Delalet Yönünden Lafızlar

I. Lafz´ın Manaya Delâleti
A- Nass´ın İbaresi
(Nass´ın İbaresiyle Delâleti Ed-Dâl Bi´l-İbâre )
B. Nass´ın İşareti
(Dâl Bi´l-İşâre)
C. Nass´ın Delâleti (Dâl Bi´d-Delâle)
D .Nass´ın İktizâsı
(Ed-Dâl Bi´l-İktizâ)
a, Lakab Mefhûmu
B. Vasıf, Şart Gaye Ve Aded Mefhûmları
Aa. Hanefilerin Görüşü
Bb. Hanbelî, Şafii Ve Mâlikilerin Görüşleri:
D. Mefhumu´l-Muhâlifle Amel Etmenin Şartları
FÂSİD İSTİDLALLER
FASIL BEYÂN VE EDATLAR
I- Beyân
A. Beyânın Tarifi
B. Beyânın Nevileri
A. Beyânu´t-Takrîr
B. Beyânu´t-Tefsîr
C. Beyânu´t-Tağyîr
aa. Tahsîs
Hanefilerin Görüşleri
Şafiîlerin Görüşleri
Bb. İstisna
cc. Şart
dd. Sıfat
ee. Gaye
ff. Bedel-i Ba´z
D. Beyânut-Tebdîl
E. Beyânu´z-Zarûret
2 EDATLAR (HURÛFU´L-MEÂNİ)
A. Atıf Harfleri
B. Cer Harfleri
C. İstisna Kelimeleri
D. Zarf İsimler
E. Şart Kelimeleri
F. İstifham Edatları




4.FASIL

DELÂLET YÖNÜNDEN LAFIZLAR

I. Lafz´ın Manaya Delâleti:

însan, duygu ve düşüncelerim çoğunlukla "söz"lerle anlatır. Yani söz (la­fız) konuşanın dinleyicilere duygu ve düşüncelerini anlatmada ilk önce başvur­duğu bir vasıtadır. Ancak insan sözün dışında bazen yazı, işaret ve fiilleriyle de duygu ve düşüncelerini başkalarına anlatabilir. Ancak bu konuda yani anlat­mada en müessir vasıta, söz (lafız)dır. Söz manalı ve manasız (mühmel) olmak üzere iki kısma ayrılır. Hiç şüphesiz, mutekellim meramını muhatabına manalı bir söz ile ifade edebilir. Çünkü "söz" mananın kisvesidir. "Lafız mananın kalıbıdır" denir. Yani söz bir mana ve hüküm ifade etmek üzere konulmuştur, însan zihni onu işitir işitmez onun delâlet ettiği manaya intikal eder. Biraz Önce ifade ettiğimiz gibi söz yanında hal ve işaretlerimizin de manaya delâletleri var­dır. Fakihler Delaleti lafzi olan delalet ve lafzı olmayan delalet diye ikiye ayırır­lar.[1] Lafzi olan delâleti burada inceleyeceğiz. Hanefîler lafzi olmayan delâlete zaruret beyanı adını verirler. Eu konuyu Beyân bölümünde inceleyeceğiz. Manaya delâleti yönünden lafızlar dört kısma ayrılır:

1. NASS´IN İBARESİ

2. NASS´IN İŞARETİ

3. NASS´IN DELÂLETİ

4. NASS´IN İKTİZÂSI.

Bu dört delâlet kısmına, Hanelilerin dışındaki mezhebler, hususi bir delâlet şekli olan mefhumu muhalifi de ilâve etmişlerdir. İşte bu fasılda manaya delâle­ti yönünden lafızlar ve "Fâsid istidlal" konularını inceleyeceğiz.

A- Nass´ın İbaresi:
(Nass´ın İbaresiyle Delâleti Ed-Dâl Bi´l-İbâre )

Nassın ibaresi lafzın kendi siygasından derhal anlaşılan manaya delâletidir. Buna "nass´m harfîmanası" da denir. Bu, cümledeki kelimelerden anlaşılan ma­nadır. Nass bu hüküm için sevkedilmiştir. Nassın ibaresi, zahir, nas, müfesser, muhkem, âmm, hâss olabilir.

Misâller: 1) "Namaz kılın, zekâtı verin"[2] âyeti ibaresiyle namaz ve ze­kâtın farziyetine delâlet etmektir. Nass, bu hükmü ifade etmek üzere sevkedil­miştir.

2) "Allah alış-verişi helâl, faizi haram kıldı"[3] âyetinin ibaresi iki manaya delalet etmektedir:

a. Alış-veriş ile faiz arasında bir fark vardır. îlk kasdolunan mana budur. Lafzm bizzat kendisi bu manaya delâlet etmektedir.

b. Alış verişin helâl, faizin haram olduğudur. Nassın bizzat ibaresinden bu mana da anlaşılmaktadır.

B. Nass´ın İşareti:
(Dâl Bi´l-İşâre)

Nassın işareti, lafzın ibaresinin dışında delâlet ettiği şeydir ve ibarenin bir neticesi olarak meydana gelir. Yani kelâmdan anlaşılır, fakat bizzat ibareden el­de edilmez. Nass, bu hüküm için sevkedilmemiştir.

1. "Ey iman edenler, birbirinize belli bir süre için borçlandığımz zaman onu yazımz. Aranızda bir kâtib adaletli yazsın" âyeti, yazılı vesikanın bir delil ol­duğuna işaret etmektedir.

2. "Annelerin maruf veçhile (örf ve âdete göre) yiyeceği, giyeceği, çocuk ken­disinin olan (baba)´a aittir. "[4] âyeti çocuğun nesebinin babaya ait olduğuna işa­ret etmektedir.

3. "Oruç (günlerinizin) gecelerinde kadınlarınıza yaklaşmak size helâl kılındı"[5] âyeti ibaresiyle sahur vaktinin sonuna kadar cinsi münasebetin mü-bahlığma delâlet etmektedir. Bu âyet işaretiyle de oruç tutan insanın cünüp ola­rak sabahlamasının caiz olduğuna delâlet etmektedir.

4. "Eğer bilmiyorsanız bilenlerden sorup öğreniniz"[6] âyeti, ibaresiyle bil­meyenlerin bilmedikleri hususları bilenlere sorup öğrenmelerinin gerektiğine de­lalet etmektedir. Bu âyet, işaretiyle kendilerine soru sorulabilmesi için âlimlerin yetiştirilmesinin gereğine delalet etmektedir.

5. "îş hususunda onlarla müşavere et"[7] âyeti, ibaresiyle, devlet idaresinin sura esasına dayandığına delalet etmektedir. Bu âyet, işaretiyle şura üyeleri­nin yetiştirilmesinin gereğini ifade etmektedir.

C. Nass´ın Delâleti (Dâl Bi´d-Delâle)

Nass´ın delâleti, mantukun yani nass da zikredilen şeyin hükmünün müşte­rek illet sebebiyle, meskutun anh yani nas da zikri geçmeyen şey hakkında, sabit olduğuna delalet eden bir lafızdır.

Buradaki illet tetkik ve ictihad´a ihtiyaç duyulmadan, lafzı duyan herkes ta­rafından hemen anlaşılabilir. Bazı fakîhler nass´ın delaletine, mefhûmu´l-muvafakat, fehvâl-hitâb adını vermişlerdir. Çünkü delâlet ile çıkarılan hüküm ile ibareden anlaşılan hüküm arasında bir uygunluk bulunmaktadır. Bazı fakîh­ler ise, el-kıyâsu´1-celî, delâletu´1-evlâ adını vermişlerdir. Çünkü illetten hareket

edilerek hükme varılmaktadır.

Misâller: 1) "Ana babana öf (bile) deme"[8] ayeti, ibaresiyle, ana babaya öf demenin haramlığına delâlet etmektedir. Öf demekle anne-babaya eziyet ve­rilmiş olur. Onlara öf demek haram olursa, onları dövmek, onlara sövmek evle-viyetle haram olur. Çünkü öf demenin haram oluşunun illeti, ezadır. Sövmek ve dövmekte de ezâ bulunmaktadır. O halde onlar da haramdır. İşte bu nassı işiten herkes, ictihad ve tetkike ihtiyaç duymadan, baba ve anneyi dövmenin ve onlara sövmenin haram olduğu hükmüne varabilir.

Mantûk: Anne-babaya Öf demek.

Hüküm: Haram.

İllet: Ezâ.

Meskutun anh: Anne-babayı dövmek, onlara sövmek.

2. "Gerçek, yetimlerin mallarını haksız (ve haram) olarak yiyenler karınla­rına ancak bir ateş yemiş olurlar."[9] âyeti ibaresiyle haksız olarak yetimlerin mallarının yenmesinin haramlığım ifade etmektedir. Ayetten, nassın delaletiyle anlaşılmaktadır ki, yetimlerin mallarının yakılması, dağıtılması, telef edilmesi ha­ramdır.

Delâletü´n-nass ile kıyas arasındaki fark şudur: Delâletti´n-nass´da illet, tet­kike ihtiyaç duyulmadan anlaşılabilir. Kıyas da ise, illet ancak ictihad ve tetkik ile anlaşılıp bilinebilir.

D .Nass´ın İktizâsı
(Ed-Dâl Bi´l-İktizâ)

Nass.n iktfzta: Kendisi olmadan nassm hüküm ifade edebilmesi için nasda takd,r olunması şart

tan ibarettir.

Misâller: 1) "Analarınız, kızlarınız... size haram kılındı"[10] âyetinde anne ve kızların haram kılındığı ifade edilmektedir. Haddizatında haram kılınan anne ve kızlar değil, onlarla nikahlanmadın Şu halde âyetin manası şöyledir: "Anala­rınızın, kızlarınızın nikâhı... size haram kılındı."

2) "Ölü, kan, domuz eti... size haram kılındı"[11] âyetinde, ölü, kan, do­muz etinin haram kılındığı ifâde edilmektedir. Haddizatında haram kılınan ölü, kan, domuz eti değil bunların yenilmesi, satılması, vs.dir.

3. "Ümetimden hata, nisyan ve zor karşısında yaptıkları şeyler kaldırıldı" hadisinde, ümmetten hata, nisyan´m kaldırıldığı ifade edilmektedir. Haddi za­tında ümmetten kaldırılan hata, nisyan değil, hata ve nisyan ile yapılan bir işten meydana gelen günah ve sorumluluktur.

432 433´ II. MEFHÛM´UL-MUHÂLİF (

A. KAPSAM (Delâlet, Mantûka, Mefhûme, Mefhûmu´1-muhâlif,

mefhum´ ul-muvâfık)

Mehfûm´ul-muhâlif bahsini işlerken delâlet tabiri üzerinde durmak faydalı

olacaktır. /

Delâlet: Alâmet, işaret» yol gösterme manasına gelir. Fakîhler, delâleti söz­lü olan ve olmayan diye ikiye ayırmışlardır. Istılahta sözlü delâlet, söylenilen bir sözün,nasılbirmana için konulduğunu bilenlerce anlaşılmış olmasıdır. Yani zihnin söylenen sözden konulduğu manaya intikal etmesine delalet denir. Sözlü (Lafzi) delalet iki kısma ayrılır.

1) Mantûka ( Sijkil ) (Söylenen)

2) Mefhûme ( **j
Mantûka: (Söylenen), lafzın (sözün) söylendiği yere ve hususa delaletidir. İbare, işâre ve iktizânın delâletleri gibi. Meselâ, "bu kitabı satın aldım" denilse, bu sözün mantûku o kitabın satın alınmış olmasıdır.

Mefhûme: Lafzın (sözün) söylenmediği yere ve hususa delaletidir. Meselâ bir şahıs, "bu kitabı satdm"dese onun bu sözü o kitapta mülkiyet hakkının ken­disinden zevaline delalet eder. Mefhûme,

1. Mefhûmu´l-muvâfık (uygun anlam)

2. Mefhûmu´ 1-muhâlif (zıt anlam) olarak ikiye ayrılır.

Mefhûmu´1-muvâfakat ( *2*jti f j**1 ); meskûtun anh (susulan, söy-lenmeyen)´in mantûk (söylenen)´a hükümde müsbet (olumlu) veya menfi (olum­suz) olarak muvafık (uygun) olmasıdır. Meselâ "zerre kadaı iyilik yapan karşılığını görür" âyetinin mefhûmu, zerreden fazla iyilik yapanların da yaptıkları iyiliğin karşılığını göreceklerine uygundur. Aynı şekilde "anne babaya Öf deme" man-tûkuna "onian dövme, onlara sövme" maskutun anh´ı uygundur, "öf deme" yasak edildiği gibi, "dövme" ve "sövme" de yasaktır.

Mefhûm-ı muvafakat´a (^aJl ÂjNit(^td1 t^kutvUaiU ji- <.ç$& ı£y**) da denir. Bu konu üzerinde (delâletu"n-nass) konusunda bilgi verilmiştir.

Mefhûmu muhalefet, maskutun anh (susulan söylenmeyen)´in mantûka (söy­lenene) ve mezkûre (zikrolunana hükümde muhalif) (zıt) olmasıdır.

Başka bir ifadeyle bir lafız, bir kayıtla mukayyed bir yerde bir hüküm gös­terirse, meselâ bir vasıfla vasıflanmış, bir şartla şartlanmış, bir gaye ile gayelen-

130 FIKIH USÛLÜ

iniş veya bir sayı ile sınırlanmış ise, kaydın bulunduğu yerde lafzın (sözün) hükmü, sözün söylenmiş (mantuk) olduğu husustur. Ancak kaydın bulunmadığı yerin hük­mü ise mefhumu muhaliftir. Daha kısa bir ifade ile sözün söylenene (mantûk´a) ıhuhâlif olan anlama muhalif mefhûm denir.

Bu mefhûm´a mefhûm´un-nassi´l-muhâlif (l_j}£.^r&S f_^i> i^^d- JJj ) delilü´I-hitâb denir.Hanefîler ise bunatahsîsu´ş-şey bi´z-zikr „_, ^2 j^ derler.

Meselâ "de ki bana vahyolunanda leşten, akan kandan... başka bir şeyin İaram olduğunu görmedim"434 âyetinde kan lafzı akan kaydıyla kayıtlanmış-i. Bunun mefhûmu´l-muhâlifi, akmayan kandır. Bu âyet mantûkuyla akan ka­ilin haram olduğunu, sarahaten bildirilmektedir. Mefhûmu´1-muhâlefetiyle de akmayan kanın helâl olduğuna delâlet etmektedir.

| "Boşanmış kadınlar üç hayız (müddeti) kendi kendilerine beklerler"435 âye­tinde hayız, üç lafzı ile tahdid edilmiştir. Bu âyetin mefhûmu´l-muhâlifi, üç´den az ve üç´den fazladır.

B. MEFHÛMU´L-MUHÂLİFİN NEVİLERİ

a. Mefhûmu´s-Sıfat (vasıf)

b. Mefhûmu´s-Şart.

c. Mefhumu´1-Gâye,

d. Mefhûmu´1-Aded,

e. Mefhûmu´l-Lakab.436

: ] a. Mefhâmu´s-Sıfat (Vasıf) ( ^-^^ {j**+ )

■ i Bu vakıfla kayıtlanmış lafzın, o vasfın bulunmadığında, hükmünün zıddına delâlet etmesidir. Burada vasıfla kayıtlanan şart, gaye ve aded dışında her türlü kayıttır. Meselâ, ( «3K"j ^LJI ^1 J» ) "mer´ada otlayarak beslenen koyun­lar zekâta tabidir" hadisinin mefhûmu muhalifi, mer´ada otlamayıp evlerde besle nen koyunların (ma´lûfe) zekâta tabi olmadığıdır. tf& J^JI Jk-s ■ "Zenginin oyalanıp borcunu geciktirmesi zulümdür" hadisinin mefhûmu´l-ijıuhâlifi, fakirin borcunu geciktirmesi zulüm değildir.

Sıfat Mefhûmuna Nasslardan Misaller:

1. "Sizden kim hür ve müslüman kadınları... nikâhla alacak bir bolluğa güç yetiremiyorsa, o halde sağ ellerinizin malik olduğu mümin cariyelerinizden alsın"437 âyeti, hür kadınları nikâhlamaya güç bulunamadığında, müslüman ca-

434 En´âm, 145.

435 Bakara, 228.

436 Bunlardan başka: ,

a. Mefhûmu Innemâ ( Lcl ancak) «°W^ jL*^Vl U!)> "Ameller ancak niyete göredir" hadisinin mefhumu muhalifi, niyetsiz bir amelin hükmü yoktur.

b. Mefhûmu tstisnâfijt *^| J_>li V»"Ali´den başka faziletli yoktur" sözünden faziletin Ali´­ye ait olduğunu onda´n başkasında bulunmadığını anlarız.

c. Mefhûmu Hasr: (| ´[g. L^Ulı* sözünde fazilet Ali´ye hasredilmiştir.

Mlc3 25. ^ ^

231

riyeleri nikâhla almanın mübahhğına delalet ediyor.

Âyet mefhûmu´1-muhâlef etiyle müslüman olmayan cariyelerin nikâhla alın­masının yasak olduğuna delâlet ediyor.

2. (fSijÂe-^j* J^ (4t -^-1^1 ^ ) hadisi, ödeme imkânına sahip ölüp borcu­nu ödemeyen borçluya alacaklısının hakkımı vermeyip beni oyalıyorsun gibi söz söylemesini ve onun (hapsolma) cezasına çarptırılmasını helal kılar. Bunun mefhumu´l-muhâlifine £öre ödeme imkânına sahip olmayıp da borcunu ödeme­yip geciktiren borçluya alacaklısının söz söylemesi ve hâkim tarafından onun hap­sedilmesi helâl değildir.

b. Mefhumu´s-Şart: ( 1*^ çy$** ) Şarta bağlı bir hüküm ifade eden lafzın, şart bulunmadığında zıddının su-butuna delalet etmesidir..

Misaller:

1. "Eğer onlar gebe iseler, doğurüncaya kadar nafakalarını temin edin"438 âyeti, ibare delaletiyle bâin olarak boşanan zevce gebe ise, doğuruncaya kadar nafakasının kocası tarafında temin edilmesinin farz olduğunu ifade eder. Âyet, mefhûmu´l~muhâlifi ile de gebelik yoksa nafaka hükmünün de olmadığına dela­let eder.

2. "Aldığınız kadınların mehirlerini yürekten isteyerek ve Allah ´m bir atiy-yesi olarak verin. Bununla beraber eğer ondan birazım gönül hoşnutluğu ile size bağışlamış olurlarsa onu da içinize sine sine yiyin"4*9 âyeti, kocanın karısının rızası olursa onun mehrinden bir miktar alabileceğini ifade ediyor. Bu âyetin mefhumu´l-muhâlifi ile de kocanın, karısının rızası olmadıkça onun mehrinden bir şey almasının haram olduğunu ifade ediyor.

c. Gaye Mefhûmu: ( İjUİI f^-i* )

Kendisindeki hükmün bir gaye ile kayıtlı bulunduğu lafzın, sonrası ve ötesi hakkında bu hükmün zıddına delâlet etmesidir.

Misaller:

1. "Yine erkek, zevcesini (üçüncü defa olarak) hoşarsa, ondan sonra kadın kendisinden başka bir erkeğe nikahlanıp, varıncaya kadar, ilk kocasına helâl ol­maz."440 Bu nass zevcenin kendisini üç defa boşayan kocasına helâl olmadığı­na delâlet ediyor. Bu hüküm bir gaye ile kayıtlanmıtır. Gaye kendisini boşayan kccasmdan başka bir erkek ile evlenmesidir. Bu nass, mefhûmu´l-muhâlif ile ga­yeden sonra yani evlendiği ikinci kocadan iddeti bittikten sonra, zevcenin kendi­sini üç defa boşayan erkekle evlenmesinin helal olduğuna delalet etmektedir.

2. "Bütün gece fecri sadık olan ak iplik kara iplikten size seçilinceye kadar yeyin için"441. Bu nass fecri sadığın doğumuna kadar, oruç tutulan günlerin ge-

438 Talâk, 6.

439 Nisa, 4.

440 Bakara, 230.

441 Bakara, 187.

232

"W

FIKIH USÛLÜ

çelerinde yiyip içmenin mübahlığını ifade ediyor. Nass, muhalif mefhûmu ile de, gaye yani fecri sadığın doğumundan sonra yemenin, içmenin haram olduğunu

ifade ediyor.

3. "Sana kadınların aybaşı halini sorarlar, de ki o bir ezadır. Onun için ha­yız zamanında kadınlarınızla cinsi münasebetten aynim, temizlendikleri vakte kadar kendilerine yaklaşmayın. İyice temizlendiler mi o zaman Allah ´m emretti­ği yerden onlara gidin..."442 ayetin mefhûmu´I-muhâlifi, zevceler hayızdan te­mizlendikten sonra, kendileriyle cinsi münasebetin mübahlığıdır.

d. Aded Mefhûmu: ( i-uJI ç_^a» )

Kendisindeki hükmün bir aded (sayı) ile kayıtlı bulunduğu lafzın, bu aded (sayı) dışında o hükmün zıddına delalet etmesidir.

Misaller:

1. "Namuslu ve hür kadınlara (zina isnadı île) iftira atan, sonra (bu konu­da) dört şahit getiremeyen kimselerin her birine de seksen değnek vurun"443 aye­tin muhalif mefhûmu, bu sayıdan (yani seksen) az veya çok değnek vurmanın caiz olmadığıdır.

2. "Fakat kim (bunları) bulamazsa üç gün oruç (tutması gerekir)"444 âye­tin mefhumu muhalifi bu sayıdaki günlerden az veya çok oruç tutmanın caiz ol­madığıdır.

3. "Zina eden erkek veya kadından herbirine yüzer deynek vurun"445. Bu âyetin mefhûmu´l-muhâlifi, bu cezada dayak sayısının yüzden az veya çok ol­masının caiz olmadığıdır.

e. Lakab Mefhumu: ( v^´ Çy*** )

Kendisindeki hükmün özel veya cins isme bağlanmış bulunduğu lafzın, bu hükmün başka özel ve cins isimlerde olmadığına delalet etmesidir. Burada özel isimden maksat sıfata delalet etmeyen ve zata delalet eden lafızdır. Cins isimden maksad, sıfata delalet etmeyen ve cinse veya nev´e delalet eden lafızdır.

1. "Muhammed Allah´ın resulüdür"446 âyetinin mefhûmu´l-muhâlifi Mu-hammed´den başkası Allah´ın resûlu değildir.

2. "Buğday zekâta tabidir" nassının mefhumu´l-muhâlifi, buğdayın dışın­daki toprak mahsulleri zekâta tabi değildir.447

a, Lakab Mefhûmu:

Bütün mezhepler, lakab mefhumuyla amel olunmayacağı görüşünde ittifak halindedirler. Mesela: "Muhammed Allah´ın elçisidir", sözünden ondan başka­sı Allah´ın elçisi değildir anlamı çıkarılamaz. "Koyun ze­kâta tabidir" hadisinden deve ve sığırın zekâta tabi tutulmadığı anlaşılmaz. Aynı şekilde “buğday zekâta tabidir" hadisinden buğdayın dışın­daki toprak mahsullerinin zekâta tabi tutulmadığı anlaşılmaz. Lakab mefhûmu­nun delil olarak kabul edilmemesi hususunda şer´î nas´lar ile müelliflerin, insanların hukukçuların sözleri arasında bir fark yoktur.

"Ahmet kâtiptir" sözünden Ahmed´den başkasının kâtip olmadığı çıka­rılamaz.

"Bey mülkiyeti nakleder" sözünden, bey´den başkası mülkiyeti nakletmez

manası çıkarılmaz.

B. Vasıf, Şart Gaye Ve Aded Mefhûmları:

Usûlcüler, bu mefhûmlarla nasslar haricinde ihücâcda bulunma hususunda ittifak halindedirler. Şer´i nasslarda ise ihticacda bulunma konusunda ihtilaf et­mişlerdir. Henefiler bu mefhûmlarla şer´i nasslarla ihticacda bulunmazken, di­ğerleri ihticacda bulunmuşlardır. Şimdi mezheplerin görüşlerini ele alalım:

Aa. Hanelilerin Görüşü:

Hanefîlere göre, vasıf, şart, gaye ve aded mefhûm­ları, muhavere, muhabere, rivayet ve musannif ve hukukçuların sözlerinde mu­teberdir. Yani bu mefhûmlar, ticari akitlerde, konuşmalarda, sözleşmelerde, hukukçuların, müelliflerin sözlerinde delil ve hüccet olarak kabul edilmektedir. Meselâ bir kimse, bir şahıstan bir koç almasını istese, dişi koyun alamaz. Aynı şekilde kendi malından A şahsına şu kadar para vermesini istese, B şahsına vere­mez. Aynı şekilde bir fıkıh kitabı almasını istese, hadis kitabı alamaz.

Aynı şekilde bir şahıs, "Malımı öğrencilere vakfettim" dese, öğrenci olma­yanlar bunun dışında kalır.

Hanefîler, bu mefhumlarla şer´î nasslarda ihticacda bulunmayı caiz görmezler

ve bunu fâsid bir istidlal tankı olarak ifade ederler. Bu konudaki delilleri şunlardır:

1. Nasslardaki kayıtların birçok maksadı, gayesi, manası bulunur. İnsanla­rın, Şâri´in nasslardaki gaye ve maksadlarının tamamına muttali olması müm­kün değildir. Halbuki insanların maksatları böyle değildir onları öğrenmek mümkündür. Bu sebeple, mefhumu´l-muhâlif, insanların sözlerinde delil ve hüccettir: Şâri´in nasslarında delil ve hüccet değildir.

2. Arab dilinde, "Mantûkun hükmünün zıddı, meskûtun-anh hakkında sabittir" şeklinde umumî bir kaide ve anlayış yoktur. Meselâ bir şahıs, diğer bir şahsa, "Falanca sabahleyin geldiği zaman ona ikramda bulun" dese, ikinci şa­hıs, "O şahıs akşamleyin gelirse ona ikramda bulunayım mı?" diye sorabilir. Şayet birinci sözün mefhumu muhalifi muteber olsaydı, ikinci şahıs bu soruyu sormayacaktı. İkinci şahsın bu soruyu sorması diğer şahsında bu soruyu yadir-gamaksızm cevaplandırması, mefhûmu´l-muhâlifin muteber olmadığını gösterir. Mefhumu´l-muhâlif insanların sözlerinde bile, bazı durumlarda muteber olma­yınca, şer´i nasslarda onunla ihticacda bulunulması uygun değildir. .

3. Bazı nasslarda kayıt bulunduğu halde, bu kayıtlara göre mefhumu mu­halif muteber olmamış ve aynı hüküm o kaydın bulunmadığı yerlerde de sabit olmuştur. Meselâ, "Kâfirlerin başınıza bir iş açmasından korkarsınız.,,"[12] âye­tinde, namazın korku halinde ikişer rekat kılınacağı ifade edilmektedir. Halbu­ki, korkunun bulunmadığı bazı hallerde de namazlar ikişer rekat kılınmaktadır. Bu da mefhûmu´I-muhâlifin kat´î bir delil olmadığına işaret etmektedir.

4. Mehfûmu´l-muhâlifle amel caiz olduğunu kabul edersek, bazı nasslann manalarını anlamakta güçlük çekeriz. Meselâ, "Allah´ın gökleri ve yeri yarattığı günkü yazısında, Allah´a göre ayların sayısı 12´dir. Bunlardan dördü haram ay­lardır. Bu, dosdoğru nizamdır. Öyleyse o aylarda kendinize zulmetmeyiniz"[13] âyetinin mefhûmu´1-mu hâlifini alırsak, zulmün sadece dört ayda haram olduğunu, bu dört tay dışında onun haram olmadığını söylemiş oluruz. Halbuki zulüm her zaman haramdır.

"Sizden birisi durgun suya idrar etmesin ve o suda cünüblükten ötürü gusül yapmasın"[14] hadisinin mefhumu muhalifiyle, cünüblüğündışında bu suyla gusül edilebileceği neticesi çıkmaktadır. Halbuki durgun ve içerisine idrar yapılmış bir suda, hem cünüblükten Ötürü, hem de başka bir sebeple gusül edilmesi, diğer hadislerde yasaklanmıştır.

5. Cenâb-ı Hak, mefhumu´1-muhâlifi delil olarak kullanacaksa, bunu sara­haten beyan etmektedir. Mesela,[15] "Te­mizlendikleri vakte kadar onlara yaklaşmayın. İyice temizlendiler mi o zaman Allah´ın size müsaade ettiği yerden onlara gidin" âyetinde, 2. âyet mehfumu´l-muhâlifi beyan etmektedir.

Bb. Hanbelî, Şafii Ve Mâlikilerin Görüşleri:

Bu mezhepler, vasıf, şart, gaye ve aded mefhumlarvyla hem şer´i nasslarda, hem de onların haricinde ihticâcda bulunmayı caiz görmüşlerdir. Bu duruma göre şer´i bir nass veya insanların her türlü sözleri, bir olayın hükmüne delalet ediyor, bir vasıf, bir şart ile kayıtlı ya­hut bir gaye ile yahut bir aded ile tahdid olunmuş ise bu nass, bu söz, bu kayıtla­rın bulunmadığı vak´ada bu hükmün zıddına delâlet eder. Bu mezheplerin, şer´î nasslarda mefhumu´l-muhâlifle amel edileceğini ifade ederken istinad ettikleri delilleri şunlardır:

1. Nasslardaki kayıtlar, manasız ve boşuna değildir, bunların bir gayesi, bir maksadı vardır. Kayıtların hükmü, kaydın bulunduğu yere has kılmaktan başka maksatları yoksa, o takdirde kaydın bulunmadığı yerde hükmün olmadığını ka­bul etmek icab keder. Bu, kaydı manasız ve maksatsız kılmamak için şarttır.

2. Arab dilinde alışılagelmiş üslûb, hükmün bir kayıtla kayıtlanışımn, kay­dın kalktığında hükmün de kalktığına delalet ettiğidir. İbareden ilk anlaşılan şey, budur. Mesela “Zenginin oyalayıp, borcunu geciktirme­si haksızlıktır" hadisini duyan, fakirin oyalayıp geciktirmesinin haksızlık olma­dığını anlar.

3. Hz. Peygamber, "Sâimede zekât vardır" buyurmuştur.[16] Bu hadise göre, yılın ekserisini, meralarda yayılarak beslenen deve ve koyun gibi hayvanlar (sâime) için zekât icab eder; sâime olmayanlar için zekât gerekmez. Bunu Hanefîler de dahil olmak üzere, fakihler kabul etmişlerdir. Ancak tmâm Malik, yılın ekse­risini içeride geçirerek beslenen hayvanlar (ma´lûfe) için de zekât verileceğini söy­lemiştir,

4. Bütün fakîhler, hür bir kadınla evli olan kimsenin, bir cariye ile evlene­meyeceğini kabul etmişlerdir. Onlar bu hükme, "Sizden hür ve mü´min kadın­larla evlenmeye gücü yetmeyen kimse, ellerinizdeki mü´min cariyelerinizden alsın"[17] âyetinden varmışlardır. Böyle bir hükme, ancak mefhumu´ 1-muhâlifi kabul etmekle varılabilir. Şayet mefhûmu´1-muhâlif delil olarak kabul edilmez­se, her halükârda cariye ile evlenmek caiz olacaktır. Çünkü bunu meneden hiç­bir nass bulunmadığı gibi, "Bunlardan başkası sizin için helal kılındı" âyeti de[18] buna cevaz verecektir.

D. Mefhumu´l-Muhâlifle Amel Etmenin Şartları:

Mefhumu´1-muhâlefetin, sahih bir istidlal yolu olduğunu kabul eden fakîh­ler, bu mefhumla amel olunabilmesi için, aşağıda zikredilen şartların bulunma­sını şart koşarlar:

1. Nasslardaki kayıtlar, mübalağa, teşvik, sakındırma gayesi taşımamalıdır. Çünkü bazı nasslarda kayıtlar hükmü takyid için değil, teşvik, mübalağa ve sa­kındırmak maksadıyla zikredilmiştir.

Meselâ, "Zimmîlerin mallarına tecavüz edilmemelidir" sözünden müslümanların mallarına tecavüz etmenin cevazı anlaşılmaz. Bu ifade ile, zimmilerin hu­kukuna daha fazla riayet etmenin gereğine işaret edilmiş olur.

[19]"Onlar için (ister) istiğfar et, ister etme. Eğer onlar için yetmiş defa istiğfar etsen, yine Allah kendilerini kat´iyyen affedecek değildir" âyetindeki (yetmiş) kaydı, mübalağa ifade etmektedir. Allah´ in bu âyette anlatmak istediği istiğfarın bu âyette işaret olunan şahıslara hiçbir faydasının bulunmadığıdır. Muhalif mefûhumuyla, yet­mişten fazla istiğfarın onlar için faydalı olacağına delalet edilmemektedir.

"Dört haram ayda zulüm yoktur" âyetinde, dört ayda zulüm haram kılın­mıştır. Bunun muhalif mefhumuyla amel edilmez. Yani, dört ayın haricinde zu­lüm yapılır anlamı çıkmaz. Bunun manası şudur: Zulüm her zaman haramdır, özellikle dört ayda hiç zulümde bulunmayın.

2. Kelâmdaki kayıt, âdet olan bir şeyi (tatbikatı) ifade eder bir mahiyette bulunmamalıdır. Böyle bir kaydın bulunduğu nassın, mefhumu muhalifiyle amel edilmez. Mesela,[20] "Hicir ve terbiyenizde bulunan üvey kızlarınızla evlenmeniz size haram kılındı" âyetinde "hicir ve terbiye" kaydı, zamanın âdet ve teamülünü ifade etmektedir. Çünkü bu kızlar genellikle üvey babalarının yanında bulunurlar. Bu se­beple, bu âyetin mefhumu muhalifiyle amel olunamaz. Şu halde üvey kız, üvey babasının himaye ve terbiyesinde bulunsun, bulunmasın, üvey baba üvey kızıyla evlenemez.

"Ey iman edenler, faizi kat kat yemeyin"[21] âyetinde, kaydı, zamanın vâki tatbikat ve teamülünü ifa-

de etmektedir. Dolayısıyla bu nassın mefhumu muhalifiyle amel edilmez. Yani, riba kat kat olmasa da haramdır.

3. Meskûtun-anh, hüküm itibariyle mantûktan evlâ veya ona müsavi bu­lunmamalıdır. Aksi takdirde, mefhumu´1-muhâlifle amel edilemez. "Ebeveyni­nize öf demeyin" âyeti, anne-babaya şetm ve darb etmenin cevazım göstermez. Çünkü meskûtun-anh olan darb ve şetm, ezâ hükmü bakımından, öf demekten daha ziyadedir.

4. Mantûkun zikri, muhatabca meçhul olmasından dolayı olmamalıdır. Me­selâ, Hanbeli fakîhlerinin durumu hakkında bilgi sahibi olmayan bir şahsa, "Han-beli fakîhîeri faziletli kimselerdir" denilse, bu sözden, Hanefî veya Şafiî mezhebi fakîhleri faziletli değildir anlamı çıkarılamaz,

5. Mantûkun zikri, bir suale veya hadiseye cevap olarak vuku bulmuş olma­malıdır.

Meselâ, sâime develerden zekât lazım gelip, gelmeyeceğini soran kimseye, "Sâime olan develerden zekât lazım gelir" denilse, bu söz, sâime koyunlardan ve diğer hayvanlardan zekât lazım gelmeyeceğine delalet etmez.

6. Mefhûmu´1-muhâlifin sabit olduğu yerde, bunun aksini gösteren özel bir delil bulunmamalıdır. Meselâ, "Ey iman edenler öîdürülünler hakkında size kı­sas yazıldı. Hür ile hür, köle ile köle ve kadınla kadın kısas edilir[22] "âyetinin mefhumu´l-muhâlifine göre, bir kadını öldüren erkek kısas yoluyla öldürülmez. Fakat kadını öldüren erkeğin kısas yoluyla öldürüleceğini, "Orada onlara cana can..."[23] âyeti belirtmiştir.

3.FÂSİD İSTİDLALLER

İstidlal, delil ikâme etmek, delile bakmak manasındadır. Aynı zamanda, zih­nin eserden müessire intikal etmesine de istidlal denir. Güneşin yeryüzündeki ışın­larını görünce, onun doğduğunu anlarız. Dumanı görünce, orada ateşin mevcut olduğuna hükmederiz. Bazan zihnin müessirden esere geçmesine istidlal denir. Burada müessir olan delilden, onun eseri olan hükme intikal ettiğimiz için, bu ikinci mana kasdedilir.

Nassla istidlal iki kısma ayrılır:

1. Sahîh istidlal.

2. Fâsid istidlal.[24]

Âlimler,dâl-bil-ibâre, işâre, delâle ve iktizâ ile istidlali muteber kabul etmiş­lerdir. Bununla ilgili bilgiler verilmişti.

Hanefîlere göre fâsid istidlaller şunlardır:

1. Mefhûmu´l-muhâlif.

2. Mutlakın mukayyede hamli.

3. Âmm´ı sebebine tahsis.

4. Amm´ı mü tekeli imin garazına tahsis.

5. Yakınlıkla istidlal

1, 2, 3 ve 4. şıklarla ilgili bilgiler, ilgili konularda verilmişti. Şimdi yakınlık-lı istidlal hakkında bilgi verelim:

Bir kelimenin, diğer bir kelimeye veya müstakil bir cümlenin, diğer müsta­kil bir cümleye atıf harflerinden biriyle atfedilmesi suretiyle, ikinci kelimenin ve­ya ikinci cümlenin hükmünün birinci kelime veya cümlenin hükmünün aynı olabilir mi? Sorusuna Hanefîler müsbet cevap vermezler. Şafiiler ise, iki kelime ve iki cümlenin hükümlerinin eşit olacağı kanaatindedirler.

Şâfiilere göre, "Ahmed ve Muhammed geldi"

denilse, Ahmed tek başına bir hüküm ifade etmez. Bu hüküm hem Ahmet, hem Muhammed için geçerlidir.

Aynı şekilde, "Namaz kılınız ve zekât veriniz" âyetinde, "Zekât veriniz" cümlesi, "Salat kılınız" cümlesi üzeri­ne atfedilmiş olduğu için, iki cümlenin hükmü aynıdır. Namaz kılmakla mükel­lef olanlar, zekât vermekle de mükelleftirler. Çocuklar ise, namaz kılmakla mükellef olmadıkları için, zekât vermekle de mükellef değildirler. Bu istidlal yo­lu Hanefilere göre doğru değildir. Çünkü bu âyette çocuğun namaz kılmakla mü­kellef olduğuna dair bir delil ve emare yoktur. Çocuğun namazla mükellef olmadığı, hadisiyle sabittir. Üstelik bu iki cümle müsta­kildir ve her birinin hükmü de müstakildir.

"Ahmet ve Muhammed geldi" cümlesinde, ma´tuf nakıs bir cümledir. Ah-med ve Muhammed aynı hükmü taşımaktadır. Cümle, "Ahmet geldi ve Muham­med gitti" şeklinde olsaydı, iki müstakil cümle olacağından, iki cümlenin hükmü de değişik olacaktı.

Bunlar da gösteriyor ki, Hanefilere göre yakınlıkla istidlal, muteber bir yol değildir. Bununla şer´i bir hüküm çıkarılamaz.

5. FASIL BEYÂN VE EDATLAR

I- Beyân

A. Beyânın Tarifi

Beyân, lugatta izhar etmek, tebyin etmek ve açıklamak manalarına gelir.

Istılahta bir şeyin -fiil olsun, söz olsun- sebkmdan sonra o şeyde, maksat ne olduğunu önceki söze veya fiile tealluk eden ve münasebeti bulunan bir ke­lam (söz) veya fiil ile izhar etmeye beyan denir. Yani söylenen bir sözden veya­hut yapılan bir işten ne kasdedildiğim söz veya fiil ile açıklamağa beyan denir. mesela, namaz kılınız" âyetini Peygamberimiz (s.a.s): ben nasıl namaz kılıyor isem siz de öyle kılınız" hadisiyle beyan etmiştir (açıklamıştır). Bu hadis, peygamberin namaz ile ilgili fiilini beyan eden bir delildir.

Beyân bir nev´i delildir; gayesi yeni bir şey ortaya koymak değil, mevcut olan fakat kapalı olan hususu açıklığa kavuşturmak, ve keşfetmektir.

B. Beyânın Nevileri;

Beyân´ın beş nev´i vardır:

a. Beyânu´t-Takrîr.

b. Beyânu´t-Tefsîr.

c. Beyânu´t-Tağyîr.

d. Beyânu´t-Darûre (zaruret):

e. BeyâmTt-Tebdîl (Nesih): Burada beyân´ın nev´ilerini ayrı ayrı izah edeceğiz.

A. Beyânu´t-Takrîr:

Beyânu´t-Takrîr, bir kelâmı (sözü) mecaza veya hususa hami etmeğe ihtimal vermeyecek şekilde bir şey ile te´kit etmektir. Yani kelam hakikat ise mecaz ihtimalini, kelam âmm ise husus (has) ihtimalini kendisinden bir şey ile kesip atan bir şeyle açıklamağa beyânu´t-Takrîr denir.

1. Hakikate misâl: "İki kanadiyle uçan bir kuş yoktur ki..." âyetinde "kuş dan murad bildiğimiz havada uçan kuştur. Çünkü iki kanadiyle" kelamı, bunun hakika­ten kuş olduğunu te´kid ve teyit etmektedir. İşte "bicenneyhi" lafzı beyânu´t-takrîrdir. Tâir: Kuş lafzı kinai olarak postacı ve müjdeci için de kullanılır. Artık bu âyette Tâir´in bu manaya hamli mümkün değildir.

2. Âmm´a misal:

"Meleklerin bütünü birlikte secde ettiler" âyetinde melâike; melekler lafzı âmmdır. Bu âmm lafzın akabinde " bütünü" lafzı kullanıldığı için tah­sise ihtimali kalmamıştır. İşte "küllühüm" lafzı beyânu´t-takrîrdir. Âyetteki "ecmeûn" kelimesi de bir tefsir mahiyetindedir ve meleklerin birlikte secde et­tiklerini belirtmektedir.

B. Beyânu´t-Tefsîr:

Beyânu´t-Tefsîr, kendisinde hafâ (kapalılık) olan bir hususu açıklığa kavuş­turmaktadır. Mesela mücmel, müşterek, müşkil, hafi lafızları, manası açık ol­mayan lafızlardandır. İşte kendilerinde mana yönünden hafâ (kapalılık) bulunan bu lafızlardan ne kasdedildiğini, bir söz veya bir fiil ile açıklamağa beyânu´t-tefsîr denir. Burada ifade edelim ki kapalılık kesin bir delille açıklanmalıdır. Şa­yet kapalılık zannî bir delil ile açıklanırsa ona müevvel ismi verilir.

2. Mücmele misal:"namaz kılınız" âyetinde sa-

lat; namaz lafzı mücmeldir. Peygamberimiz (s.a.s.) bunu kendi fiilleriyle izhar etmiş ve "ben nasıl namaz kılıyorsam siz de öyle kılınız" buyurmuştur. İşte pey­gamberimizin bu fiilleri ve sözleri bir beyanu´t-tefsir mahiyetindedir. "zekât veriniz" âyetinde zekât kelimesi mücmeldir. Bu müc-

mel lafız mallarınızın kırkta birini zekât ola­rak veriniz" hadisiyle tefsir edilmiştir.

2. Müşterek´e misâl: boşanmış kadın­lar kendi kendilerine üç kur beklerler" âyetinde kur müşterek bir lafızdır. Eş sesli olan bu kelime, hayız ve tuhur manalarını ifade etmektedir. Ancak bu lafız

hadisiyle hayız olarak tefsir edilmiştir.

3. Müşkilemisal: "âyetinde müşkil bir lafızdın Müşkil olan bu lafız, aynı âyetin akabinde bulunan cümlesi ile tefsir edilmiştir.

4. Hafî´yemisal: âyetinde kapa­lılık vardır. Bu ayette hangi miktarda mal çalanın eli kesileceği belirtilmemiştir. Fakat bu âyetteki bu kapalılık B hadisiyle tefsir edi­lerek giderilmiştir.

Bir şahıs karısına deyip bununla "talakı kasdettim" dese, bu açıklama beyanu´t-tefsirdir.

Beyânu´t-tefşîr, kelâm´a bitişik (el-Mevsûl) veya ayn (el-Mefsûl) olabilir. Beyân´ın maksadını açıkladığı kelâm´dan ayrı olması yani tarih itibariyle ondan sonra gelmesi, onu beyan olmaktan çıkarmaz. Ancak bazı mütekellimîn fakihle-rine göre müşterek, mücmel gibi manaları kapalı lafızdan sonra beyan gelemez. Çünkü o takdirde hitab´dan maksad anlaşılamaz, maksat da anlaşılamadığı gibi onunla amel etme imkânı bulunmaz. Böyle bir teklîf, teklîfu mâla yutak olur. Hanefîler bunlara cevaben şöyle derler: İnsan, mücmel gibi bir lafız gelince ona inanacak ve onun açıklanmasını beklevecek, açıklandıktan sonra da onunla amel edecektir. Nitekim namaz, zekât, hac, oipuç ile ilgili hitablar böyle olmuştur. Onları peygamberimiz açıklamıştır.

C. Beyânu´t-Tağyîr:

Kelâm´ın sadrının yani sözün evvelinin mucebini, ona bitişik bir diğer söz ile tağyîr ederek, ilk sözden asıl maksadı açıklamaya beyânu´t-tağyîr denir. Bi­lindiği gibi kelâm´m bir evveli, bir de nihayeti vardır. İşte kelâmın nihayetiyle, kelâmın evvelinin muktezasımn değiştirilmesi, beyânu´t-tağyîr´dir.

Hanefîlere göre, istisna, tahsîs, şart, sıfat, gaye ve bedel-i ba´z, beyânu´t-tağyîr kabilindendir. Mütekellimîn fukahasına göre bunlar beyânu´t-tağyîr değil beyânu´t-tefsîr´dir. Mütekellimîn bu konudaki görüşlerini tahsîs delili bölümün­de vermiştik. Şu hususu da ilave edelim ki mütekellimîn fukahası; istisna, şart, sıfat, gaye ve bedel-i ba´z´ı, tahsis´in bölümleri olarak kabul ederler. Meselâ, âyetinde kavli, tahsis kabilinden bir beyânu´t-tağyır´dir. Çünkü kavlini tahsis etmiştir,

aa. Tahsîs:

Tahsîs mefhûmu hakkında kâfi derece âmm bölümünde bilgi verilmişti. Bu­rada bu ıstılah üzerinde kısaca durulacaktır. Şâfiîler tahsîs deliline beyânu´t-tefsîr derken Hanefîler buna beyânu´t-tağyîr demektedirler.[25]

Hanefîler tahsîs delili, âmm´a mukârin (onunla beraber) olunca ona beyânu´t-tağyîr derler. Ondan sonra gelirse, yani tarih itibariyle ondan sonra gelirse, ona da cüz´î nesh denir. Hanefîler, kelâm´ın bir bölümü olan istisna, gaye, sıfat ve şart´a tahsîs ismini vermezler.

Şâfiîler, tahsîs delili, ister âmmla beraber (muttasıl) ve kelâmın bir parçası olsun, ister kelâm´dan ayrı (munfasıl) olsun -ona beyânu´t-tefsir derler.[26] Bu ihtilâfın neticesi şudur: Hanefilere göre mutlak âmm, hass gibi, içerisine aldığı fertler bakımından kat´iyyet ifade eder. Âmm katiyyet ifade ettiği için, tahsîs delili onun hükmünü tağyîr eder. Bu bakımdan tahsîs bir beyânu´t-tağyîrdir ve ancak âmmla beraber (muttasıl) olacak, kelamın bir bölümü olmayacağı gibi ke­lâm´dan ayrı (munfasıl) olmayacaktır. Ayrı tarihte gelen delile tahsîs değil cüz´î nesh denir.

Bu konuyu şöyle özetleyebiliriz:

Hanefilerin Görüşleri:

1. Âmm katiyyet ifade eder.

2. Tahsis delili, âmm´a mukarin yani onunla beraber olacak, fakat kelâ-sırı bir bölümü olmayacaktır.

3. Tahsise beyânu´t-tağyîr denir.

4. Âmm´dan tarih itibariyle sonra gelen ve onun fertlerinden bir kısmını hü­kümden çıkaran delile cüz´î nesh denir.

5. Şart, sıfat, gaye ve istisna gibi kelamın bir parçası olan delil tahsîs´in bö­lümleri değil, fakat beyânu´t-tağyîrin bölümleridir.

Şafiîlerin Görüşleri:

1. Âmm zan ifade eder, 2. Tahsis delili âmm´a mukarin olduğu gibi ondan ayrı da olabilir. 3. Tahsis beyânu´t-tefsîrdir, beyânu´t-tağyîr değildir. 4. âmm´­dan ayrı olan delil, âmm ile amel olunmadan önce gelmiş ise ona beyânu´t-tefsîr denir, nesh denmez. Ancak amelden sonra gelirse nesh denir. 5. İstisna, gaye, sıfat, şart gibi kelamın bir bölümü olan deliller de tahsîsdir.

Bb. İstisna:

İstisna, illa: gibi bir edat ile ilk cümlenin hükmünden bazı fertlerin dı­şarıda bırakılmasına denir. Hükmün dışarısında bırakılan fertlere müstesna, hük­me dahil olan fertlere ise müstesna minh denir.

Mesela, mecnun ve çocuklar hariç (müstesna) her insan mükelleftir cümlesinde, her in­san sözü müstesna minh, "el-mecânin ve´s-sağaîr: mecnûnlar ve çocuklar" sözü de müstesnadır.

İstisna, istisha-i muttasıl ve istisna-i munkati kısımlarına ayrılır. İstisna-i muttasılda müstesna ile müstesna minh cins bakımından müttehit­tirler. Mesela, "Kasırların hibesi müstesna, her hi­be caizdir" ibaresinde olduğu gibi.

İstisna-i munkatı´da müstesna ile müstesna minh aynı cinsten değildirler. Meselâ, Her hibe caizdir, gasb müstesna" cümlesinde ol­duğu gibi.

Hanefilere göre, istisna-i muttasılda müstesna min´in hükmü malumdur, fa­kat müstesnanın hükmü beyan edilmemiştir. Mesela: Herkesin ahş-verişi caiz­dir, kasıriannki müstesna. Burada kasırların bey´ ile ilgili hükmü belli değildir. Fakat Şafiilere göre, istisna-i muttasılda hem müstesnanın, hem de müstes­na minh´in hükümleri malumdur .Yukarıdaki misali, bunlar şöyle değerlendiri­yor: Kasır olmayanların beyi, caiz, kasıriannki ise caiz değildir.

Aynı şekilde Şafiilere göre, istisna-i muttasılda, müstesna minh´in hükmü olumlu ise, müstesnanın hükmü olumsuz, olumsuz ise, onun hükmü olumludur. Müstesna minh, müstesnanın lafzıyla olunca, ondan daha az olmamalıdır, Az olduğu takdirde, istisna lağv olur. Mesela, "üç dirhem müstesna olmak üze­re, üç dirhem borcum vardır" denilemez. Fakat, "iki dirhem müstesna olmak üzere üç dirhem borcum vardır" denilebilir. Bununla bir dirhem borç itiraf edilmiş olur. ,

Ancak Ebû Yusuf´a göre müstesna, müstesna minh´den miktar itibariyle az olmalıdır. Mesela, "iki dirhem müstesna olmak üzere üç dirhem borcum vardır" denilemez. "Bir dirhemi müstesna olmak üzere üç dirhem borcum vardır" deni­lebilir. Çünkü bu takdirde müstesna minh 2 olup, 1 olan müstesnadan miktar itibarıyla fazladır.

Arapça olarak, Sen üç talak boşsun, iki talak müstesna) denilse, bir talak olur. Pakat(Kölelerim azaddır, kölelerim müstesna) denilse, istisna lağv olup, bütün köleler azad edilmiş olur.

Aynı şekilce, (Üzerimde üç dirhem borcum vardır, üç müstesna, iki müstesna) denilse, dört dirhem borç ikrar edilmiş olur. Çünkü birinci müstesna, hali üzere kalır. İkinci müstesna minh bir­dir. Toplamı dört eder.

İstisna, birbirine atfedilmiş cümlelerden sonra gelirse, istisna son cümleye ait kabul edilir. İmam Şafii´ye göre ise, bütün cümlelere aittir. Mesela, Nûr sû­resinin 4. âyetindeki istisna, Hanefilere göre, son cümle olan munsarıftır. Şafiilere göre ise bu istisna, o cümleye de munsarıf olduğundan, tevbeden sonra şehadetleri kabul edilir.

"Nefislerine mağlup olan gafil kimselerden başka bütün insanlar Allah´a ibadette bulunurlar" cümlesinde, "bütün insanlar" sözü âmmdır. "Nefislerine mağlup olanlardan başka" sözü de bir istisna olup, o âmm sözü takyid etmiştir. Bu sebeble bu da bir beyan-ı tağyirdir.

cc. Şart:

Bir işin meydana gelmesini, diğer bir işin meydana gelmesine bağlamaya şart enir.

"Boş ol" sözü, talâkın vukuu için bir sebep ve illettir. Fakat "şu eve gider­sen, boş ol" sözünde talâkın vukuu bir şarta bağlanmıştır. Şart tahakkuk etme­yince, talâk da meydana gelmeyecektir. Şu halde, burada "Şu eve gidersen" şartı, talâkın illet ve sebebi olan "Boş ol" sözünü tesirsiz hâle getirmiştir. "Boş ol" sözünün tesirini icra etmesi, şartın tahakkukuna bağlıdır.

Şâfiîlere göre şart, illeti tesirsiz hâle getiremez. Ancak bu şart talâk olayına manî olur. Yâni illet vardır, hükmün meydana gelmesine şart mânidir. Şart ta­hakkuk ederse, hüküm de meydana gelir.

Hanefîler ile Şafiîlerin bu konudaki görüş farkım ortaya koymak üzere bir misâl verelim: Bir şahıs bir kadına "seninle evlenirsem boş ol" dese, hanefilere göre, o kadınla evlenirse talak hadisesi vuku bulur, Şafiilere göre vuku bulmaz. Çünkü Şafiiler, "boş ol" sözünü söyleyince hemen işleme tabi tutarlar ve bu iki­si arasında evlilik akdi bulunmadığı için bu sözü lağv olarak kabul ederler. Ha-nefiler ise, "boş ol" sözünü şartın meydana gelmesinden sonra işleme tabi tutarlar. Evlilik akdinden sonra talak hadisesinin meydana geldiğim ifade ederler.

Bazan bir işin meydana gelmesi, birden fazla şartın meydana gelmesine bağlı olabilir. Mesela bir şahıs, "şu eve gidersem, sununla konuşursam zevcem boş olsun" dese, iki şart tahakkuk etmeden talak hadisesi meydana gelmez.

dd. Sıfat:

Meselâ, "Bu akarın gelirini, fakîh olan fakirlere vakfettim" sözünde "fakîh" kelimesi, "fakirler" kelimesinin sıfatıdır. İşte burada akarın geliri fakih olan fa­kirlere tahsis edilmiştir.

ee. Gaye:

Meselâ, "bu fakire bu ayın sonuna kadar yardım et" denilse, "bu ayın so­nuna kadar" sözü, bir gaye olarak "bu fakire yardım et" sözünü takyid ve tağ­yir etmiş olur. Bu duruma göre ayın sonundan sonra yardım yapılması uygun olmaz.

ff. Bedel-i Ba´z:

Bedel-i ba´z da beyân-ı tağyir kabilindendir.

Meselâ, yetinde, kısmı, her insana haccın farz olduğunu ifade etmektedir. kısmı ise, bedel-i ba´z olup, haccetmenin gücü ye­tenlere farz olduğunu beyan etmiştir.

D. Beyânut-Tebdîl:

Beyânu´t-tebdîl, nesh demektir. Bu konu, nesh bölümünde işlenecektir.

E. Beyânu´z-Zarûret:

Delâletin lafzı ve gayr-i lafzı kısımlarına ayrıldığını söylemiş ve hanefilerin gayr-ı lafız (lafız olmayan) delalete zaruret beyanı dediklerini ifade etmiştik.

Beyân-ı zaruret, açıklamaya ihtiyaç duyulan bir hususu, söz yerine genellik­le sukut veya fiil ile bir nevi açıklamaktır.

Bu da dört kısma ayrılır:

1. Mantûk (söylenen) hükmünde olan meskûtun anh (söylenmeyen), beyân-ı zaruret kabilindendir.

Mesela, "Eğer (ölenin) çocuğu yoksa ve ebeveyni varis olmuşsa, anasına üçte bir (hisse) vardır"[27] âyetinde an­nenin miras hissesi söylenmiş, fakat babanın hissesi söylenmemiştir. Fakat ba­banın söylenmeyen hissesi söylenmiş gibidir. Çünkü babadan başka varis yoktur. Şu halde annenin hissesi üçtebir olduğuna göre, geri kalan 2/3 (üçte bir) hissenin babaya ait olduğu anlaşılır.

Bir kişi, ortağına "Kazandığımız malın yansı senin olsun" dese, diğer yarı­sı da benim olsun demiş gibi olur.

2. Hz. Peygamber´in (s.) herhangi bir fiili görüp, bir sözü duyup susması, beyan-ı zaruret kabilindendir. Çünkü O´nun, başkalarının fiil ve sözleri karşısında kutları, o şeylerin meşru oldukları hakkında birer beyandır, onları tas­vip etmektir.

Müctehidlerin de herhangi bir ilmi konuda sükut etmeleri, o fikri kabul et­tiklerine delalet eder. Çünkü "Haksızlık karşısında susan, dilsiz şeytandır" sö­zü, müctehidlerin fikirlerini beyan etmelerini gerektirir.

3. İhtiyaç zamanında sükut dahi beyân-ı zaruret kabilindendir. Mecelle de (madde: 67) "Sâkite bir söz isnad olunamaz. Fakat marız-ı hacette sükut, beyandır" denilmektedir. Söylenmesi gereken bir yerde susmak doğru değildir. Bu durumda susana bir söz isnad edebilmek için onun hal ve tavrı önemlidir. Kişinin hal ve hareketlerinden susmasının ne manaya delalet ettiği anlaşılır.

Meselâ, reşid bir kızın nikâh esnasında susması, nikâha razı olduğuna dela­let eder.

Aynı şekilde velinin reşid olmayan, mümeyyiz bir çocuğunu alış-veriş ya­parken görüp, onun alış-verişine müdahale etmemesi, ona izin verdiğine delalet

eder.

4. Söz uzamasın diye bazı kelimeleri söylememek (hazfetmek) zaruret beya­nı kabilindendir.

Mesela, (Benim yüz bir dirhem-lira borcum vardır) sözünde den sonra kelimesi, söz uzamasın diye söy­lenmemiştir. Fakat ikinci dirhem buna delalet etmektedir.

2 EDATLAR (HURÛFU´L-MEÂNİ)

Kelimeler, bilindiği gibi isim, fiil ve harf kısımlarına ayrılır. Harfler iki kı­sımdır. Bir kısmı, manası olmayıp kelimeleri meydana getiren harflerdir ki bun­lara hurûfu´l-mebâni denir. Diğer bir kısım ise müstakil bir mana ifade etmeyip ancak başka bir kelime ile bulunduğu takdirde bir mana ifade eden harflerdir ki bunlara da "hurûfu´l-meâni" "edat", "bağlaç", "zarf" denir. Atıf harfleri, cer harfleri, istisna edatları gibi.

A. Atıf Harfleri:

B. Cer Harfleri:

Harfi çerlerin, hukuku hükümleri ifade etmesi bakımından başhcaları şun­lardır:

C. İstisna Kelimeleri:
D. Zarf İsimler:
E. Şart Kelimeleri:
F. İstifham Edatları:

Hurûfu´l-Meânî, Nahiv ilminin konuları arasında bulunur. Biz burada hurûfu´l-Meânî´nin, hukukî hükümlere nasıl tesir ettiğini bir misalle anlatmaya çalışalım: "Şayet namaz kılmayı murad ederseniz, yüzünüzü, ellerinizi dirsekle­re kadar yıkayınız, başınızı meshediniz, ayaklarınızı topuklara kadar yıkayınız´´. İslam hukukçuları, bu âyette bulunan ilâ ve bâ harfi çerleri ile vav ve fâ atıf harflerini değişik şekillerde değerlendirmişlerdir, tmâm Züfer, ellerin dirseklere kadar yıkanacağım, dirseklerin yıkamaya dahil olmadı­ğını ifade etmiştir. Ebû Hanife, Ebû Yusuf, İmam Muhammed ise ilâ harfi cerri´nin maâ (beraber) manasına geldiğini ileri sürerek, dirseklerin yıkamaya dahil olduğunu ifade etmişlerdir. İmam Şafiî, "fâ´nm tâkib manasını ifade etti­ğini Heri sürerek, abdeste sıra tertibinin farz olduğu kanaatine varmıştır. Hane-filer ise "vâv"m mutlak cem ifade ettiğini ileri sürerek abdeste sıra tertibinin farz olmadığını ifade etmişlerdir.



--------------------------------------------------------------------------------

[1] Âmidî, I,17

[2] Nûr, 56.

[3] Bakara, 275.

[4] Bakara, 233.

[5] Bakara, 187.

[6] Nahl, 43.

[7] Âl-i İmrân, 159.

[8] İsrâ, 23.

[9] Nisa, 10.

[10] Nisa, 23.

[11] Mâide, 3.

[12] Nisa, 100.

[13] Tevbe, 36.

[14] Buhârî, Vüdaf 68; Müslim, Taharet, 94.

[15] Bakara, 222.

[16] Buhârî, Zekât, 38; Ebû Dâvûd, Zekât, 5; Muvattâ, Zekât, 23.

[17] Nîsâ, 25.

[18] Nisa, 24.

[19] Tevbe, 80.

[20] Nisa, 23.

[21] Âl-i İmrân, 130,

[22] Bakara, 178.

[23] Mâide, 45.

[24] Menâfi´, s. 132; Şâkiru´l-Hanbelî, s. 208.

[25] Mir´ât, s. 345.

[26] Serahsî, Usûl, II, 29.

[27] Nisa, 11.