükmüdür ki, bu hüküm sonradan fer´e verilir. Asıl meseleden fer´î meseleye geçen hükme hükm-i muaddî denir.

d. el-İllet İllet asıl hükmün, bina edildiği vasıftır. Kıyas yapan âli­me de kâis denir.Şarap içmek asidir. Çünkü onun hükmü hakkında nass vardır. âyeti şarabın içilmesini yasaklar. İlleti iskar (sarhoş etme)dir. Hurmadan elde edilen içki fer´dir. Çünkü onun hük­mü hakkında bir nass bulunmamaktadır. Hurmadan elde edilen içki ile şarap sarhoş etmede müsavidir. Böylece haram olma hükmünde de müsavi olur.

Burada kıyasın rükünlerini teker teker izah edelim:

1. Asl:

1. Kıyasın dayandığı asıl, fakîhlerin çoğunluğuna göre nass veya icmâ ol­malıdır. Kıyas ile sabit olan bir hüküm üzerine başka bir mesele kıyas yapılamaz.

2. Asıl, bir konuya tahsis edilmiş olmamalıdır. Yani aslın hükmü diğer bir delile göre yalnız kendisine mahsus bulunmamalıdır. Aksi takdirde o asi, mekî-sun aleyh olmaz. Sahabeden Hüzeyme´nin tek başına şahadetinin kabul edildiği gibi. Peygamber (s.a.s.) "Hüzeyme kime şehâdet ederse kifayet eder" buyur­muştur ki bu Hüzeyme (r.a.)´ye mahsus bir imtiyazdır. Artık Hüzeyrne´ye kıya-sen başka bir zatın da tek başına şehâdeti kabul edilemez.

3. Asi, kıyasa aykırı olarak sabit bulunmuş olmamalıdır. Namazların rekat-leri, hadlerin mikdarları gibi. Biz bunların birer hikmete müstenit olduğuna ka-niyiz. Fakat hikmetlerinin nelerden ibaret olduğunu tayin edemeyiz, hükümlerinin illetlerini bilemeyiz. Bundan dolayı bunlarda kıyas yapamayız. Bu sebeple, ibâ­det ve cezaî hükümlerde kıyas cari olmaz. Mesela, sabah namazının iki rekat ol­duğuna kıyas ederek öğle namnazının da iki rekat olmasına hükmedemeyiz. Haddi kazfı, zina haddine kıyas ederek, ikisinden dolayı da yüz deynek vurmak lazım gelir diyemeyiz.

Aynı şekilde, unutma sureti ile yîyilip içilen bir şeyden dolayı orucun bozu-lamayacağı, kıyasa muhalif olarak bir nass ile sabit olmuştur. Şöyle ki: Resul-i Ekrem (s.a.s.) "unutarak orucunu bozan bir zata, orucuna devam et, sana ancak Allah yiyip içirdi" buyurmuştur. Artık hata yoluyla olan bir oruç bozmayı buna kıyas edemeyiz.

2. Fer´:

1- Fer´e mahsus bir nass bulunmamalıdır. Çünkü fer´in hükmü bir nass ile belirtilince kıyasa lüzum kalmaz. Elbette bir meselenin hükmü, nasla sabit iken onun için kıyastan söz etmek akıl işi değildir. Bu konuda Endülüs fakihlerinden birisinin düştüğü şöyle bir hata anlatılır: Halifelerden birisi, ramazan orucu tu­tarken gündüz cinsi münasebette bulunmanın keffâreti nedir? diye fakîhe sorar. O da altmış gün oruç tutmaktır, der.

Halbuki Peygamberimiz bir hadisinde, orucunu bozan şahıs için keffaret olarak bir köle azad etmesini buna gücü yetmezse iki ay oruç tutmasını emret­miştir. Endülüs´lü fakih ise fetvasında maslahata dayanan bir kıyas yapmış ve böylece nass´a muhalefette bulunmuştur.

2- Fer´in illeti, aslın illetinin tam benzeri olmalıdır. Yani Fer´in asla illet iti­barı ile benzemesi gerekir ki bu suretle hükümde müsavi olsun. Mesela hatayı nisyana kıyas etmek caiz değildir. Yani nisyan hakkıda sabit olan bir hüküm, kıyasen hata hakkında da sabit kılınamaz. Çünkü hatada olan mazeret, nisyan-daki mazeretten aşağıdır. Hatada, hata edenin dikkatsizliği vardır. Nisyanda ise irade sözkonusu değildir.

3. Asl´ın Hükmü:

1. Asıldaki hüküm, mensûh olmamalıdır. Çünkü mensûh bir hükmün baş­ka bir şeyde kıyas yolu ile cari olması mümkün değildir.

2. Aslın hükmü, kıyas yapıldıktan sonra ne asılda ve ne de fer´de değişme­melidir.

Bir müslim, hem talâka hem de zihâra ehildir. Gayrı müslim ise sadece talâ­ka ehildir. Buna kıyasen gayr-ı müslim zihâra da ehildir diyemeyiz. Çünkü der­sek fer´de hüküm değişmiş olur. Zihâr yapan bir müslim, keffâreti bir köle azad etmekle veya 60 fakiri yedirmekle veya iki ay oruç tutmakla ifa eder. Gayrimüs­lim ise, oruç tutmağa ehil değildir.

3. Asıldaki hükmün manası akıl ile kavranabilir olmalıdır. Taabbudî hü­kümlerde kıyas cari değildir. Muamelât hususunda ise akıl hikmetleri ve illetleri kavrayabileceği için kıyas caridir.

4- İllet

Kıyasın dördüncü rüknü illettir.

Aa. İllet´in Tarifi:

"İllet, asılda hükmün üzerine bina kılındığı bir vasıftır.

Mesela, şarabda iskâr (sarhoş etme) vasfı bulunur. Bu vasıf sebebiyle sara bin içilmesi, haramdır. Kıyas neticesinde: İskâr vasfı bulunan her içkinin haram olduğu hükmüne varılmıştır.

Usülcüler, illete aynı zamanda menâtu´I-Hüküm gibi isimler vermişlerdir.[106]

Bb. İllet Ve Hikmet Arasındaki Münasebet

İslâm âlimleri şu noktada ittifak halindedir:

Allah bir hükmü ancak kullarının maslahatı için koymuştur. Bu maslahat ya kullara bir menfaat getirir veya bir zararı defeder. Bu "celb-i menfaat, dçf´i mazarrat" ibaresi ile ifade olunur. Yolcuya, dört rekatlı farzları, iki rekat ola­rak kılması, isterse orucu başka bir zamanda tutması hakkında verilen ruhsat, ondan sefer meşakkatini gidermek gayesine matuftur. Yine ramazanda hastaya orucunu bozma ruhsatının verilmesinin hikmeti, meşakkati gidermektir. Şerik veya komşuya şu fa hakkı tanımanın hikmeti, onlardan zararın giderilmesidir. Kasden adam öldüreni kısas cezasına çarptırmanın hikmeti, insanların canını ko­ruma sebebine matuftur.

İnsanın aklına şöyle bir soru gelebilir: Hüküm illete değil, hikmet üzerine bina edilsin. Hikmet bulunduğu yerde hüküm bulunsun, hikmet bulunmadığı yer­de hükürn bulunmasın. Fakat tecrübe ile sabit olmuştur ki, hikmet her zaman böyle açık, akıl ve duygularla bilinip bulunabilir bir şekilde olmaz. Bu sebeple hüküm, hikmet üzerine bina edilmez.

Mesela, alış-verişin meşru kılınmasının sebebi (yani hikmeti) insanların ihti­yaçlarını gidermek suretiyle güçlüğü ortadan kaldırmaktır. İhtiyaç ise gizli bir durumdur. Bir alış-verişin ihtiyaç için yapılıp yapılmadığını anlamak güçtür.

İşte hikmet her zaman açık olmadığı için, hüküm onun üzerine bina edilmi­yor. Hüküm, hikmeti tahakkuk ettiren açık, mazbut ve tesbiti mümkün bir vasıf üzerine bina edilir ki bu vasfa illet diyoruz.

Mesela, alış-verişin hikmeti, ihtiyacı gidermektir, Ahş-veriş akid siğası ile meydana gelir. Siğa ise alış-verişin bir illetidir; siğa bulunduğu yerde hikmet bu­lunsun bulunmasın ahş-veriş tahakkuk eder.

Mesela, yolcuya seferde dört rekat namazları iki rekat kılması ve oruç tutup tutmaması hususunda ruhsat verilmesinin hikmeti, meşakkati ortadan kaldırmak­tır. Ruhsatın illeti ise seferdir. Seferde ister meşakkat olsun ister olmasın hüküm değişmez.

Bu konuda biraz daha bilgi verelim:

Bugün Ramazanda yolcuya oruç tutmamak ruhsatı verilmiştir. Bu ruhsat, meşakkati gidermek maksadına dayandırılmıştır. Halbuki teknolojinin ilerlediği bu asırda yolcular, seyahatlarda çoğunlukla meşakkat hissetmek şöyle dursun, ondan büyük bir zevk alır ve sağlık bakımından pek çok fayda sağlarlar. Yine öyle iken onların da oruç tutmamaları meşrudur. Bunun sebebi, hükümlerden beklenilen hikmet ve maslahatların tahakkuku, fertlere göre değişmesidir. Bazı şahıslar için meşakkat olan bir husus diğeri için olmayabilir. Onun için hüküm­ler, daimi olarak hikmet ve maslahatı tahakkuk ettirecek illetler üzerine kuru­lur. Bu misalde "sefer" zahir ve mazbut bir fiil ve vasıftır. Yolcunun oruç yemesinin caiz olması da bir şer´î hükümdür. Yolculuktan ötürü meydana gele­cek meşakkati gidermek ise hikmet ve maslahattır. İşte yolcuya oruç tutmama ruhsatı, bu hikmet ve maslahatın tahakkuk etmesi için verilmiştir. Ancak sefer -meşakkati, şahıslara ve hallere göre değişen gizli işlerden olduğu için, onun zahi­ri delili olan sefer fiil ve vasfı, şer´an meşakkat yerine kâim olunmuştur. Bu ci­hetle sefer vasıf ve halinin mevcud olduğu yerde meşakkatin de mevcud olduğu kabul edilir ve seferilikte hakikaten meşakkattin mevcut olup olmadığı aranmaz. Bütün şer´î hükümler´in konulmasında Şâriin ittihaz ettiği teşri usûlü budur. Bu sebeble şer´î hükümler, küllî olarak konulur. Yani şer´î meselelerde hükmün külli olarak konulduğu gibi o hükümlerin konulmasından maksat olan hikmet ve maslahatlar da külli olarak mülahaza olunur. Bununla beraber illet-i gâiyyeyi (hikmet ve maslahatı) tahakkuk ettirecek fiil ve vasıflar da o illet-i gâiyye maka­mına ikâme edilir. Fıkıh usûlü ıstılahında o fiil ve vasıflara mezinne adı verilir. Meşakkat yerine ikame edilen sefer ve seferilik fiil ve vasfı gibi ki, meşakkatin mezinnesidir. Yani vücut-ı meşakkat zanmm tevlit eden sebeptir. Çün­kü ekseriya onunla meşakkat hasıl olur.[107]

Burada ifade edelim ki, bazı yerlerde illet bulunmaz, hikmet bulunur. îllet bulunmayınca da hüküm de bulunmaz. Mesela, bir fabrikada çalışan bir işçi, yaz gününde oruç tutmasından ötürü meşakkat çekmiş olabilir. Fakat ona oru­cu bozma ruhsatı verilmez, çünkü illet yoktur.

Cc. İllet´in Şartları;

Hakkında nass bulunan asl´ın bazen bir takım vasıfları, özellikleri bulunur. Asılda bulunan her vasıf, onun hükmü için bir illet olmağa uygun değildir. Üze­rinde hükmün bina edildiği vasfın bir takım şartları haiz olması gerekir. Bu şart­ları şöyle sıralayabiliriz:

1) Zahir bir vasıf olmak: Asldaki vasıf, akıl ve duygularla hissedilir, kavra­nılır bir durumda açık olmalıdır. Mesela, içkideki iskâr vasfı duyu ile hissedne-bilir. Yine nesebin sübûtu için illet, nikâh akdidir. Eğer illet batini bir şey ise, ona delâlet eden bir şeyin bulunması gerekir. Mesela, akid karşılıklı rızaya daya­nan hukuki bir muameledir. Fakat rıza bâtını bir şeydir. İcab ve kabul, rızaya delâlet eder ve onun yerine geçer.

2) Mazbut olmak: Yani illet, kişilere, durumlara ve çevrelere göre değişme­meli ve ifade ettiği anlam sınırlı olmalıdır. Mesela iskâr, hamr´ın haram kılınışı­nın illetidir; çünkü hamr, normal olarak sarhoş edici bir şey olup onun bu vasfı değişmez. Gerçi bazı hallerde bir kısım insanları sarhoş etmiyorsa da, bu durum onun sarhoş edicilik vasfını ortadan kaldırmaz. Aynı şekilde ortaklık, şuf´a hak­kına sahip olmanın illetidir. Şuf´a hakkı, komşudan gelmesi muhtemel zarara bağlanamaz. Çünkü bu zarar mazbut bir şey değildir.

3) Münâsib (uygun) bir vasıf olmak: İllet´in, hükmün hikmetinin tahakkuk etmesini sağlayacak bir vasıfta bulunması gerekir. Çünkü Allah, hükümleri bir takım maslahatların tahakkuku için koymuştur. Bu maslahatlar, "celb-i menfaat" ve "defi mazarrat" maksadına matuftur. Mesela; çocukların malları üzerinde babanın velayet hakkının bulunması, bir şer´i hükümdür. Bu hükmün, illeti de aczdir. Çünkü çocukluk hasebiyle çocuk kendi mallarım korumakdan âcizdir. Bu şer´î hükmün bu illeti üzerine tertip edilmesinden Şâri´in maksadı ise çocu­ğun mallarını koruma maslahatıdır. Mesela, iskâr, hamrın haram kılınması için münasib bir illetdir. Çünkü hamnn haram kılınması ile, aklın muhafazası sağ­lanmış olur. Keza, kasten adam öldürme, kısasın vâcib olması için münâsib bir vasıftır. Çünkü böylece, canın muhafazası sağlanmış olur. Hırsızlık yapan kişi­nin elinin kesilmesi ile malın muhafazası temin edilmiş olur.

4) Vasıf asla mahsus olmamalı: îstinbat edilecek illet, illeti kasır olmamalı ve başka madde ve meselelere de sirayet (ta´diye) etmelidir. Ancak, nassla bili­nen illetler kâsir illet olabilir. Öyle ise illet, ait olduğu asl´a münhasır kalmama­lıdır. Mesela, sefer, orucun tutulup tutulmaması için bir illetdir. Şarâbın haram olmasının illeti ise iskardır. İskar şarapta bulunduğu gibi başka maddelerde de bulunabilir. Öyle ise bu vasfı taşıyan her şey haram sayılır. Yukarıda zikr olu­nan babanın küçük çocuğunun malları üzerindeki velayet hakkı da böyledir. Ba­banın velayet hakkına sahib olmasının illeti, çocukluk ve acizliktir. Çünkü çocukluğu ve acizliği sebebiyle kendi mallan üzerinde fayda ve zararı temyiz ede­mez. Mecnûn ve matuhlar da mallarını korumaktan âcizdir. O halde mal üzerin­deki bu velayet hakkı onlar hakkında da caridir. Bu çocukluğun ve acizliğin, velayet hükmünün sabit olması ile münasebeti vardır. Çünkü mezkur maslahatı müştemildir. Yani hükmün, çocukluk ve acizlik vasfı üzerine kurulması ile ço­cuğun mallarım koruma maksad ve maslahatı meydana gelmiş olur. İşte bu va­sıf gelişi güzel bir vasıf değil, hükmün hikmetinin tahakkukunu sağlayan bir vasıftır.[108]

Dd. Îllet İle Hüküm Arasındaki Münasebet:

İlletin şartlarını izah ederken hüküm ile illet sayılabilecek vasıf arasında bir münasebet bulunması gerektiğini belirtmiştik.

Usûlcüler, hüküm ile illet sayılabilecek vasıf arasında dört çeşit münâsebe­tin bulunduğunu söylerler:

1. el-Münâsibu´1-Müessir Uygun vasıf.

2. el-Münâsibu´1-Mülâyim Elverişli vasıf.

3. el-Münâsibu´1-Mürsel Salıverilmiş vasıf.

4. el-Münâsibu´1-Mülgâ Yürürlükten kaldırılmış vasıf.

1). el-Münâsibıf 1-Müessir: Bu, Sâri tarafından hüküm için illet olarak ka­bul edildiğine dair delâlet eden uygun bir vasıftır. Hükümlerin en kuvvetli illetleri, bu kısma giren illetlerdir. Çünkü Sâri, bizzat bunların muteber olduklarını açıklamıştır. Mesela, "Sana hayızdan sorarlar: De ki hayız o bir ezadır: hayız anında kadınlara yaklaşmayınız" ayetinde ezâ, hayız anında kadınla cinsi mü­nasebetin yasaklandığının illeti olarak belirtilmiştir.

2) el-Münâsibu´1-Mülâyim: Bir hükmün illetinin nass veya icmâ tarafından belirtilmeyen, fakat o hükmün cinsinden bir hükmün illeti belirtilen bu vasfa "münâsibu´l-mülâyim" denir. Mesela, baba çocuğun malı üzerinde tasarruf hak­kına sahiptir. Velayetin illeti küçüklük (sığar) ve aczdir. Çünkü çocukluk hase­biyle kendi mallarını korumaktan âcizdir. Fakîhler çocukluk ve acz İlletini, şahıs üzerindeki velayet için de elverişli bir illet olarak kabul ederler. Çünkü şahıs üze­rindeki velayet de, mal üzerindeki velayet cinsindendir. Buna göre mal üzerinde sabit olan velayet, şahıs üzerinde de sabit olur. Bu sebeple küçük çocuğu velisi nikahlayabilir.

3) el-Miraâsibu´1-Mürsel: Bu da, ne muteber olduğuna ne de ilga edildiğine dair serî´ bir delil bulunmayan illettir. Bu konuda fakîhler arasında anlaşmazlık vardır. Özellikle Mâlikîler el-Münâsibu´1-Mürsel´i hüccet olarak kabul eder ve buna el-Mesâlihu´1-Mürsele adını verirler.

4) el-Münâsibu´1-Alülgâ: Sâri´ tarafından illetin ilga edildiğine dair bir işa­ret ve delâlet bulunan vasıftır. Mesela, ölenin, oğlu ile kızı varisleridir. Mirasçı olmalarının illeti, karabet (hısımhk)tır. Mirasta oğul iki, kız bir hisse alır. Aynı yakınlığa sahip olmalarına rağmen mirasta kızın erkeğe eşit olması ilga edilmiş­tir. Hiç bir fakîh kıza da erkeğe verilen hisse kadar hisse verelim diyemez. Çün­kü sâri´ tarafından onun hissesi tesbit edilmiştir. O hisse hiç bir zaman değişmez.

Ee- İlletlerin Nevileri:

İlletler, mansûs ve müstenbat illetler adıyla iki nev´idir. Nass ve icmâ ile bi­linen illetlere, illeti mansûse; ictihâd ile bilinen illetlere ise illeti müstenbate de­nir. Mesela "kedi pis değildir; çünkü o ev içinde dolaşıp duranlardandır" hadisinde, kedinin pis sayılmamasının illeti, "o ev içinde dolaşanlardandır" kıs­miyle açıklanmıştır. İşte bu İllet, nass ile sabit olmuştur.

Bir çocuğun malında ve nikâhı hususunda velayet caridir. Bu velayetin ille­ti, onun çocuk, kasır olmasıdır. Bu halin bu konuda bir illet olması icmâ ile sa­bit olmuştur.

Müstenbat illetlerin ictihâd ile belirlendiğini yukarıda ifade etmiştik. Nass ve icmâ ile sabit olan illetlerin toplanacakları bir ortak nokta var mıdır ki, bu konudaki hükümlerin bir ortak illeti sayılabilsin?

Mesela çocukluk neden velayete illet oluyor? Kedinin evde dolaşanlardan oluşu niçin onun temiz sayılmasına bir illeti oluyor?

Müctehid, bunları tetkik edince, bunların bir zarurete mebni hükme illet ol­duğu kanaatine varır. Çünkü çocuklar çocukluk hasebiyle kendi mallarını koru­maktan âcizdirler. Onların mallarını korumak üzere bir veli tayin edilmesinde zaruret vardır. Aynı şekilde kedi evde devamlı dolaştığı için onun her dokunduğu şeyi pis sayıp onu temizlemek mümkün değildir. Bu cihetle zaruretin hem ve­layete, hem de kedi´nin tahir sayılmasına illet olduğu anlaşılmış olur ki, işte bu bir müstenbat illettir.

Ff- İlleti Bulma Yolları [109]

Hükmün üzerine bina edildiği illeti bulma, çeşitli yollar ile mümkün olur. Bunların en önemlisi şunlardır: 1) Nass, 2) İcmâ´, 3) Sebrü Taksim, 4) Münâse­bet. Şimdi bunları açıklayalım:

aaa) Nass: İlletin nassla sabit olması iki türlüdür:

1) Sarih nassla sabit olan illet: âyet ve hadisler bazen hükmün illetini açık olarak bildirir. Mesela, Cenab-ı Hak ganimetin yetim, yoksul ve benzeri kimse­lere verileceğini zikrettikten sonra "Bu mallar içinizde (yalnız) zenginler arasın­da dolaşan bir devlet olmasın diye... "[110] buyurmaktadır. Bu nass, malların sadece zenginler arasında dolaşması, zengin olmayanlar arasında dolaşmamasına engel olmanın, illet olduğunu açıkça göstermektedir. İçkinin illeti Kur´ân ve Sünnet ile açıklanmıştır. Kur´ân´da, "Ey iman edenler, sarhoş iken namaza yaklaşmayın"[111] buyurulmuştur. Hz. Peygamber (s.a.s.) "Sarhoşluk veren her şey, hamrdır ve her hamr haramdır", "Sarhoş eden her şey, haramdır."[112] bu­yurulmuştur. Bu âyet ve hadis de hamrın illeti, "İskâr" (Sarhoş etme) olarak belirtilmiştir. Bir başka misal, "Sana kadınların adeti olan hayızdan sorarlar de ki, o -hayız- ezadır. Hayız anında kadınlardan çekilin." Bu âyet hayız anında cinsi münasebetin haram olduğunu hükme bağlamıştır. İllet ise ezâ´dır.

Sünnet´ten bir misal verelim: Peygamberimiz (s.a.s.) "Size gelen göçebeler sebebiyle, kurban etlerini biriktirip saklamaktan nehyetmişüm. Şimdi ise yiyin ve saklayın" buyurmuştur. Bu hadiste, kurban, etlerinin biriktirilmesinin yasak edildiğinin illeti belirtilmiştir. O da, "Göçebelerin gelmesidir."

2) Sarih olmayan nassla sabit olan illet: Buna tenbîh ve îmâ da denir. Nass´-da bazan illet açıkça belirtilmez. Fakat muhatab, nassı duyar duymaz hemen il­letini bulabilir. Mesela, "Hanımlarınıza temizlenecekleri zamana kadar yaklaşmayın" âyetinde cinsi münasebetten yasaklanışın illetinin, "âdet hali" ol­duğu anlaşılmaktadır. "Katil, mirasçı olmaz" hadisinden katlin, "Vârise vasiy-yet yoktur" hadisinden verasetin, "Hâkim gadabh iken hükmetmesin" hadisinden gazab´ın hükmün illeti olduğu anlaşılmaktadır.

b) İcmâ´: Hükmün illeti, bazen icmâ ile tesbit olunur. Bir çocuğun ma-Iında ve nikâhında velayet caridir. Bu velayetin illeti, çocukluk (sıgar)dur. Vela­yetin illetinin "çocukluk" olduğu icmâ´ ile sabit olmuştur.

c) Sebrü Taksim: Sebr, lügatta derinliği ölçmek, tecrübe etmek manasına kullanılır. Taksim ise hükme illet olabilecek vasıfları, sıralanıp, bunların teker teker gözden geçirilmesi ve hükmün illetinin bulunmasına kadar bu araştırma işinin devam etmesidir.

Bir hükmün illeti nas ve icmâ ile sabit olmayınca ve nassda da hükmün üze­rine bina edilebileceği vasıflar bulunmayınca Sebru Taksîm yolu ile illeti tesbit

etme cihetine gidilir.

Mesela, müctehid aralarında riba cereyan ettiği bildirilen buğday ve arpa­nın vasıflarını sıralar ve uygun olan vasfı illet olarak alır. Buğday ve arpanın vasıflarından bazıları şunlardır: 1) Renkleri var, 2) Yenilebilir, 3) Tartüabilir, Ölçülebilir, 4) Saklanabilir.

Müctehid bu vasıfları bir araya topladıktan sonra, bu vasıfların içinden ken­disine göre en uygununu illet olarak tesbit eder.

Hanefiler, buğday ve arpada riba´nın cereyanına illet olarak cins ile birlikte ölçülebilir, Şâfiîler, yenilebilir, Mâlikîler ise yenilebilir, saklanabilir vasıflarını

kabul etmişlerdir.

Bu yolla her müctehid, bir mes´elede hükmün illeti olarak bir vasıf kabul etmektedir. Dolay isiyle bir meselede farklı ictihâdlar meydana gelmektedir. İşte mezheplerin bazen bir meselede değişik görüşe sahip olmalarının sebeplerinden biri de, illetin farklı tesbitinden ileri gelmektedir.

Münâsebet:

Burada münâsebetten maksat, illetin hükme mülayim (uygun) olması, yani hükmün menâtı olan illetin, hükmü gerçekleştirecek vasıfta bulunmasıdır. Hiç şüphesiz bu yolla tesbit edilecek illetlerin, Peygamber veya Sahabeden intikal eden illetlere ve illet tesbitine uygun (mülayim) olması gerekir. Çünkü onlardan nak­ledilen illetler, hikmetlerin tahakkuk etmesini sağlayacak vasıflara sahiptir. Şu halde bu yolla tesbit edilecekbir illetin, hükmün illetinin tahakkukunu sağlaya­cak bir vasıfta bulunmalıdır. Bir misal verelim. "Kedi, sizin etrafınızda dolaşan hayvanlardan biridir" hadisi, kedinin artığı olan suyun temiz olduğunu gösterir. Temizliğin illeti, kedinin insanlar etrafında dolaşan hayvanlardan oluşudur. Çün­kü insanın etrafında dönüp dolaşan kedinin artığı suyun pis olduğu kabul edilir­se, insanlar için bir güçlük, bir meşakkat söz konusu olur. İşte zarurete binaen, kedinin artığı olan su, temiz kabul edilir. Buna kadının avretini doktora göster­mesinin caiz oluşu kıyas edilebilir. Bununla, kedinin artığı olan suyun temizliği arasındaki müşterek nokta, her iki meselede de zaruret keyfiyetinin bulunması­dır. O halde her iki mesele de zaruret cinsi altında bulunmaktadır. Münasebetin kısımlarını önceden vermiştik.

F- Kıyas´ın Hükmü

Kıyasın hükmü, ta´diyedir. Yani asıldaki hükmün fer´e nakl edilmesidir. Şöy­le ki, asıldaki hüküm her ne ise onun misli fer´de izhâr edilir, bu hüküm kıyas yoluyla meydana çıkarılmış olur.

G- Kıyasın Kısımları;

Bir yandan; kıyaslar illetinin derhal anlaşılıp anlaşılmaması itibariyle celî ve hafi kısımlarına ayrılır.

Kıyasın illeti hemen anlaşılıyorsa, ona "celî kıyas" illeti hemen anlaşılmayıp tetkik ve araştırmaya muhtaç olursa, ona da "hafikıyas" denir. Kıyası hafi­ye "istihsan" denir.

Diğer bir yandan kıyaslar, fer´deki illetlerin asıldaki illetlere nazaran kuv­vetli olup olmaması itibariyle üç kısma ayrılır.[113]

1- Evlâ Kıyas:

Bu, fer´deki illetin asıldaki illetten daha kuvvetli olduğu kıyastır. Mesela, "Anne babana öf bile deme"[114] âyeti, ebeveyne öf bile demeyi haram kılmak­tadır. Bu hükmün illeti, ezâ (eziyet)dır. Eziyet durumu, ebeveynin dövülmesin­de daha fazladır. Bu sebeple, ebeveynin dövülmesi, öf demeye göre, daha kuvvetli bir kıyasla haram olmuş olur.

2. Müsavi kıyas:

Bu, ferdeki illetin asıldaki illete eşit olduğu kıyastır. Mesela "Muhakkak, yetimlerin mallarım haksız olarak yiyenler karınlarına ancak bir ateş yemiş olurlar"[115] âyeti, yetim çocukların mallarını haksız olarak yemeyi haram kılmak­tadır. Hükmün illeti ise çocuğun malını telef etmektir. Yetimin malım haksız ye­re yakmak ise, haksız yere yemeye, illette müsavidir. Bu sebeple çocuğun malını haksız yere yakmak da haram olur.

3- Ednâ Kıyas:

Bu, ferdeki illet olan vasfın, asıldaki illet olan vasfdan daha az bir açıklıkta bulunduğu kıyasdır. Mesela bazı içkilerdeki iskâr vasfı şarabdaki iskâr vasfın­dan daha az açıklıkta bulunur. İşte böyle bir maddenin şarâba kıyaslanarak ha­ram kılınışı ednâ kıyastır.

--------------------------------------------------------------------------------

[1] Klasik Fıkıh Usûlü kitabtarında KİTÂB bahsi, çok geniş incelemeye tabi tutulmuştur. Lafzi bahisler, bu bölümde anlatılmıştır. Biz lafızlarla ilgili bilgileri, üçüncü bölümde bir bütün halinde vereceğiz.

[2] Mİr´ât, s. 28.

[3] Muk. bk. Mİr´ât, s. 26-28; Cem´ül-Cevâmi´, s. 59, Zürkânî, Menâhilü´İ-îrfân, I, 12.

Prof. Dr.. Fahrettin Atar, Fıkıh Usulü, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları:

[4] Prof. Dr.. Fahrettin Atar, Fıkıh Usulü, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları:

[5] Prof. Dr.. Fahrettin Atar, Fıkıh Usulü, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları:

[6] Prof. Dr.. Fahrettin Atar, Fıkıh Usulü, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları:

[7] Prof. Dr.. Fahrettin Atar, Fıkıh Usulü, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları:

[8] Seyyîd Bey, II, 48.

[9] Bakara, 184, 185.

[10] Mâide, 89: "...üç gün (ard arda) oruç (tutun

[11] Bu konuda fazla bilgi için bk. Süyûtî, Itkân, I, 58 ve dev.

[12] Süyûtî, İtkân, II, 116 ve dev.

[13] bk. Rûm, 1-5.

[14] Enli, 7.

[15] Fetih, 27.

[16] Hicr, 22.

[17] Âl-i İmrân, 103,

[18] îsrâ, 9.

[19] ÂI-i İmrân, 138.

[20] Tirmizî, Fezâilü´l-Kur´ân, 25.

[21] Tirmizî, Libâs, 6.

[22] Muk. bk. Ahmed b. Hanbel, I, 51, III, 261, 59; İbn.Mâce, Menâsik, 84; Muvattâ, Kader, 3; Ebû Dâvûd, Menâsik, 56.

[23] Bu konuda bk. Hudarî, İslam Hukuk Tarihi, s. 31 ve dev.

[24] Bakara, 183, 178.

[25] Nisa, 14.

[26] En´âm, 151.

[27] Nisa, 10, 15.

[28] Zeyûan, s. 205-206.

[29] Şûra, 38.

[30] Nahl, 90.

[31] En´âm, 64.

[32] Mâide, 1.

[33] Nisa, 25.

[34] Lokman, 14; Ahkâf, 15.

[35] Nisa, 6.

[36] bk. Mecelle, md. 957,.974.

[37] A´lâ, 14-15.

[38] Bakara, 228.

[39] Mâide, 89

[40] Bu konuda bilgi için bk. Şâkiru´l-Hanbelı, s. 19-20.

[41] Buhârî, Ezan, 18.

[42] Ahmed b. Hanbel, III, 318, 366.

[43] Mücâdele, 1-4.

[44] Mâide, 89

[45] Mâide, 92.

[46] Bu konuda fazla bilgi için bk. Mustafa Sıbiî, es-Sünneh ve Mekânetühâ fi´t-teşrii´1-îslâmî, Beyrut, 1978.

[47] Necm, 3-4.

[48] Nahl, 44.

[49] Nisa, 80.

[50] Nisa, 59.

[51] Ahzâb, 36.

[52] Nisa, 65.

[53] Haşr, 7.

[54] Mâide, 67.

[55] A´râf, 158.

[56] el-Hatîb et-Tebrîzî, Mişkat, I, 57; bk. Ebû Dâvud, Sünne, 5.

[57] Muvatta, Kader, 3,

[58] Buhârî, Nikâh, 27.

[59] Nisa, 24.

[60] Nûr, 5-6

[61] Buhârî, Savm, 11.

[62] Ebû Dâvûd, Salât, 11.

[63] Buhârî, Ezan, 18.

[64] Ahmed b. Hanbel, III, 318, 366.

[65] Buhâri, İ´tısâm, 4

[66] Mir-´at, s. 393-396.

[67] Buhârî, ilm, 38.

[68] Buhârî, Bed´ü´1-vahy, I; Müslim, Imare, 155.

[69] Buhârî, Nikâh, 27.

[70] Serahsî, Usûl, I, 392.

[71] Abdülaziz Buhârî, Keşfü´l-esrâr, III; 990; Mir´ât, s.-391.

[72] îbn Melek, s. 207 ve dev.; Bilmen, I, 136 ve dev.; Büyük Haydar Efendi, s. 303; Zeydân, s. 226.

[73] Talâk, 6

[74] Dârekutnî, II, 515.

[75] Tirmizî, ahkâm, 12.

[76] Mir´ât, s. 396.

[77] SeyyidBey, II, 64.

[78] Buhârî, Büyü, 65.

[79] Telhis, s. 307 ve dev

[80] Buhârî, Vüdû, 33.

[81] Ebû Zehra, s. 97.

[82] Buhârî, Büyü, 43.

[83] Buhârî, Büyü, 65; Müslim, Büyü, 23.

[84] Karâfî, ihkam, s. 86-108; Tâhirb. Âsûr, Mekâsidu´ş-Şerîa, s. 28-30; Ahmed Hamdı Akseki, "Mukaddime", RıyazuVSâlihinTercemesi, trc. H.H. Erdem - K. Burslan, Ankara, 1964,1, XV, XVII; İbn Kayyım, Zâdu´1-meâd, IV, 182.

[85] Bk. Mir´ât, s. 420.

[86] Mir´ât, s. 420-421.

[87] Mir´ât, s. 425; Şâkiru´I-Hanbelî, s. 279.

[88] Tirmizî, Büyü, 56.

[89] Mecelle, md. 253.

[90] Bu kitab, Abdülkader Şener tarafından türkçeye terceme edilmiştir. (Ankara, 1983).

[91] Bilmen, I, 170.

[92] Zeydân, s. 249-250.

[93] Nisa, 115

[94] Âl-i İmrâri, 110.

[95] Bakara, 143.

[96] İbn Mâce, Fiten, 8.

[97] Ahmed b. Hanbel, I, 379.

[98] Gazâlî, II, 230.

[99] Gazâlî, aynı yer: Karâfî, s. 168.

[100] Nisa, 59.

[101] Haşr, 2.

[102] Nahl, 89.

[103] En´âm, 59.

[104] İsrâ, 36.

[105] Telhis, s. 341-342.

[106] bk. Abdülkadir Şener, s. 68; Şâkİru´l-Hanbeiî, s. 306.

[107] Seyyîd Bey, II, 298-9.

[108] Seyyid Bey, II, 252-253.

[109] Gazali, II, 288-306; Karâfî, s. 168; Fevâtih, II, 295-304; Hudari, s.325-328, Şakini´ 1-Hanbeli, s.310.

[110] Haşr, 7.

[111] Nisa, .43.

[112] Müslim, Eş´ribe, 72.

[113] Amidi IV,3.

[114] İsra,23

[115] Nisa,10.