Yüce Allah´ın Fiilleri

Allahu Teâlâ´nın Fiilleri
HALKI EF´AL-İ İBAD
Cebriye Mezhebi
B) Kaderiyye Ve Cumhurr Mü´tezile Mezhebi
C) Eş´ariyye Mezhebi
D) Matürîdîyye Mezhebi
Hayır Ve Şer
A) Mutezile Mezhebi
B) Ehli Sünnet Mezhebi Ve Delilleri
Kaza Ve Kader

DÖRDÜNCÜ BÖLÜM

Allahu Teâlâ´nın Fiilleri

Hak Teâlâ´mn Fiilleri, Zât llâhî´nin muktezâsı ve icabı olma­yıp, İlim, İrade, Kudret ve Tekvin sıfatlarının birer taallûku olarak «mümkinât» denilen câizâttandır. Hikmet-i ilâhiyye´ye uygun ola­rak vukua gelen bu fiiller, sıfât-i zâtiyye gibi «vâcibat» dan değil­dir. Çünkü Hak Teâlâ´mn Fiilleri, Zâtullah´dan, îcâb tarikiyle zarurî olarak sudur etmez. Zira; hayat, ilim ve kudret sahibi olan Allah´ın Fiilleri, şüphe yok ki O´nun kudret, irade ve ihtiyarıyla meydana gelir. Esasen, kudret ve irade eseri olmayan fiillere, fiil demek caiz değildir. Meselâ güneşten çıkan ışık ve ısı, güneşin fiili midir? Ha­yır. Çünkü fiil, irade ve kudretle yapılır. Işık ve ısı ise, güneşten zarurî ve tabiatı icabı olarak meydana geldiği için, ışık ve ısı gü­neşin fiili olmayıp, ancak Hak Teâlâ´mn ona verdiği tabiat ve kuv­vetin bir eseridir. Şüphe yoktur İd Allah´ın Fiilleri, güneşin ışığı cinsinden zaruri bir eser olmayıp, Hak Teâlâ´mn irade ve ihtiyarıy­la meydana gelen bir fiildir. Esasen fiil, hayat ve şuuru olmayan cansız varlıklardan değil, hayat, irade ve kudreti olan canlı varlık­lardan meydana gelir. O halde her hayat sahibinin kendine mah­sus bir fiili vardır. Hak Teâlâ, en yüce ve en mükemmel hayatın sahibi olduğu için, O´nun fiilleri de en yüce ve en mükemmeldir.

Sıfatullah bahsinde Hak Teâlâ´mn bütün kemal sıfatlarla mut-tasıf, en mükemmel ve en yüce varlık olduğunu gördük. Bütün pey­gamberler, bütün mukaddes kitaplar ve her akl-ı selim, Hak Teâlâ1* mn en mükemmel bir hayat, en geniş bir ilim ve en kuvvetli bir ira­de ve kudret sahibi, dolayısıyla dilediği fulleri yapan «Fâil-i Muhtar»

olduğuna şahadet etmektedir. Hülâsa bu kâinattaki her türlü canh ve cansız varlıklar, O´nun bir «Fâil-i Muhtar» olduğuna delâlet eder.

Hak Teâlâ´nm Fiilleri Zât-i ilâhî ile kaaimdir. Selef ulemâsına göre bu fiillerin herbirinin birer hakikati vardır. Bu fiiller başlıca tiç gurupta mütalâa olunabilir :

Halk ve icâd : Yaratma´nın her türlüsü,

Bi´set : Peygamberler göndermek,

Ba´s : Ölüleri diriltmek ve kabirlerinden çıkarmak.

Peygamber göndermek, Peygamberlik ve onunla ilgili konular geniş olduğundan ve Özel bir önem taşıdığından «Nübüvvât» adı ve­rilen kısımda, Ölümden sonra dirilmek, dirilmenin keyfiyyeti,_Haşir ve Nesir, Sırat ve Hesap, Cennet ve Cehennem gibi Ba´s ve İkine? Hayat´Ia ilgili «Galbiyyât» denilen konular da, özellik ve önemlerin­den, «Sem´îyyât» adı verilen diğer bir kısımda olmak üzere, kita­bımızın ikinci cildinde incelenecek ve bu konularda etraflı bilgiler verilecektir.

Bu bölümde ise, halk ve icâd denilen «yaratmak» fiili ile ilgili en önemli konulan göreceğiz. Bu konuların başında, kâinatın ya­ratılması gelmekte ise de, Kelâmcılar ve Filozoflar arasında uzun ve çetin tartışmalara sebebiyet verdiğinden, bu konunun incelen­mesini daha geniş ve müsait bir fırsata bırakmayı uygun buluyo­ruz.

Bundan sonra dikkatle incelenmesi gereken konu, Kelâmcılar arasında «Malk-ı erâl-i ibâd» adıyla anılan, «Kulların ihtiyari ola­rak yaptıkları fiillerin yaratılması» meselesidir. Bu konu önemli ol­duğu kadar da, zor ve insan aklını acze düşüren çetin ve karışık bir konudur. Fakat, îmân esaslarından biri olarak inanmamız ge­reken «Kas» ve Kader» meselesini anlamak, bu konuyu anlamaya ve çeşitli görüşlerin esasını kavramaya bağlıdır. Bundan başka, Ha­yır ve Şer, Bızık ve Ecel mes´eleleri «Ef âl>i Ibâd» konusundaki mez-heb ve görüş ayrılıklarından doğan ve aynı esas ve ihtilâfa daya­nan fer´î mes´elelerdir. İşte bütün bu sebeblerle, Hak Teâlâ´nm halk etme (yaratma) fiili ile ilgili olan bu konuyu öne alarak inceliye-ğiz.[1]

I HALKI EF´AL-İ İbad

(Kulların Yaptığı îşlerin Yaratılması)

Kelâmcılar arasında çeşitli görüş ayrılıklarına ve çetin tartış­malara sebebiyet veren bu mühim kelâm mes´elesini incelemeye, her mezhebin görüşünü ve delillerini beyâna geçmeden önce, bu mes´e^ lenin hangi esastan ve nasıl doğduğunu kısaca belirtmeyi lüzumlu buluyoruz.

Malûm olduğu üzere insan, kâinatta mevcut yaratıkların en mükemmelidir. İnsan, Yüce Allah´ı bilmek ve O´na ibadet etmek için olduğu kadar, bu dünyayı îmâr etmek için de yaratılmıştır. Bu sebeple Hak Teâlâ insana, her türlü maddî vasıflar yanında, onu diğer varlıklara üstün kılan ve insan yapan, akıl ve ruh gibi iki ma­nevî cevher vermiştir. O, akıl ve iradesiyle, diğer varlıkların yapa­mayacağı birçok işleri yapma kudretine sahiptir. İnsana verilen bü­tün bu melekelerin menşei ve maadan. Allah´ın kemâl sıfatlarıdır.

Fakat gerçek şudur ki; insana verilen bu sıfatların hiçbiri, tam ve sınırsız olmayıp, Allah´ın Kemâl Sıfatlarına nazaran çok noksan ve pek mahduttur. Zira insan, gerek aklı ve gerekse diğer beşerî sı­fatlan, belirli sınırlar içinde ve muayyen bir dereceye kadar kulla­nabilir.

Yani insan, iradesini ve diğer sıfatlarını kullanırken, muayyen ölçülere ve ilâhî kanunlara tâbidir. Gerçi iradesini kullanırken çe­şitli engeller ile karşılaşabilir. Fakat bu engellere rağmen insan, iradesini kendi sınırlan içinde kullanmakta ve dilediği istikamete yönelmekte serbesttir.

Hülâsa insan, muayyen ölçü ve sınırlar içinde hareket edebile» hür bir varlıktır. O halde insanın kendi ihtiyariyle yaptığı bir ta­kım işler vardır. Ve yaptığı bu gibi işlerden de sorumludur.

İşte bu sebebledir kî ilâhî dinler, akıl, irade ve ihtiyar sahibi olan insanları, bir takım ibadet ve vazifeleri .yapmakla mükellef tutmuş ve yaptığı her iş karşılığında ceza veya mükâfat verilece­ğini bildirmiştir.

O halde din nazarında insanlar, irade ve ihtiyarlan sebebiyle mükelleftirler ve bu «teklif esası» na istinaden sevab ve ikaba müs­tahak olurlar. Aksi halde insanlar, mükellef ve yaptıkları işlerden mes´ul ve sorumlu olmazlar. Teklif ve mes´uliyet (sorumluluk), se­vap ve ikab esaslarını kabul etmemek ise, bütün ilâhî dinlerin esas ve gayesine aykırıdır.

Diğer taraftan, eğer insanlar yaptıkları her işi mecburî oîaraji yaparlar diye düşünsek, cebir lâzım gelir. Yani insanlar, ihtiyarlan olmadan yaptıkları işlerden sorumlu tutulmuş olurlar ki, bu, ilâhî adalete aykırıdır.

İşte kulların kendi ihtiyarları ile yaptıklan işler, bir tarafdan çok mühim dînî bir esas olan «Teklif ve Mes´uliyet» kâidesiyle ilgi­lidir. Diğer tarafdan da, Hak Teâlâ´nın Vahdaniyyeti ve yaratma. (icad ve halk) sıfatında yegâne Halik olmasiyle ilgilidir.

Bu bakımdan insan, birbiriyle zor bağlaşan iki esaslı inanç-karşısmda kalıyor :

Birincisi : «Allah her şeyin halikı (yaratıcısı) dır.» [2] âyetine uyarak, Hak Teâlâ´nın yegâne yara­tıcı olduğuna ve bu sıfatda hiç bir ortağı bulunmayacağına inan­maktır.

İkincisi ise: Kul, Allah´ın emirlerine uymak, yasaklarından kaçınmakla mükellefdir. Emirlerine uyarsa sevaba, nehiylerinden kaçınmazsa ikâba müstahak olur, diye inanmak... Fakat bu ikinci inanç bizi, kulun ihtiyariyle yaptığı işlerden sorumlu olabilmesi için, o işleri bizzat kendisinin îcadetmesi gerekir, neticesine götüre­bilir. Bu netice ise, «Allah her şeyin yegâne halikıdır.» diyen birinci esasa aykırıdır.

İşte inanmamız gereken bu iki esas arasındaki bu çelişkinin kaldırılmasının zorluğu, insan aklını tereddüde ve ihtilâfa düşürmüş ve bu konuda bir çok mezheblerin doğmasına sebebiyet vermiştir.

İhtilâfın Esası :

İnsanların «Ef´âl-i ihtiyariye» denilen, kendi irade ve ihtiyar-lariyle yaptıkları işleri yaratmak, Allah´ın fiillerinden midir? YaniE bu ihtiyarî fiillerin halikı Hak Teâlâ mıdır, yoksa bizzat o işin sa­hibi olan kul mudur? mes´elesidir.

Bu konudaki bütün mezhebler şu hususlarda ittifak halinde­dirler :

1- Hak Teâlâ, birdir, ortağı (şeriki) ve benzeri (nazîri) yoktur. O, ibâdete lâyık olan müstakil ve tek yaratıcıdır,

2- Allah, bütün yaratıkların zatları ile, kullann (uyumak, büyümek, hazmetmek gibi) iradeleri olmadan izdırârî ve zorunlu olarak yaptıkları fiillerin yaratıcısıdır.

3- Kullann kendi irade ve ihtiyarlanyla yaptıkları fiiller, bizzat Allah´ın fiilleri olmayıp, o kulun fülidir. Çünkü fiil, hakikat-, ta, o işi bilfiil yapan zâta isnad edilir. Meselâ yemek fiili, yiyen in­sana, içmek fiili, içen insana, yazmak ve okumak fiilleri de, bizzat okuyan ve yazan insanlara izafe ve isnâd edilir. Zira bir fiili "işle­mek başka, o fiili yaratmak başkadır. O halde Kelâmcılar ve Filo­zofların ihtilâf ettikleri husus, «Kulların kendi ihtiyarlanyla yap­tıkları işlerin yaratıcısı kimdir?» meselesidir.

Bu konudaki en meşhur görüşler, şu dört mezhebdedîr :

1- «Cehmiyye» adıyla anılan Cehm b. Safvan´ın mezhebi.

2- Mû´tezile ulemâsının büyük çoğunluğunca da benimsenen «Kaderiyye» ve «Cumhûr-ı Mû´tezile» mezhebi.

3- «Cebr-i Mutavassıt» olduğu söylenen «Eş´ariyye» mezhebi.

4- Cebir ve ihtiyarın tam ortasında görülen «Mâtürîdîyye»mezhebidir.

İlk iki mezheb, birbirinin nakîzi olan mutlak cebir ve mutlak ihtiyar esaslanna dayanan ve Cumhuru Ulema´ya göre bu konuda ifrat ve tefrite kayan bâtıl mezheblerdir.

Son iki mezheb ise, ifrat ve tefrit arasında bulunan mutavassıt hak mezheblerdir. Her ikisi de Ehl-i Sünnet mezhebinin görüşünü temsil ederler.

Şimdi bu mezheblerin her birini delilleri ile birlikte beyan ede­rek, bu konuda inanmamız gereken en doğru görüşün nasü olması gerektiğini izah edelim. [3]

Cebriye Mezhebi

1- Mezhebin Beyanı ve Delilleri :

Bu mezhebin görüşü ve delilleri şöylece özetlenebilir :

İnsan, kudret ve iradesi olmayan, âdeta, cansız ve hareketsiz bir varlık durumundadır. Havada sağa, sola rastgele hareket eden bir tüy, bir yaprak gibidir. Işığın güneşe isnad edilmesi gibi, yap­tığı işler de ona mecazen isnad edilir. Gerçekte ise, bu fiillerin hâ~ lıkı (Yaratıcısı) Allah´dır. Her fiil, Allah´ın mutlak kudret ve ira­desiyle insandan sudur eder. İnsan, bütün bu işleri yapmağa mec­bur, muzdar ve mahkûmdur. Vani; yaptığı işlerde kendisinin hiç­bir rolü yoktur. O işleri halkeden kendisi olmadığı gibi, kesbedip kazanan da kendisi değildir. Çünkü insan hiçbir kudret ve İradeye sahip değildir. O halde, hiçbir fiili Allah´dan başkasına, herhangi bîr mahlûkuna isnad etmek caiz değildir. Yüce Allah, insan üzerin­de, her türlü hareketlerini ve sükunları fiilen icra edip düzenler. Bu icraat ve hakimiyetin eseri insanda görülür. Hayır olsun, şer olsun, güzel veya çirkin olsun herşeyi yaratan Yüce Allah´dır.

2- Tahlil ve Tenkid :

Akl-ı selimin ve sağduyu sahiplerinin asla kabul edemiyeceğt bu görüş ile Cebriye, Hak Teâlâ´ya. hâşâ zulüm İsnad etmiş oluyor. Çünkü onlara göre, küfür, zina, adam öldürmek, hırsızlık ve her türlü kötülüğü yaratan Allah´dır. Bütün bu kötülükleri işlemekde insanın hiçbir rolü, kudret ve iradesi yoktur. Çünkü insan, o işleri yapmağa mecburdur. Buna rağmen Allah, bu gibi fena işleri ya­panlara azab verecektir!..

Böyle bir iddia, Yüce Allah´a zulüm isnad etmekten başka bir-şey değlidir. Çünkü Allah (onlara göre hiçbir kudret ve iradesi ol­mayan) kula hem ?meselâ? zina yaptırmış, hem de, niye yaptın ziye azab etmiş oluyor. Bunun zulüm olduğu aşikârdır. Allah´a zu­lüm isnâd etmek ise küfür ve dalâlettir. Çünkü Allah, her türlü noksandan münezzeh ve beridir. Çok kötü bir sıfat olan zulüm, pek büyük bir noksanlıktır. Zât-ı ilâhî böyle bir noksandan kesin­likle uzaktır. Nitekim Hak Teâlâ, birçok âyetlerde zulümden Zât-ı İlâhîsini tenzih buyurmuştur.[4]

Cebriye; böyle küfrü gerektiren bir sonuca varmamak için «insan, yaptığı işleri yapmağa mecburdur. Buna rağmen, irade ve kudreti bulunmadığı için, mükellef ve sorumlu değildir.» dese, mü­him bir dînî esas olan «Teklif ve Mes´ûliyet», «Sevab ve îkâb», «He­sap, Cennet ve Cehennem» mefhumlarını inkâr durumuna düşer ki, bunun nasıl bir küfür ve dalâlet (sapıklık) olduğu aşikârdır.

İnsana mutlak cebri isnad etmek suretiyle, onu cansız bir var­lıktan farksız ve değersiz bir hale düşüren bu mezhebin bâtıl oldu­ğunu beyan hususunda, daha fazla söz söylemeğe lüzum görmüyo­ruz.

Bu sebeple, bu çarpık fikir müslümanlar arasında tutunama­mış, kısa bir zaman sonra münkariz olmuş ve ortadan kalkmıştır.

Hayret edilecek bir cihettir ki :

Cebriye böyle yanlış ve bâtıl bir görüşe, Hak Teâlâ´yı tenzih ve O-nu tebcil etmek isterken düşmüştür. Çünkü, «Allahu Teâlâ bir takım sıfatlarla muttasıftır» dersek, Zât-ı îlâhî´yi mahlûkâtma benze´iniş oluruz. Bu bakımdan Yüce Allah, yalnız, mahlûkâtm asla vasıflandırılamıyacağı «fiil ve halk» sıfatlarıyla muttasıftır. O hal­de her türlü fiil ve icâd, yalnız Allah´a mahsustur. Kul hiçbir fiili yapmak ve yaratmak kudretine sahib değildir.» demişlerdir.

Mutlak cebir fikrini benimsemelerine delil olarak da; bazı âyetlerin zahirî mânâlarım ve ilm-i ezelîyi göstermişlerdir. Yânî :

«Allah ilm-i ezelîsiyle, her şeyi ve insanların neler yapacakla­rını ezelde bilir, tnsan, Allah´ın ilm-i ezelîsinin taallûk ettiği, ezel­de belli, sabit ve mukadder olan şeyler dışında bir şey yapamaz. Onları aynen yapmağa mecbur, muzdar ve mahkûmdur» demişler­dir.

Halbuki, Yüce Allah´ın, her şeyi daha Önceden ve vâki olma­dan bilmesi, o işi yapanın irade ve tercihi üzerinde hiçbir tesir yap­maz. Çünkü ilim; bilinmeyeni ortaya çıkarmak ve onu keşfettiren bir sıfat olduğundan, iradeye tesir ederek, ihtiyar ve seçme mele­kesini kaldıran bir kuvvet değildir. Yani Allah´ın ezelde herşeyi bil­mesi, ilminin herşeyi ihatası (kapsaması) insan iradesini ortadan kaldırıp, cebri icabettirmez. Zira, hâdiseler ve kulun yaptığı İşler, Allah´ın onları ezelde bilmesinden dolayı vukua gelmez. Belki Allah onları, vukua geleceği için bilir. Nitekim Astronomi ilmine vâkıf olan bir âlim senelerce sonra belirli gün, saat ve dakikada güneşin tutulacağını hesap ederek bilir. Zamanı gelince de güneş tutulur. Şüphe yok ki bu hâdise, Astrologun bilmesinden ve daha önce onu tesbit etmesinden dolayı vukua gelmedi. Gerçekte astrolog, o hâdi­senin olacağım bildiği için yazdı, işte bunun gibi, Hak Teâlâ´nın meselâ benim ilerde neler yapacağımı ezelde bilip yazması, o işi ira­demle yapmama mâni olup, beni o işi yapmağa mecbur etmez.

Bütün bu gerçekler, Cebriyenin görüşlerinin ne kadar mesnet­siz ve yanlış olduğunu ortaya koymaktadır. [5]

B) Kaderiyye Ve Cumhurr Mü´tezile Mezhebt

İ- Mezhebin Beyanı :

insandan kudret, irade ve ihtiyarı mutlak olarak kaldıran ve onu cansız bir varlıktan farksız hâle koyan Cebriye mezhebinin, mutlak cebir fikrine mukabil, Kaderiyye adıyla anılan ilk kaderci­lerle, Mû´tezile Relâmcılarımn ekserisi, insanın tam bir ihtiyar sa­hibi olduğunu, kendine mahsus bir kudret ve iradesi bulunduğunu, dolayısıyla yaptığı işlerin bizzat yaratıcısı olduğunu iddia etmiş­lerdir.

Cehm b. Safvân´m «Mutlak cebir» fikri karşısında, «Mutlak ih­tiyar» fikrini ortaya atan ve «ihtiyar» mezhebini kuran şahıs, «Gıy-l&n el - Dımışkî» dir.

Bazı tarihçilere göre «Kader» mes´elelerinde konuşan ilk şahıs Gıylân´dır. Bu sebeble, «Giylân el - Kaderi» (Kaderci Gıylân) adıyla şöhret bulmuş ve bu konudaki ısrarı yüzünden de öldürülmüştür. «Gıylân el - Dımşıkî» ile «Ma´bed el - Cühenî», «Kaderiyye mezhebinin doğmasına sebeb olan iki kaderiyyecidir.

«Vâsıl tbn-i Ata´» tarafından kurulan «Mû´tezile» mezhebi sâ-likleri de bu konuda aynı esas fikri benimseyerek, insanın kendi irâ­de ve ihtiyarıyla yaptığı işlerde, kaderin rolü olmadığını iddia et­tiklerinden, hasımları tarafından «Kaderiyye» adıyla anılmışlar­dır [6]

Gıylân´a göre insan, yaptığı işlerde mecbur olmayıp, muhtar dır. Dilediği şeyi yapmakta veya yapmamakta hürdür. Yani kulf kendi fiillerini yapmağa kaadirdir. Kaderin insan iradesi üzerinde veya yaptığı işlerde bir hükmü yoktur. Hayrı da, şerri de insan, kendi kudret ve iradesiyle yapar, veya onları kendi ihtiyarıyla yap­maz. Aksi halde insan, cansız bir varlıktan farksız olurdu. Bu tak­dirde ise, mükellef ve sorumlu tutulmasının, yaptığı işlere ceza veya mükâfat verilmesinin bir mânâsı olmazdı.

Vâsıl İbn-i Âtâ da; insanın yaptığı işlerde mecbur olmayıp, muhtar olduğu ana fikrini kabul ederek insanın, irade ve ihtiyarıyla yaptığı işlerin halikı (yaratıcısı) olduğunu iddia etmiştir. Daha son­ra gelen Mû´tezile reisleri de bu fikri benimseyerek, naklî deliller­le isbata çalışmışlardır.

Mû´tezilenin bu fikri benimsemesi, Sıfâtullah bahsindeki görüş­lerinin ve Hak Teâlâ´yı adaletle vasfetnıelerinin tabiî bir neticesi­dir. Adâlet-i ilâhîyyenin en tabiî icâbı, kullarını, ancak yapabilecek­leri ve yalnız kendi yaptıkları işlerden sorumlu tutmaktır. Allah´ın emirlerini yapmak ve yasaklarından sakınmakla mükellef olan in­sanın sorumlu olabilmesi ise, o insanın bu gibi fiillerini, kendi kud­ret, irade ve ihtiyarıyla yapabilmesine bağlıdır. Çünkü eğer Allah kullarını mükellef tutsa, fakat onlara, mükellef tuttuğu şeyleri yap­ma kudreti vermese, ?hâşâ? zâlim olurdu. Zulüm, hattâ zulmü ira­de etmek dahî, Hak Teâlâ hakkında muhaldir. Zira O, âdil-i mut­laktır. O halde kulun mes´ûl (sorumlu) olabilmesi için, yaptığı iş­leri kendi kudret ve ihtiyarıyla bizzat yaratması lâzımdır, diyorlar.

İşte Mû´tezile, insanların birtakım işleri yapmak diğer birtakım işleri de yapmamakla mükellef olduğunu, yaptığı işler karşılığında ceza ve mükâfat verileceğini görünce, dinde çok mühim bir esas olan «teklif ve mes´uliyet» kaidesi, ancak, kulun kendi ihtiyarıyla yaptığı işleri bizzat yaratmasıyla kaabil olur, demişlerdir.

O halde Mû´tezile´ye göre kul, kudret, irade ve ihtiyar sahibi­dir. Izdırarî ve zorunlu olmayan fiillerinin hâbkıdır. Bu gibi fiille­rin halikı, Hak Teâlâ değildir. Ancak insan, bu gibi işleri, Hak Teâlâ´-nm kendisinde yarattığı kudret ile yaratır. Yani insan, Cenâb-i Hakk´m kendisine verdiği irade ile dilediğini seçer ve verdiği kud­ret ile o şeyi bizzat yapar. Kul bu gibi işleri Allah´ın kendisine ver­diği kudretle yarattığından, Allah´ın yaratma sıfatında O´na şerik (ortak olmuş) olmaz diyorlar. Bu sözü de, sırf kulu mükellef ve yaptığı işlerden sorumlu tutabilmek için söylüyorlar.

Halbuki, biraz sonra göreceğimiz gibi, kulu mükellef ve yap­tığı işlerden sorumlu tutabilmek için, O´na hâhkıyyet (yaratıcılık) sıfatı vermek ve böylece Hak Teâlâ´ya mahsus olan yaratma sıfa­tında O´na bir nevi şerik koşmaya asla lüzum yoktur. Çünkü Allah yegâne Haliktır. Kul ise, irâde ve ihtiyarını o yönde kullanarak o işi yaptığı, yani kesbettiği (kazandığı) için o işten sorumludur.

2- Delilleri ve Münakaşası :

Kaderiyye ve Mû´tezile´nin bu konudaki görüşlerini izah ettik­ten sonra, Mû´tezile´nin zikrettiği aklî ve naklî delilleri kısaca özet-üyelim:

a) Naklî Deliller :

1- Birçok âyetlerde kula fiil isnad edilmiştir. Kula isnad edi-!en bu fiillerden kulun mes´ul olabilmesi için, o fiilleri bizzat ken­disi yapması (yani yaratması) gerekir. Misâller

a) «...Kim kötülük yaparsa,

onunla cezalanır.» [7]

b) «Her şahıs kazandığına (mu­kabil bir nevî) rehinedir, karşılıktır.» [8]

c.. Ey Rabbimiz, (biz) nefsi-

mize zulmettik.» [9]

d) îmân etsin, dileyen inkâr etsin..[10]

«... Dileyen Bu âyet-i kerîmedeki fiiller kullara isnad edilmektedir. O hal­de kul, kendisine isnad edilen bu fiillerin halikıdır ve yaratıcısıdır.

Fakat fiilin kula isnad edilmesi, o fiilin halikının kul olduğu­na delâlet etmez. Çünkü herhangi bir fiil, hakikatta fiilin sâdır ol­duğu mahalle yani fiilin çıktığı yere isnad edilir. O fiili icad edene değil. Meselâ «beyazlık» her hangi bir cisme isnad edilir. .Fakat beyazlığı yaratan Hak Teâlâ´dır. İnsanlara isnad olunan her fiil de, bu misallerde beyân olunan esasa uygundur. Yani, insanların ihtiyarlariyla yaptıkları işlerin de Halikı Allah´dır. Kul ancak o işin kâsibi, yani kazananı ve ona sahib olanıdır. Bu bakımdan da ken­disine isnad olunan o işlerden mes´uldür, sorumludur.

2- Yaratanların (suret yapanların) en güzeli olan Allah´ın şanı ne yücedir.»[11]

Bu âyet-i kerîme´de, Hak Teâlâ´nın en güzel yaratıcı olduğu be­yan olunduğuna göre, Allah´dan başka hâlık bulunduğu, fakat on­ların yarattıklarının noksan ve kusurlu olduğu mânâsı anlaşılmak­tadır.

Ehl-i Sünnet ulemâsı, bu âyet-i kerîmede zikredilen «halk» ke­limesinin yaratmak mânâsına olmayıp, «takdir», yani mümkini tah-did ve tasvir mânâsına olduğunu söylemişlerdir. Zira [12]:???..[13] gibi âyet-i kerimeler, Hak Teâlâ´nın her şeyin yaratıcısı olduğunu ve O´ndan başka yaratıcı bulunmadığını çok açık olarak ifade et­mektedir.

b) Aklî Deliller :

1- Her insan, kuvvet sarfederek yukarı çıkmak ile, hiçbir kuvvet sarfetmeden ve ihtiyarsız olarak aşağı düşmek arasındaki farkı gayet açık olarak görür ve bilir. Hiddet ânında şiddetle ha­reket eden el ile, felç dolayısiyle titreyen el arasındaki fark da aşikârdır. Bu farkı bilmek bedihî bilgilerdendir. Şüphe yok ki ikinci hareket ızdırarî olup, bu gibi hareketlerde insan irade ve ihtiyarı­nın hiçbir rolü yoktur. Bu bakımdan insan, ızdırarî ve zorunlu olan bu hareketlerden sorumlu olmadığı gibi, onları yapmakla mükellef de değildir. Birinci hareket ise, o hareketi yapan insanın irade ve ihtiyariyledir, tşte kendi irade ve ihtiyarı ile yaptığı bu gibi hare­ketler, teklifin, sevab ve ikâbın esasını teşkil eder. Kulun kendi ira­de ve ihtiyariyle yaptığı bu işlerin halikı Allah değil, bizzat kendi­sidir. Aksi halde, o işi yapmakla mükellef ve ondan nasıl sorumlu olabilir?

Bunun cevabı gayet kolaydır. Zira kul, mükellef ve yaptığı iş­ten sorumlu olmak için, mutlaka onu yaratması gerekmez. Kulun sorumla olabilmesi için, o işi yapmayı irade etmesi, ona yönelmesi ve onu kesbetmesi kâfidir. Kul kâsib değil, haliktır demekle, kulu hâlıkıyet mertebesine ulaştırmış, bazı mümkinâtm Allah´dan baş­ka halikı olduğunu iddia etmiş ve Allah´a hâlıkıyet sıfatında şerik koşmuş oluruz. Bu ise, asla caiz değildir.

2- Eğer Hak Teâlâ kulun yaptığı işlerin hepsinin, halikı ol­saydı, muhakkak ki kul, işlerinde hiçbir kudret ve ihtiyar sahibi ol­mazdı. Yani muhtar olmayıp mecbur olurdu. Eğer mecbur olsaydı, mükellef olmaz, bazı işleri yapması, bazılarını yapmaması isten­mez, dolayısiyle sevab ve ikâb da söz konusu olmazdı. Çünkü kul, füli olmayan bir işten nasıl sorumlu tutulabilir? Mâkul olan, insa­nın, ancak kendi kudret ve iradesiyle yaptığı işlerden sorumlu ol­masıdır.

İşte insanların, bazı emirleri yapmak, bazı yasakları da yap­mamakla mükellef tutulmaları, irade ve ihtiyarlariyle yaptıkları iş­lerin Halikı (yaratıcısı) olduklarına delildir.

Bu delil, ilk bakışta oldukça kuvvetli görünmekl dan önceki delile verilen cevab, bu delili de iptale kâfidir. Zira ku­lun, mükellef ve sorumlu tutulması için, yaptığı işleri kesbetmiş olması kâfidir.

Esasen kul, Mû´tezile kelâmcılarmın dediği gibi, yaptığı işin hâ-lıkı da olsa, kaçınmakta oldukları cebirden yine kurtulamazlar. Çünkü:

Kul, Hak Teâlâ´nın ilm-i ezelîsinde malûm olan şeyden başka sim yapabilir mi?

a) Yapabilir dersek; ilm-i ezelînin cehle inkılâbı gerekir ki, bu muhaldir.

b) Yapamaz dersek; ilm-i ezelîye uymakla kul, muhtar değil muzdar ve mecbur olur. Bu netice ise, cebirden kaçan Mû´tezİle´yi yine bir nevi cebre düşürerek, onları ilzam etmiş ve susturmuş olur.. [14]

C) Eş´artyye Mezhebi

Gördük ki Cebriyye; insandan kudret, irade ve ihtiyarı sel derek, kulun dâima mecbur ve muzdar olduğunu iddia ediyor. «Tek­lif ve Mes´uliyyet» esasını yıkarak, insanı mutlak cebre teslim edi­yor. Onu cansız bir varlık derecesine indiriyor.

Kaderiyye ve Mû´tezile ise; bu tezin tam aksini savunarak, in­sanı hâhkıyyet mertebesine çıkarıyor. Böylece, Allah´a bir nevi şe­rik koşma durumuna düşüyor. Bu sebeble, her iki mezhebin de hakkı temsil etmedikleri, ifrat ve tefrite düştükleri aşikârdır. Zira :

însan, her yaratık gibi noksan ve mahduttur. O halde mutlak kudret, irade ve ihtiyar sahibi, dolayısiyle, yaptığı işlerin bizzat hâ-lıkı olamaz. Çünkü hâlıkıyet (yaratıcılık) mertebesi, çok yüce ve Allah´a mahsus olan bir sıfattır.

İnsan diğer hayvanlar gibi, irade ve ihtiyardan mahrum bir varlık da değildir. Çünkü, bazı şeyleri dilerse yapıyor, dilerse yap­mıyor. O halde kudret, irade ve ihtiyarı var. Bunun içindir ki, mü­kellef ve yaptığı işlerden sorumlu tutulmuştur. Öyle ise, yaptığı iş­lerde bu sorumluluğu gerçekleştiren bir payı olmalıdır. Aksi hal­de, mükellef ve sorumlu olmaz.

Fakat insana böyle bir paye verirken, onun mahlûk olduğunu unutarak, yegâne hâlık olan Hak Teâlâ´ya herhangi bir cihetten benzetmemeli, yani onu hâhkıyyet mertebesine çıkarmamalıyız. Bu iki esası birbiriyle bağdaştırabilirsek, bu mühim ve muğlâk mes´e-lenin esasım az çok kavramış oluruz. Az çok diyorum. Çünkü mes´ele, Hak Teâlâ´nm esrarından olan «kader» ile ilgilidir. Gücü ve imkânı sınırlı olan insan aklı, böyle ilâhî büyük bir sim tam olarak çözemez. Ancak, bu sırrı anlamaya ve esasını kavramaya çalışır.

1- Mezhebin Beyanı :

Eş´arîlere göre kul, yaptığı işlerde muhtardır. Yani irade ve kudreti vardır. Fakat kudreti yaptığı işler üzerinde müessir değil­dir. Çünkü her şeyin olduğu gibi, kulun fiillerinin de halikı Allah´-dır. Bir eser üzerinde iki tam müessir kuvvet içtima edemiyeceğine göre, kulun fiili üzerinde yegâne müessir kuvvet, Hak Teâlâ´dır. O halde kulun, kudretinin tesiri yoktur. Ancak Hak Teâlâ, ilâhî ka­nun icâbı olarak, o fiili, kulun azim ve tasmimi bulunduğu anda ya­ratır. Bu azim, kulun iradesini o şeye yönetlmesiyle, o işi kesbet-mesi şeklinde tecelli eder. O halde kul, hâhk olmayıp, kâsibdir. Zira her şeyin hâhkı Allah´dır. Kulun, yaptığı bu gibi fiillerle olan alâ­kası, o fiilin mahalli ve sahibi olmasından ibarettir. Çünkü bir fiil, gerçekte, o fiilin mahalline isnad edilir. Yaratanına değil... Mese­lâ güzellik, onunla muttasıf olana isnad edilir. Güzelliği yaratana değil...

İşte, kulun yaptığı işlerin kâsibi (kazanıcısı) oluşu, mükellef, dolayısiyle sorumlu tutulmasının esasını teşkil eder.

Görülüyor ki, kulun mükellef ve sorumlu tutulması için, yap­tığı işin yaratıcısı olması lâzım değildir, işte Eş´arî´ler böylece, tek­lif esasiyle, Hak Teâlâ´nın yegâne Hâlık olduğu esasım bağdaştır­mışlar, Cebriyye ve Kaderiyye´nin düştüğü hataya düşmemişlerdir.

Ancak, kulun kudreti olup da hiçbir tesiri olmaması, anlaşıl­ması çok güç bir husustur. Bu bakımdan, vücudu olup da, eseri ol-mıyan şeylerde, «Ahfâ min kesbi´l-Eş´arî», «Eş´arfnin kesb mes´e-lesinden daha gizli» demek, darb-ı mesel haline gelmiştir.

Bazılarına göre Eş´arî mezhebi, bizi sonunda cebir fikrine gö­türür. Bu sebebîe Eş´arî mezhebi, «Cebr-î Mutavassıt» diye de anıl­mıştır.

Şimdi bu mezhebin en mühim delillerini Özetliyelim :

Naklî Deliller : dır.» [15]

«Allah her şeyin hâhkı (yaratıcısı) Görüldüğü üzere âyet-i kerîme, Hak Teâlâ´ya genel bir hâlı sıfatı vermekte ve O´nun, her şeyin yaratıcısı olduğunu be­yan buyurmaktadır. Ancak, Kudretullâh´ın. taallûk etmediği Vaci-bü´l - Vücut müstesna. Bu tahsis aklî´dir. O halde, âyet-i kerîme­nin zâhirindeki genellik bakî ve devamlıdır.

«Allah sizi ve yaptığınız şeyleri yarattı.» [16]

Bu âyet-i kerîme, İbrahim Aleyhisselâm´m dilinden hikâye edil­miştir, ibrahim Peygamber, taşları yontarak, ibâdet etmek için put yapanlara hitaben, «Yontarak yapağımız putlara mı tapıyorsu­nuz?» «Sizi de, yaptıklarınızı da yaratan Aîlah´chr.» demiştir.

Âyet-i kerîmedeki «Ma»; ya «mâ» i masdariyye, veya mevsûledir.

«Mâ», masdariyîe olursa mânâ :

«Sizi de, işlerinizi de yaratan Allah´tır.» Buradaki amelden (iş-den) murad, yontmak ve nakış işidir.

«Ma», mevsule olursa mana ;

«Sizi de, yapmakta olduğunuz işi de yaratan Allah´dır.»

Görülüyor ki her iki mânâdan da, kulların yaptığı işlerin ya­ratıcısının Yüce Allah´ olduğu, O´ndan başka Hâlık bulunmadığı an­laşılır.

Mû´tezile´nin bu âyet-i kerîmeyi te´vil ederek;Yani «Sizi de, üzerinde işlediğiniz taşlan da yaratan Allah´dır.»

şeklinde mânâlandırması, âyet-i kerîmenin zahirine, irad edilmesin­deki sebebe ve Arab dili gramer kurallarına aykırıdır. Çünkü, ku­lun bahsi geçen ameli, yontulan taş değil, bizzat yontma işidir. Âyet-de hazf edildiğini söyledikleri «Fihi» mecrur «âid»i ancak, nıevsul mecrur olduğu zaman hazf olunabilir. Âyetde ise mevsûl, mansub-dur. O halde Mû´tezile´nin bu takdiri, nahiv kaidesine de aykırı­dır. [17] .

3- Aklî Deliller :

a) Bütün mümklnât, (yani sonradan var olanlar) vasıtasız olarak ve doğrudan doğruya Allahu Teâiâ´ya istinad eder. Yani Al­lah herşeyin hâhktdıı-. insanların yaptığı işler de mümkinât cinsin­den olduğuna göre, onların da halikı Allah´dır. Aksi halde, mürec-cihsiz tereccüh, (yani bir tercih edici olmadan tercih) lâzım gelir ve Hak Teâlâ´ya mahsus olan hâlıkıyet sıfatına şerik koşulmuş olur. Bunlardan birincisi, Mantık ilmine göre bâtıldır, ikincisi ise, Tevhid akidesine muhaliftir.

b) Bütün mümkinât, Kudreitıllaha nisbeten müsavidir. Bu hu­sus, Kudret bahsinde beyan olunmuştur. Eğer Allah´ın kudreti müm-kinâtın bazısına taallûk edip, bazısına ve meselâ kulun yaptığı iş­lere taallûk etmeseydi ve onun hâhkı olmasaydı, müreccihsiz ter­cih lâzım gelirdi. Çünkü kulun yaptığs işler demümkinâttandır. Her mümkin Allah´ın kudreti Önünde eşittir. Bu duruma göre, kulun yaptığı işlerin halikı Allah olmasa, müreccihsiz tercih lâzım gelir. Müreccihsiz tereccüh, yani «tercih edici» olmadan tercih etmek ise. bâtıldır.

c) Eğer insan yaptığı işlerin yaratıcısı olsaydı, bu işleri bü­tün tafsilât ve inceliği ile bilmesi gerekirdi. Çünkü; bir şeyi kudret ve ihtiyarıyla yaratmak, ancak o şeyi tafsilatıyla bilmekle mümkin olabilir. Bu hüküm, aklen ve mantıken zarurîdir. Nitekim Hak Teâlâ; «Yaratan, (yarattığını) hiç bilmez mi?.[18] buyurmuştur.

Halbuki kulun, yaptığı işlerin tafsilâtını bilmesine imkân yok­tur. Meselâ yürüyen bir insan, yürüyüşü esnasındaki hareketlerini, sükûn durumundaki hallerini bilmediği gibi, adele ve sinirlerinin ha­lini hiç bilmez. O halde, yaptığı işlerin halikı değil, kâsibidir. İşleri yaratan ise, herşeyin yaratıcısı olan Allahu Teâlâ´dır.

Görüldüğü üzere, bu deliller, hasmı ilzam edici (susturucu) kuv­vetli delillerdir. [19]

D) Matürîdîyye Mezhebi

Verdiğimiz bilgilerden anlaşılacağı gibi, Eş´ariyye mezhebi, Ceb-riyye´nin mutlak cebir fikri île, Kaderiyye´nin mutlak ihtiyar fikri arasında mutavassıt bir hak mezhebdir. Fakat ikinci fikre daha uzak, birincisine, yani cebre daha yakındır. Bu bakımdan Eş´ariyye mezhebine, «Cebr-i Mutavassıt» denmiştir.

îmâm-ı Mâtürîdî´nin mezhebi ise, ifrat ve tefritde (iki aşırı uçta) sayılan Cebriyye ile Kaderiyye ve Mû´tezile´nin tam ortasın­da olup, bu ikiden birine daha yakın olmak töhmetinden uzaktır.

Şimdi bu mezhebin esasını özetliyecek ve Eş´ariyye´den ayrıl­dığı noktayı açıklayacağız.

Eş´ariyye mezhebinde olduğu gibi, Mâtürîdîyye mezhebi naza­rında da, kulun ihtiyarıyla işlerin hâhkı Allah´dır. Bu işlerde mü­essir kuvvet, Allah´ın kudretidir. Kulun kudreti varsa da, müessir değildir. Çünkü bir eser üzerinde iki tam müessir kuvvet buluna­maz. O halde kul, hâlık değil, kâsibdir.

Görülüyor ki Mâtürîdî ulemâsı, bütün bu hususlarda Eş/arüer le ittifak halindedirler.

Ayrıldıkları tek nokta; kulun irâdesi ve vazifesi hususundadır.

Zira; Eş´arîlere göre, kulun iradesi de, kudreti ve fiili gibi Allah´ın mahlûkudur.

Mâtüridüere göre ise; kulun iki türlü iradesi vardır :

a) trâde-i külliye : Bu irâde, Hak Teâlâ´nın mahlûkudur.

b) Irâde-i cüzMyye : Bu irade, mahlûk olmayıp, kul ona sahiptir. Külün fiilleri bu iradeye râci olup, kulun mükellef ve sorum­lu olması hep bu iradeye dayanır.

İrâde-i külliyye, irâde sıfatının ismidir. Vazifesi, fiil ve terkten, birini diğerine yerine göre tercih etme melekesidir.

trâde-i- iz´iyye ise, irâde sıfatının, iki tarafdan birine bilfiil taalluk etmesi halidir. Yani bir tarafı diğer tarafa tercih ederek, onu tayin ve tesbit etmesidir. Cüz´iyye işte bu taayyünden, yani taallûk ettiği şeyi tâyin etmekten geliyor. Çünkü cüz´î kelimesi, her muayyen ve müşahhas olan şeye ıtlak olunur. Buna göre irâdey-i cüz´iyye, irâdey-i külliyyeyi muayyen bir tarafa tercih ederek, onu - orada kullanmaktır. Eş´arîlere göre irâde-i külliyye, yani irâde sı­fatı, irâde-i cüz´iyye, yani iradenin muayyen bir şeye bilfiil taallûku ve o taallûk ettiği fiil, bunların hepsi Aîlah´dandır.

Şüphe yok ki bu görüşte, bir nevi cebre kayış var. işte Mâtü-rîdîler bu cebir fikrinden kurtulmak için diyorlar ki :

«Kul, iradesinin muayyen bir tarafa taallûkundan ibaret olan «İrâde-i Cüz´iyye» ye sahibdir. Yani bu taallûk keyfiyyeti, tama­men kula aittir, tşte kul, tamamen sahibi ve hâkimi bulunduğu irâ­de-i cüz´iyyesiyle, yani bu iradesini muayyen bir istikâmette kullan­makla, muayyen bir işi kesbetmiş, dolayısiyle, yaptığı o işten de so­rumlu tutulmuş oluyor.

Görüldüğü üzere, bu izahla ve kula bu meziyeti vermekle «kesb meselesi» oldukça açık ve kolay anlaşılır bir hale geliyor. Halbuki Eş´arîlere göre, kulun kudreti, iki türlü irâdesi ve taallûk ettiği fiil, hepsi Allah´dan olduğundan, «kesb» meselesi son derece ka­palı ve anlaşılması güç bir halde kalıyor.

tki hâk mezheb arasındaki fark ve Mâtürîdîyye mezhebinin hu­susiyeti işte bu noktadadır. Diğer hususlarda ve deliller konusunda Mâtürîdîler, Eş´arîlerle aynı fikir ve kanaattadırlar. [20]

Iı ? Hayır Ve Şer

Konunun önemi ve Ef´âl-i tb&d Bahsiyle Olan Hayır ve şer´rin mânâ ve mahiyeti üzerinde Filozoflar ve bil­hassa Ahlâkçılar önemle durmuşlardır. Her iki kelimenin mahiyeti­ni etraflı olarak incelemişler ve bu konuda geniş tartışmalar yap­mışlardır.

Kur´an-ı Kerîm´de ve Hadis-i Şeriflerde ise, bu iki kelimenin mânâ y& mahiyeti üzerinde durulmayarak, insanlar, her türlü iyi­lik, güzellik ve huzuru temsil eden hayra teşvik edilmiş, nelerin ha­yır, nelerin şer olduğu onlara bildirilmiş, hayır yolları gösterilmiş serden kaçınma çareleri öğretilmiştir.

Kitap ve Sünnet´e göreg bu dünyada hayır da, şer de mevcut­tur. Bu hakikati her akl-i selim ve sağduyu sahibi bilir ve kabuî eder. tsiâm ıstılahında «Ma´ruf» kelimesi her türlü hayrv «Mün-ker» kelimesi de her türlü şerri ifade eder. îslâm nazarında ma´rûf? her akl-ı selimin bildiği, iyi ve güzel olduğuna inandığı şeylerdir. Münker de, her akî-ı selimin inkâr edip, reddettiği kötü ve çirkin şeylerdir. Bu sebeble birçok âyetlerde insanlar, ma´rûfu yapmağa^ ana´rûf olan şeyleri emretmeğe, münkeri de yapmamağa ve onu ter-ketnaeğe davet olunurlar [21] Mühim ve lüzumlu olan husus da budur. Ancak İslâm´ın gösterdiği bu yolla, kalb tasfiyesi (temizliği) ve nefis terbiyesi yapılarak güzel ahlâka erilir. İslâm´ın ve bütün semavî dinlerin gayesi de budur. Ök müslümanlar bu hususu anîi-yarak, bu yolda yürümekte idiler.

Fakat zamanla genişleyen İslâm ülkesinde yeni milletlerle te­mas eden müslümanîar, İranlıların hayır ve şer konusunda dînî inançlarım, bu hususdaki iki ilâh nazariyelerini, Yunan ve Hint fel­sefesinin çeşitli fikirlerini görünce, zihinlerinde bazı sorular belirdi.

Bunlardan biri de; «Bu dünyada şer niçin vardır ve şer niçiB yaratılmıştır?» sorusudur.

Halledilmesi çok zor ve çetin olan bu meseleyi müslümanlar arasında ilk defa ele alarak, insan aklına bu kapıyı açanlar Mû´te-zile ve islâm filozofları olmuştur.[22]

ötedenberi insan aklım meşgul eden ve müslümanlar arasında da fikir ayrılığına sebep olan hayır ve şer meselesi şöyle doğmuş­tur :

Bu âlemde hayır da var, şer de... Hayrı Hak Teâlâ´nın yarat­tığında ve lüzumlu olduğunda şüphe yok.

Fakat şer niçin yaratılmıştır?

Şerri yaratan kimdir? Allah mı?

Yüce Allah hayn yaratır amma, şerri de yaratır mı? Yaratırsa niçin?

Eğer şerri yaratan Allahu Teâlâ ise, ger, irâdey-i ilâhiyyenin îcâbı olarak yaratılıyor, demektir, öyle ise, Allah (c.c), şerri işle­yene niçin ceza veriyor?

İşte bu mühim konuda da çeşitli görüşler ve fikir ayrılıklar ortaya çıkmıştır.

Bu konudaki mezheblerin en Önemlisi, Ehl-i Sünnet ulemâsının mezhebi ile, Mû´teziîe´nin görüşüdür. Biz burada bu iki mezhebin gö­rüşünü açıklamakla yetineceğiz.

Mü´tezile, ef´âl-i ibâd bahsinde belirttiğimiz ana görüşlerinin tabiî bir icabı olarak, «Allah şerri yaratmaz» demişlerdir. Bu fikre sapmalarının sebebi, Hak Teâlâ´yı, şer olan münkerâtı yaratmak­tan tenzih etmek, şerri kendi iradesiyle işleyen ve yaratan kulu, teklif esasına göre sorumlu tutmaktır. Halbuki, Cenâb-ı Hakk´ı ten­zih edelim derken, O´nu yalnız hayrı yaratan ilâh kabul etmek suretiyle, şerri yaratan başka haliklar aramak ve bulmak mecburi­yetinde kalmışlar ve böylece Yüce Allah´a bir nevi şerik koşmak durumuna düşmüşlerdir. _

Ehl-i Sünnet ise, hayrın da, şerrin de Allah´dan olduğuna, yani her ikisini de Hak Teâlâ´nın yarattığına inanmışlar ve bu fikri sa­vunmuşlardır.

Görüldüğü üzere bu konudaki görüş ayrılığının esası; kulun kendi ihtiyarı ile yaptığı işlerin halikı olup olmadığı mes´elesidir. Bu sebeple, hayır ve şer mes´elesi, «halk-ı ef´âl-i ibâd» meselesinden doğan ve onunla sıkı ilgisi bulunan bir mes´eledir.[23]

A) Mutezile Mezhebi

1- Mezhebin Beyanı :

Mu tezıle ye göre Hak Teala, kendi fiillerini murad eder ve onu irade ve ihtiyarı ile yapar. Kullarının kendi ihtiyarlan île yaptıkla­rı işlerden, yâlnız, yapılmasını emrettiklerini murad eder. Küfür ve isyan gibi yasak kıldığı ve her biri şer ve münker olan şeyleri is& asla murad etmez. Bu gibi münkerât, Yüce Allah´ın iradesi dışında. ve kulun iradesi eseri olarak tecelli eder. Yani şerrin halikı Allah (c.c.) değil, onu işleyen kuldur. Aksi halde, kulun işlediği bu gibi işlerden sorumlu olmaması lâzım gelirdi. Kulun yaptığı şirk, küfür ve isyan gibi kötü işler, Allahu Teâlâ´nın iradesiyle olsa, o işi işle­yene ceza vermek zulüm olurdu. Cenab-ı Hak zulümden münezzeh­tir, uzaktır.

Delilleri ve Ehl-i Sünnet´ia Verdiği Cevaplar :

Görüşlerini isbat iğin şu delilleri sıralıyorlar :

a) Eğer Allahu Teâlâ, kâfirin irtikâp edip işlediği küfrü (irade) etseydi, ona ?aynı zamanda? kendine îmân etmeyi

emretmezdî. Çünkü böyle bir emir, kendi iradesine aykırı olurdu.

Hak Teâlâ ise, bu gibi birbirini nakzeden tezat ve abes hallerden münezzehtir. O halde Allah şerri murad etmez.

Ehl-i Sünnet´in Cevabı :

Bu delil, Ehl-i Sttunet nazarında bâtıldır. Zira gerçekte, delil­de zikredilen tezat ve abes hal yoktur. Çünkü :

Kâfir hakkında kü^ür irade olunmasından maksat, kâfirin, o küfrü mutlaka işlemesi demek değildir. Yani küfrün murad olun­ması, işlenmesini gerektirmez- Nitekim, bazı emirler vardır ki, o emirden maksat, emir verilen kimseyi imtihan etmektir. Bu gibi .emirler, emr-i teklifidir. Meselâ bir insan, hizmetçisinin itaatli olup olmadığını öğrenmek gayesiyle ona emir verir. Hizmetçi emrini yap­sa da yapmasa da, imtihanın gayesi tahakkuk eder. Bu gibi haller­de, bir emir verilmesi, fakat verilen emrin yerine gelmesinin murad (irade) edilmemesi caizdir. Meselâ itaatsiz bir hizmetçinin itaatsiz­liğini isbat etmek isteyen bir kimse, bu iddasmm doğruluğunu gös­termek çin, ona bir emir v«erir, fakat emrinin yerine getirilmesini murad etmez. İşte âsî bir kulun îmânla emredilmesi de, bu kabilden­dir. Onun imtihan ve isyanını tescil içindir.. Zira bu dünya imtihan yeridir. Yüce Allah´ın her emrinin yerine getirilmesi dînen zarurî ise de, kul o emri yapmakta mücber (yani cebrolunan) değil, muh­tardır. Dilerse emre uyar, mükâfat alır. Dilerse isyan eder, ceza görür.

b) Eğer Hak Teâlâ, kâfirlerin küfretmesini murad etseydi onun küfrü irtikâp etmesi (yani işlemesi) isyan değil, itaat olurdu.

Çünkü onun bu igi, Yüce Allah´ın iradesine uygundur. Halbuki küf­rü irtikâp etmek hiç bir zaman itaat değil, isyandır. Bundan anla­şılıyor ki, Allah (c.c.) şer olan küfrü irade etmez.

Ehl-i Sünnet´în Cevabı Kâinatta meydana gelen her şey, Allah´ın iradesiyle vâki olur. Yani îmân da, küfür de murad-ı ilâhî´ye dahildir. Bu bakımdan biır şeyin itaat sayılması, iradeye değil, emre muvafık (uygun) olmasıy-ladır. Emir iradeden başkadır.

c) Eğer küfretmek Allahu Teâlâ´mn murad ettiği şeylerden olsaydı, küfür de Allah´ın kazasıyla meydana gelmiş olurdu. Kaza­ya rıza vâcib olduğundan, küfre de rıza vâcib olurdu. Halbuki küf­re rwa küfürdür.

burada iki

Ehl-i Sünnet´in Cevabı :

Vâcib olan, kazaya rızadır. Kaza olunana değil. hal vardır

a) Küfrün faili olmak. Fail ve mûcid (icad eden) Allah´dır. Çünkü Allah (c.c.) herşeyin mucididir. Bu cihetten küfür de kaza­dır. Kazaya rıza gerekir, fakat bu rıza, küfrü gerektirmez.

b) Küfrün mahalli olmak. Yani bizzat kesbetmektir ki, bu, kula râcidir. Küfrün mahalli olmaya rıza küfürdür. İşte bunu inkâ etmek gereldr.

Kaza´ya rıza gösterilmesi lâzımdır. Fakat razı olunması gere-en kaza, birincisi, yani Allah´a nisbet olunanıdır. Kula nisbet olu­nan ikincisi, yani kazanın mahalli olmağa değil.

Mû´tezile, Ehl-i Sünnet ülemasmca iptal olunan bu aklî delil­lerden başka, naklî deliller de zikretmişlerdir. Fakat bu âyetlerin. Mû´tezile´nin bu konudaki acaib görüşlerine delâlet etmediği Ehl-i Sünnet âlimlerince beyan olunmuştur. Bu sebeble, delil olarak ileri sürdükleri âyetleri ve münakaşasını burada zikre lüzum görmüyo­ruz. Çünkü; bir nevi şirki gerektiren ve Hak Teâlâ´yı yalnız «Hayır ilâhı» olarak kabul eden bu görüşün bâtıl olduğu aşikârdır. [24]

B) Ehl-F Sünnet Mezhebi Ve Delilleri

Hak olduğuna inandığımız Ehl-i Sünnet mezhebine göre, bu kâinatta vâki olan ve olacak herşey, Cenab-ı Hakk´m irade ve kud-retiyledir. Yani Hak Teâlâ hayrı irade edip yarattığı gibi, şerri de hem irâde eder, hem yaratır. O halde, hayrı da, şerri de irâde eden ve yaratan Yüce Allah´dır. O, hem hayrın hem de şerrin halikıdır. Çünkü bütün âlemler, yalnız O´nun kudretiyle vücûd bulduğuna göre, bu kâinatta ondan başka mutasarrıf (tasarruf ve hüküm sa­hibi)» mâlik ve kaadir yoktur. Herşey O´nun irade ve kudretiyle meydana gelir, iradesi dışında hiçbir şey vücûd bulmaz. Fakat, yan­lış anlayışa yol açmaması için terbiye ve edeb icabı olarak, «Küfür ve fısk, Allahu Teâlâ´nm muradıdır» denmez. Nitekim, yer ve gök­teki herşey O´nun olduğu halde «Allah´ın oğulları ve kızları vars denmez.

1- Bu Mezhebin Görüşünün Esasları ve Delilleri :

Ehl-i Sünnet ulemâsının hayır ve şer ile ilgili fikir ve inanış­ları, aşağıdaki esaslarda toplanarak özetlenebilir :

a) Bu kâinatta hayır ve şer suretinde tecelli eden herşey Al-lah´dandır. Yani hayır ve şerri yaratan ve irâde eden yalnız O´dur. Çünkü :Bu âlemde şer suretinde görülen hâdise ve musibetlerin yara­tıcısı Hak Teâlâ olmayıp, başka bir varlık [25] veya varlıklar [26] olsaydı, Cenab-ı Hakk´ın hâlıkıyyeti mahdud olur, dolayısiyle şerik ve yardımcıya muhtaç bulunurdu.

Bundan başka, şirk, küfür ve isyan gibi bazı masiyet ve mün-kerât Hak Teâlâ´nın iradesine aykırı olarak vâki olacağından, Zât-i îlâhî´nin hâşâ acz ile muttasıf olması gerekirdi. Halbuki Ce-nab-i Hak, şerik (ortak) ve nazır (benzer) den ve bu gibi noksan­lardan münezzehdir. Mutlak kemâl sahibidir.

b) Şerrin ve Hak Teâlâ´dan, yani O´mın irade ve kudretiyle vücut bulması, şerrin hak ve gerçek olmasını gerektirmez. Çünkü, Cenab-i Hakk´ın şerre rızası yoktur. Şerri kendi ira^le ve ihtiyarıyla kesbeden, kuldur. O halde rızây-ı ilâhî´ye makrun olmayan şerri iş­lemek, meşru ve makbul değildir. Cezayı gerektirir.

c) Şerri kesbetmek ve onunla muttasıf olmak kabihtir, kötü ve çirkindir. Fakat gizli ve aşikâr herşeyi bilen Hak Teâlâ´nın şerri yaratması bir hikmete müstenid olduğundan, asla kötü ve çirkin değildir. Meselâ büyük ve mahir bir ressam, san´atmm bütün ince­liğini göstererek, çirkin bir adamın resmini yapsa, çirkin adamın resmi çirkin olduğu halde, resmi yapan ressamın bu başarılı san´at eseri takdirle karşılanır, güzel bulunup methedilir. O halde nasıl k$ resmin çirkin olması san´at eserinin de çirkin obuasını gerektirmez, Hakim olan Hak Teâlâ´nın, bize nisbetle şer olan bazı yaratıklar» da, yaratımıa fiili bakımından çirkin sayılmaz. Çünkü Yüce Allah´ı» yarattığı her şeyde gizli bir hikmet vardır. Bize nisbeten şer ve mu-sîbet olan bir hâdise başkalarına nisbeten hayırlı ve faydalı olabilir. Bazı şahıslar hakkında zararlı olan bir şey, toplum için faydalı olar bilir. Buna dair misâller, her toplumda görülmektedir. Hak TeâlS şerri, kul kendi iradesiyle kesbettiği için kulun iradesine uygun ola­rak onun elinde yaratır. Hayrı da, şerri de yaratan AJIah´dır. Fakat Hak Teâlâ´nın hayra rızası varsa da, şerre rızası yoktur. Bu se-beble, yaratılmasındaki hikmeti bilmeden şerri kesbetmek, kötü bir olduğundan, mes´ûliyyeti ve cezayı icabettırir.

ç) Hak Teâlâ şerri, hikmet-i Üâhiyyesi icâbı olarak yarat­mıştır. Fakat insanlara, serden korunma yollarım da bildirmiş ve ona serden korunabilme kudretini vermiştir. însan bu kudret ve ka­biliyetini yerinde kullanmaz, hayır yapmak varken onu yapmayıp ger işlerse, şerri kendi irade ve kudretiyle kesbettiği için elbette so­rumlu tutulacak ve cezaya çarptırılacaktır. Esasen bu dünya imti­han yeridir. însan bu dünyada Yüce Allah´ın emirlerini tutarak, hakikat ve fazîlet yolunda yürürse, öbür dünyada ebedî saadete ere­cek, fısk-ü fücur ve şer yollarından yürürse ebedî azaba müstahak olacaktır. O halde, bu imtihan yerinde şer nâmına hiçbir şeyin bu­lunmaması, âlemin yaratılmasındaki gayeye ve hikmete aykırıdır.

d) Ceuâb-ı Hak hayrı, kasd-ı evvel ile, gaye ve son hedef ola­rak, şerri de, kasd-ı sâni ile, mebde ve vesile olarak yaratır. Yani hayrı bizzat, şerri de ona tâbi olarak murad eder. Hayır külli, şer cüz´idir. Hayır kazâ-i ilâhîde zâten ve aslen, şer ise, arazî ve asla tâbi olarak dahildir. Hayır, zâtda, sifatda ve fiillerde, şer ise, yal­nız mefullerde bulunur. Zira sıfatların hepsi hayırdır. Mefullerde ise, hayır da, şer de bulunabilir Yaratılan bir şey hayrı gerektirmez ise yaratılmaz. Yaratılan herhangi bir şeyde bulunan az bir şer, onda bulunan çok hayra nisbetle yok hükmünde olduğu için yara­tılmıştır.

Esasen, yaratılan varlıklarda aklen mümkün olan şeyler:

a) Mutlak hayır,

b) Hayır tarafı fazla,

c) Hayır ve şerri eşit,

d) Mutlak şer,

e) Şer tarafı galip...

Fakat yaratılanlarda bilfiil bulunanlar, beş ihtimalden yalnız ilk ikisi, yani mutlak hayır ile, hayır tarafı galip olan yaratıklardır.

Çok çeşitli olan bu varlıkların hepsini, gerçekte Hak Teâlâ ya­ratmış ise de, hepsine imdâd ve yardım etmemiştir. Yaratıklarm-dan çoğuna imdâd etmiş ve onlar hayır olmuştur. Bazılarım da ya­ratmış, fakat hikmet-i üâhiyyesi îcâbı onlara imdâd etmemiş ve bn gibiler şer olmuştur.

e) Bazı şeyler vardır ki, biz bunların yaratılmasındaki hik­met ve esrarı kavnyamayız ve onları şer telâkki ederiz. Halbuki, bunlar sebebiyle neticede bir çok fayda ve kazançlar doğar. Yani kâinatta görülen bazı şeylere, büyük hayırlar ve ibretler terettüp eder. Meselâ :

Küfür ve şirk bilfiil mevcut olmasa, Allah´a îmân ve Kelime-tullah nasıl yüce ve ulvî olurdu?

Müşriklerin zulüm ve şiddeti karşısında Mekke´den hicret zaru­retinde kalmak bir şer ve bir mefsedettir. Fakat, bu hicret mefsedetinden sonra Mekke´yi fethederek ve muzaffer. olarak Mekke´ye girmek, muhakkak ki daha büyük bir hayır ve menfaattir. Bu ftü-yük başarı ve menfaata nazaran hicret mefsedeti, şüphesiz çok daha az saydır.

f) Eşyanın mahiyyeti, zıtlarmm vücûdu ile anlaşılır. Hak Teâlâ zıtları zıtlarından, meselâ hayatı ölü olandan, ölüyü hayat sahibinden, yaşı kurudan, kuruyu yaştan çıkarır. Nitekim lezzet­ler, elemlerden, bir büyük lezzet bir büyük elemden doğar. Bazı hastalık ve üzüntü, bize sıhhat ve saadetin kıymet ve lezzetini tat­tırır. Bundan şu anlaşılır ki, Hak Teâlâ lezzet ve elemleri yersiz ve lüzumsuz olarak yaratmamıştır.

da, Hülâsa olarak diyebiliriz ki, Ehl-i Sünnete göre şer, ne zâtın-ne sıfatında, ne isimlerinde ve ne de fiillerinde Hak Teâl&´y* izafe olunabilir.

Çünkü, Hak Teâlâ´nın Zâtı da, Sıfatı da mutlak kemalle mut-tasıftır. Fiilleri ise, hayır, adi ve hikmettir. O´nda asla şer yoktur. Şer, yaratıklarda ve mef´ullerdedir.

2- Delillerin Beyanı :

Ehl-i Sünnet´in yukarıda beyan olunan görüşüne delâlet eden en mühim delilleri şöylece Özetlenebilir :

a) Allah´ın dilediği olur, dilemediği olmaz.» mealindeki Hadis-i Şerife göre, kâinatta Yüce Allah´ın iradesi dışında hiçbir şey olamıyacağı, dolayısiyle şerrin de Hak Teâlâ´nm iradesiyle vücuda geldiği hususunda selef ve halef ulemâsının ittifak etmeleri. Bu ha­dîsin te´vil edilmesi mümkün değildir. Zira böyle bir te´vil, hadîsin zahirine aykırıdır.

b) Bu kainattaki bütün mümkinât, Hak Teâlâ´nın makdûru-dur. Yani O´nun kudretinin eseridir. Kudret Sıfatı, irâde-i üâhiyye´-nin taallûk ettiği şeyleri yaratır. O halde bütün mümkinât, Hak Teâlâ´nın kudret ve irâdesinin tecellileridir. Buna rağmen Allahu Teâlâ´nın kudret ve irâdesi yalnız hayra taallûk eder, şerre taal­lûk etmez. Yani şerri yaratmaz, demek, mümkinâtın bir kısmını Yüce Allah´a isnat etmek, diğer bir kısmını etmemektir. Bu ise, Hak Teâlâ´nın kudret ve irâdesine nisbeti müsavi (eşit) olan müm­kinâtın bir kısmına, diğer bir kısmına sebebsiz olarak tercih etmek´ demektir. Müreccihsiz (yani tercih edici olmadan) tercih ise bâ­tıldır.

c) Esasen, «Hak Teâlâ her şeyin hâhkı» olduğuna göre» [27] bütün varlıklar kudret-i ilâhiyye´ye istinâd eder. Her şeyi irâde ve ihtiyarına göre yarattığına göre hayır olsun, şer olsun, bütün müm-kinât, Hak Teâlâ´nın muradı ve mahlûkudur[28] Bu husua kuâ-ret sıfatının genelliği bahsinde de izah ve isbat edilmiştir. [29]

Iıı ? Kaza Ve Kader

Kaza ve Kadere îmân, îmân Ksaslanndaudır :

Kelâm ulemâsı ve İslâm mütefekkirleri arasında derin görüş ayrılıklarına ve uzun tartışmalara sebep olan muğlâk (kapalı) ve zor meselelerden biri de, «Kaza ve Kader» mes´elesidir, Ehl-i Sün­net mezhebine göre, Allahu Teâlâ´ya ve Mukaddes Sıfatlarına îmân, kaza ve kadere imânı da gerektirir. Çünkü mânâsım biraz sonra izah edeceğimiz Kader, Hak Teâlâ´nın. «İlim ve İrade» sıfatlarına, Kaza da «Tekvin» sıfatına râcidir. Fakat önemi dikkate alınarak kaza ve kadere îmân ayrıca tasrih edilmiş ve îmân esaslarından sayılmıştır. Bu husus Peygamberimizin bâzı hadîslerinde ayrıca zikredilmek suretiyle tasrih edilmiş, bazı âyetlerde de, her şeyin ilâhî takdire tâbi olduğuna, işaret buyurulmuştur [30].

«Bu konuda zikredilen hadîsler âhad hadîslerdir, zan ifade eder. Zannî deliller, akaid ilminde delil olarak kullanılamaz.» denilemez. Çünkü bu hadîslerin delâlet ettiği mânâ, kesinlik ifade eden âyet­lerle teyid edilmiştir. Kesin delillerle desteklenen zannî deliller de cesinlik ifade eder ve akâid babında delil olarak kullanılabilir.

Kaza ve Kader mes´elesindeki ihtilâf, «Halk-ı Ef´âl-i îbâd» adıyla şöhret bulan, «İnsanların kendi ihtiyarlarıyla yaptıkları iş­lerin halikı Hak Teâlâ mıdır, yoksa o işin sahibi olan kul mudur?» mes´elesindeki görüş ayrılığından doğmuştur. Bu mes´elede göreceğimiz mezhebler, orada görüp izah ettiğimiz mezheblerin aynı olup, bu mezheplerin sâlikleri, o mes´eledeki delillerine dayanarak, kaza ve kadere ya îmân veya onu inkâr etmektedirler. Bu iki Kelâm mes´elesi arasındaki çok sıkı münasebet ve yakın alâka sebebiyle, bu mühim konuyu da, orada ve «Hayır ve Şer» bahsinde zikretti­ğimiz bilgilerden de faydalanmak suretiyle burada ele almayı uy­gun bulduk.

A) Kaza ve Kaderin Lügat Mânâları :

«Kaza ve Kader» kelimeleri genel olarak bir arada geçer. Bu iki kelimenin biribirînin mütelâzımı olduğu, yani bir birini gerek­tirdiği hususunda ittifak varsa da, kullanılışında ihtilâf vardır. Meselâ Eş´arîlerin ekserisi «Kaza ve Kader», Mâtürîdîlerin ekserisi de «Kader ve Kaza» derler. Allah´ın kaza ve kaderinden dâima bir arada bahsedilir.

Bâgıb´a göre «Kader» ve «Takdir»; bir şeyin hududunu ve miktarım bildirir. Yani kader, bir şeyin ölçüsüdür. Her şey ilâhî bir Ölçüye tâbidir. Meselâ hurma çekirdeği... O şekilde takdir edilmiş­tir ki, ondan yalnız hurma ağacı yetişir, başka bir ağaç yetişmez. İnsan tohumu da öyle... O da, öyle takdir olunmuştur ki, bu to­humdan muayyen şartlar sonunda yalnız insan doğar, başka bir hayvan meydana gelmez. O halde takdir :

Kâinatı, nizamını ve ondaki yaratıkları idare eden ilâhî bir kânun, ilâhî bir ölçüdür.

Kader kelimesi Kur´ân-ı Kerîm´de masdar ve fiil olarak kulla-

nılmıştır. Birincisine misâl [31]

«Şüphesiz ki Biz herşeyi bir takdir (mazbut bir ölçü) ile ya­rattık.»

İkincisine misâl[32]:

«... (Allah) herşeyi yaratmış ve her birine muayyen bir nizam vererek, onun mukadderatım tâyin etmiştir.» mealindeki âyetlerdir.

Dilcilere göre Kaza ise : Bir şeyi sonuna kadar getirmek, yani bir şeyi sözle veya hareketle tamamlamaktır.

Kaza kelimesi Kur´an-i Kerîm´de (masdar olarak) aynen geç­mez. Fakat bu masdar´dan türetilen fiil [33]ism-i fail [34] ve ism-i mef´ul [35] olarak geçer. Söz veya hareketle bir şeyi tamam­lamak mânâsına gelen kaza kelimesi, yerine göre emir, hüküm, ilâ», beyân ve yaratma mânâlarını ifade eder. Meselâ :[36] âyet-i kerîme-sindeki «Kaza, emir ve hüküm mânâsını» ifade eder. Âyetin mâ­nâsı :

«Rabbin yalnız kendisine ibâdet etmenizi emretti, hükmetti»

demektir ki, emir ve hüküm bir şeyi sözle tamamlamaktır.[37] âyet-i kerîmesinde ise kaza, halk etmek (yaratmak) manasınadır. Yani «Bu su­retle onları, yedi gök olmak üzere iki günde yarattı» demektir. Ya­ratmak füli ise, bir şeyi hareketle tamamlamak mânâsını ifade eder.

Hülâsa kaza kelimesi, herhangi bir şeyi tamamlamak demek­tir. Ancak bu mânâ yerine göre değişir.

B) Kaza ve Kader´in Istılah Mânâları :

1- Rfâtüridîlere Göre Kader :

Yukardaki açıklamalardan da anlaşılacağı gibi Kader :

«Hak Teâlâ´nın ezelden, ebede (sonsuzluğa) kadar olmuş ve olacak şeylerin zaman ve mekânım, sıfatlarını, hususiyetlerini çfc her türlü özelliklerini bilip, ezelde o suretle tahdid etmesidir .»

Bu bakımdan kader, Allahu Teâlâ´nın îlim ve irade sıfatlarına râci olup, kadere îmân, bu sıfatlara ve ezelî olan taallûklarına îmân etmek demektir.

Mâturidîlere göre Kaza ise :

«Cenâb-i Hakk´ın, ezelde irade ve takdir buyurmuş olduğu şey­leri, zamanı gelince ezeldeki ilim, irade ve takdirlerine uygun ola­rak yaratması» demektir.

Bu bakımdan kazat Tekvin Sıfatına râci olup onun sahası içine girer.

Kader ve Kaza´ya verilen bu mânâlara göre kader, kazadan daha şümullü ve geneldir. Yani kaderin dairesi, kazânmkinden daha geniştir. Çünkü :

Kader, ezelî tedbir ve sebebler mecmuası, kaza ise, hadis olan mümkünler ve yaratma fiilleridir.

Kader, bu kâinatı idare eden ilâhî kanun ve ölçü, kaza İse, bu kanuna uygun olarak tenfizdir, aynen yerine getirmektir.

Şüphe yok ki Hak Teâlâ´nın ezelî olan kader ve takdirinde dâi­ma ilâhî bir hikmet vardır. Allah herşeyi, bir sebep ve hikmete da­yanarak yapar.-Her mükellefin kadere böylece^ inanması gerekir. Kendisince meçhul olan kaderin en güzel bir şekilde tecelli etmesi için de, dâima ve her işinde bütün tedbirleri alması, tedbirde ku­sur ederek takdire itirazda bulunmaması lâzımdır.

2- Eş´ârilere Göre :

Eş´ârîlere göre kaza; hüküm mânâsına olup, Hak TeâJâ´mn şu kâinatta vâki olacak şeylerin hepsini, nasıl, ne vakit ve ne şekilde olacaklarsa ezelde öylece bilmiş ve ezelî ilmine uygun olarak dile­miş olmasıdır

Kader ise; Cenâb-i Hakk´ın her şeyi, vakti gelince, ezelî ilmine uygun olarak ve irade ettiği şekilde icâdetmesidir.

Eş´arîlerin bu tariflerine göre :

Kaza, kaderden daha şümullü olup, îlim ve îrade Sıfatlarına râcidir.

Kader de, Kudret sıfatına râci olup, bu sıfatın hadis olan ikin­ci taallûkunun esendir. Zira, «Sifatullah» bahsinde gördüğümüz gibi, Tekvin, Eş´arîler nazarında müstakil bir sıfat olmayıp, Kudret Sıfatının hadis olan ikinci taallûkundan ibarettir.

Mâtürîdilerce kabul edilen ıstılahlar, kaza ve kader kelimele­rinin yukarıda zikredilen lügat mânâlarına daha uygundur.

Hulasa : Bu alemde meydana gelen ve ilerde meydana gele­cek her şey, Allahu Teâlâ´nın kaza ve kaderiyledir. Her şey bu ilâhî irade ve kanuna tâbidir.

Her şeyde kader, yani sebepler ve onu vücuda getirecek vasıf ve keyfiyetler mevcuttur" ve bunlar ezelî olan ilm-i ilâhî ve irâde-i ilâhîyyeye tâbidir.

Sebeplerin birbirleriyle birleşmesinden doğan neticeler de, Kaza´dır.

Sebeblerin karşılaşması, birleşmesi veya ayrılması, kader dâi­resi içinde olur. Bu sebeblerin birleşme veya ayrılmasından bilfiil vukua gelen hâdise ve eşyalar ise kaza´dır. Yani kazâ-yı ilâhînin tecellileridir.

Bu hususa, aşağıdaki âyetler açıkça delâlet etmektedir :

fi (Gerek) yerde ve (gerek) nefislerinizde herhangi bir musibet (bir olay) vukua gelmemiştir ki, bu, Bizim onu yaratmamızdan önce Kilap´ta (yazılmış) olmasın. Şüphesiz ki hu, Allah´a göre ko­laydır.» [38]

«De ki : Allah´ın bizim için yazdığından başka bir şey, bize â isabet etmez.»[39]

G) Bu Meselenin «Halk-i Ef´âl-i îbâd» Bahsiyle tlgisi :

Buraya Radar izaha çalıştığımız bu görüş, «Kaza ve Kader» akîdesindeki Ehl-i Sünnet görüşüdür.

Bu görüşün esası; «Efâl-i tbâd» ve «Hayır ve Şer» bahislerin­de izah ettiğimiz Ehl-i Sünnet mezhebindeki ana fikre ve delillere dayanır.

Bu ana fikir ise; bu kâinatta vücut bulan ve var olan herşeyde olduğu gibi, insanların kendi irade ve ihtiyarlarıyla yaptıkları işlerin de halikı Hak Teâlâ´dır, kaziyyesidir. Ancak kul, irade, ihtiyar ve hiçbir kudreti olmayan, âciz ve sorumsuz bir varlık olmayıp, muayyen bir hadde kadar müessir olabilen irade ve ihtiyar sahibi» hür ve sorumlu bir varlıktır. Fakat mahlûk olan insanın cüz´î ira­desi, Hak Teâlâ´nın iradesine aykırı hareket edemez. Mahlûk olma­sı bakımından, her türlü sıfat ve imkânları gibi, irade ve kudreti de mahdûd ve muayyendir.

Yani kul, kendi irade hududları içinde dilediğini yapabilmesi bakımından muhtar, fakat Allah´ın irade ve kudret dairesi içinde kalması ve ilâhî irade ve kudrete aykırı hareket edememesi bakı­mından mecbur´dur.

Mahlûk olan insanın, sonsuz kudret ve her türlü kemalle mut-tasıf olan Allahu Teâlâ´ya nisbetle böyle olması ne derece tabiî ve mâkul ise, bu kâinatın ve onda vuku bulan her şeyin, bu âlemin yegâne halikı olan Hak Teâlâ´nın kaza ve kaderine uygun olarak tecelli etmesi de, o derece tabiî ve zarurîdir.

Kul kendi iradesiyle yaptığı işlerin halikı değilse de, bu işleri yapmaya teveccüh ederek ve ona yönelerek onları kendi kudret ve iradesiyle kesbedip, kazandığı için, elbet yaptığı işlerden, sorumlu olacak ve hepsinin hesabını verecektir. Hayrı da, şerri de yaratan Allah´dır. Fakat onu kazanan kuldur. Kul, hayra yönelirse Hak Teâlâ onun elinde hayrı yaratır, şerre yönelirse şerri yaratır. Sün-netullah böyledir.

D) Kaza ve Kader însan*Aklınuı Hallemedeği Bir Sır mıdır? îfrat ve tefritte, yani iki aşırı uçta olan Cebriyye ve Kaderiy-ye arasında mutavassıt ve islâm´ın ruhuna nıüslümanlar nazarın­da en yakın olan mezheb, Ehl-i Sünnet mezhebidir. Fakat şunu da itiraf etmek gerekir ki, Kader mes´elesi; insan aklının âciz kaldığı, hakikatini idrak edemediği ve asla halledemiyeceği çok zor bir Ke­lâm mes´elesidir. Eu sebeble, ilâhî bir sır olarak´kıyamete kadar kalacaktır, tşte bu bakımdan, sevgili Peygamberimiz, kaza ve ka­dere, hayır ve şerrin AUah´dan olduğuna îmân etmekle yetinmemi­zi emretmiş, bu mes´eleyi fazla inceleyip münakaşa etmekten bizi menetmiştir.

Ebû Hüreyre ve Bnes b. Mâlik (r.a,) hazretlerinden rivayet olunduğuna göre; bazı kimseler kader mes´elesini münazara ve mü­nakaşa edip tartışırlarken, Peygamber Efendimiz ansızın gelmiş yene konuşulduğunu öğreninde, hiddet ve gazab buyurarak : «Siz bu­nunla mı memursunuz, yoksa ben size bunun için mi gönderildim? Sizden öncekiler bu mes´elede münazara ettikleri için helak oldular. Sakın bu meş´eleyi münakaşa etmeyiniz» buyurmuşlardır. Bu ko­nudaki rivayetler çoktur.[40]

E) Bu Konudaki Diğer Mezhepler :

Fakat; Peygamberimizin çok şiddetli yasaklarına rağmen bu mes´eie üzerinde lüzumundan fazla durulmuş, Kaderİyye ve Cebriy-ye gibi müfrit (aşırı giden) bâtıl mezhepler doğarak birçok kimse­ler dalâlete sürüklenmiştir.

Şimdi bu iki mezhebi kısaca izah ederek, kaza ve kader mese­lesindeki görüşlerini açıklayalım :

I- Kaderiyye. Mezhebi ve İptali :

Gîlân ed - Dımışkî ve Ma´bed el - Cühenî, kader hakkında ilk ko­nuşan ve «Kaderiyye» mezhebinin doğmasına sebeb olan ilk kader­cilerdir. Bunlar, «Mutlak cebir» fikri karşısında «Mutlak ihtiyar»

fikrini ortaya atarak, insanın tam bir ihtiyar sahibi olduğunu, ken­dine mahsus bir kudret ve iradesi bulunduğunu, dolayısıyla, yap­tığı iş ve fiilleri bizzat yarattığını iddia etmişlerdir. Bu ana fikir, daha sonra Mû´tezile Kelâmcılarınm ekserisi tarafından da benim­senmiş ve savunulmuştur.

Kaderiyyeye göre insan, mutlak bir kudrete, hür bir iradeye sahiptir. Yaptığı bütün işlerde tamamiyle serbesttir. Yaptığı her işin bizzat yaratıcısı olduğundan, kaderin insan iradesi üzerinde veya yaptığı işlerde hiçbir hükmü yoktur, iyiyi de, kötüyü de, hayrı da, şerri de insan, kendi kudret ve iradesiyle yapar veya onları ken­di ihtiyarıyla yapmaz. Bütün bu işlerde Allah´ın ilminin, irade ve kudretinin hiçbir tesiri ve ilgisi yoktur. Bu hususta insan, kaza ve kadere tâbi değildir. Ya#i insan, kendi kaderini kendi tâyin eder ve çizer. Yaptığı işlerden ancak kendi sorumludur.

Kaderiyye´nin insanı hâlıkıyyet mertebesine çıkararak Hak Teâlâ´ya mahsus olan hâlıkıyyet hususunda O´na şerik koşan ve kader-i ilâhî´yi inkâr eden bu çarpık ve bâtıl fikrini, ef´âl-i ibâd bahsinde daha etraflı izah ederek delillerini iptal etmiştik. Burada tek­rara um görmüyoruz [41]

2 Cebriyye Mezhebi ve iptali :

Mutlak cebir fikrine dayanan bu mezhebe göre insan, kudret, irade ve ihtiyarı olmayan, âdeta cansız ve hareketsiz bir varlıktır. Rüzgâr önünde rastgele dolaşan bir yaprak ve çerçöp gibidir. Yap­tığı işleri kendi iradesiyle yapmaz. Çünkü insanın ne fiil, ne ihti­yar, ne kudret, ne irade... hiçbir şeyi yoktur. Her şey Allah´ın mut­lak kudret ve irâdesi ile meydana gelir. Kul, iyi veya kötü, yaptığı hiçbir işte serbest olmayıp, mecbur, muzdar ve mahkûmdur. Mese­lâ ağaca çıkmış olan bir kimsenin ayağı kayarak düşmesi, nasıl kendi ihtiyarı ve isteği ile değilse, ağaca çıkması da öyledir. Yani insan her ikisinde de muhtar değildir. İbadet eden İbâdetinde, is­yan eden isyanında mecburdur. Binaenaleyh tembele* niçin tembel­sin», kötüye «niçin kötüsün» demeye hakkımız yoktur. Çünkü tem­beli tembel yapan, kötüyü kötü yolda yürüten Allah´dırî..

Hülâsa; insan, yaptığı işlerde kaatilin elindeki bıçak gibi mee-bur ve muzdardır. Her işinde alın yazısına, kaza ve kadere tâbidir.

Hak Teâlâ´nın kendisi için ezelde yazarak takdir ettiği yoldan kıl payı kadar ayrılamaz.

Akıl ve gerçeğe uymayan, bütün semavî dinlerdeki teklif ve mes´uliyet esasını yıkan ve insandan her türlü kudret, İrade ve ih­tiyarı kaldırarak onu cansız bir varlık derekesine indiren bu mez-heb, yanlış ve bâtıl bir görüşü temsil etmektedir.

İnsanın mükellef ve yaptığı her işten sorumlu olduğunu inkâr ederek, her şeyi alın yazısına ve mutlak bir kader fikrine bağla­yan bu koyu cebir itikadı, müslümanların genel bir inancı olmayıp, tslâm Kelâmcılarından küçük bir zümrenin itikadı idi. Bunlar Ehl-i Sünnet ve diğer İslâm mezheplerinin kuvvetli delilleri karşısında yenilerek erimiş ve hicretin IV. asrı başlarında münkariz olmuşlar ve tarihe karışmışlardır. Bu mezhebin delulerini ve Ehl-i Sünnet´in verdiği cevabı «Ef´âl-i İbâd» bahsinde zikrettiğimizden burada tek­rarlamıyoruz. [42]

3 -Icâbiyye Mezhebi ve İptali :

Kaza ve kader bahsinde, yukarıda izah ettiğimiz Ehl-i Sünnet, Kaderiyye ve Cebriyye mezheblerinden başka, bir de Garp âlemin­de,´Icâbiyye = Maddî Cebircilik (Determinizm) adıyla tanınan fel­sefî bir mezheb vardır.

Bu mezheb sâlikleri de, müslümanlar arasında rağbet görme­yen Cebriyeciler gibi, insandan irade ye ihtiyarı kaldırarak, onu can­sız varlıklardan farksız bir derekeye düşürüyorlar.

Bunlara göre insanların yaptıkları işler, diğer işlerde olduğu gibi tabiatın değişmez kanunlarının hükmüne göre sabit ve mukad­der olan bir takım kesin sebeblerin icâbıdır. Muayyen sebebler bu­lununca, mutlaka muayyen neticeler vücut bulur. Bu bakımdan in­sanlar işlerinde muhtar olmayıp, diğer varlıklarda olduğu gibi miic-ber ve muzdardırlar, ta´biat kanunlarına tabidirler. Bunlar nazarın­da tabiat rve tabiattaki kânunlar dışında müessir bir kuvvet yoktur.

Bunlar nazarında Kaza. ve Kader ise, bu âlemde hükümrân olan tabiat kanunlarından başka bir şey değildir... Tabiatta her hâdise, bir takım sabık sebeb ve mukaddimelerin zarurî bir neticesidir. Bu konuda canlı ve cansız varlıklar biribirinden farksızdır. İnsanların kendilerini irade ve ihtiyar sahibi sanmaları hayâl ve gafletten baş­ka bir şey değildir.

Kısaca ifadeye çalıştığımız bu ana fikre göre îcabiyye mezhe­bi sâlikleri:

1- İnsandan irade ve ihtiyarı selbedip kaldırarak onu mec­bur ve muzdar, cansız şeylerden farksız bir varlık sayıyorlar.

2- Her hâdiseyi tabiat kânunlarının bir eseri, geçmiş sebeb­lerin tabiî bir neticesi zannederek, tabiat ötesi, herşey üzerinde müessir ilâhî bir kuvvetin varlığını inkâr ediyorlar.

3 - Bu görüşün tabiî bir neticesi olarak da, İslâm´ın bildirdiği mânâdaki kaza ve kaderi, yani ilâhî takdiri kabul etmiyerek, kaza ve kaderi tabiatın değişmeyen maddî kanunlarından ibaret sanı­yorlar.

Bu mezhebin de, gerçekten uzak, bâtıl bir görüş olduğunu, yu­karda özetlediğimiz üç hususa kısaca cevap vermek suretiyle belir­teceğiz :

1- insanların, tabiattaki diğer canlı ve cansız varlıklardan başka ve onlardan üstün, akıl, idrâk, ilim ve fen sahibi mümtaz bir varhk olduğu inkâr edilemez bir gerçektir. Dâima görmekte ol­duğumuz cansız varlıklar ise, irade ve hürriyetten mahrum olup tabiattaki değişmeyen ilâhî kânunlara tâbidir. Bunlar hakkında bir cebr-i mutlak câridir. Nebatlar da böyle bir kânuna tâbi... Hay­vanlar ise, bir nevi irâde ve ihtiyara sahibler. Aksi halde hayatla­rını devam ettirmek için gıda arıyamaz, tehlike ânında kendilerini müdafaa etme gücünü kullanamazlardı.

İnsana gelince : Onun her hal ve hareketi, bir irade ve kudret eseridir. Zira sahib olduğu akıl ve idrak sayesinde, bütün tabiat kuvvetlerinden faydalanarak, hayatını .tanzim ediyor. Kendinden daha kuvvetli varlıkları, icâd ettiği silâhlarla mahvediyor. Bu dün­yayı imâra sebeb olan binlerce keşifler yapmakta, çeşitli kânunlar vazetmekte, hayatını geliştiren ve koruyan faydalı ilim ve fenne ulaşmakta muvaffak oluyor. İçinde bulunduğu sosyal hayatta, bir takım içtimaî ve ahlâkî kanun ve nizamlara uymakla, bir takım vazifeleri yapmakla mükellef ve her işinden sorumlu tutuluyor. Eğer insan irade ve ihtiyar sahibi olmasaydı, bütün bu işleri nasıl yapar, mükellefiyetlerini nasıl yerine getirir, ihmâl ederse na­sıl sorumlu tutulabilirdi?

Eğer, insan irade ve ihtiyar, kudret ve hürriyet sahibi olma­saydı, ne sorumluluktan, ne ahlâk ve faziletten eser kalırdı.

Bütün bunlarla beraber, akıl, idrâk ve gerçek dinler, insanın, irade ve ihtiyar sahibi olduğunu isbat ediyor. Her akl-ı selim sahi­bi, kendisinin irade ve ihtiyarı olduğunu bizzat müşahade ediyor ve buna vicdanen kaani bulunuyor.

O halde, insanları iradesiz ve ihtiyârsız sanmak, ilme ve tecrü­beye, akıf ve idrâke, din ve vicdanî kanaata aykırıdır.

2- Biz, bu tabiat âleminde hükmünü yürüten birçok kânun­lar olduğunu, bir takını sebeblerin birleşmesinden muayyen ve de­ğişmez neticeler doğduğunu, kâinatın sonsuz bir ahenk ve nizam içinde bulunduğunu görüyor ve bunu itiraf ediyoruz. Meselâ her-şey su ve hararetle hayat bulup gelişiyor. Güneşin ışığı dünyamızı aydınlatıyor, neşrettiği hararet bize ve bütün canlı varlıklara hayat veriyor. Hayatımız, teneffüs ettiğimiz hava ile devam ediyor. Bun­lar inkârı kaabil olmayan gerçekler, muayyen neticeler doğuran se-beblerdir. Fakat bütün bu sebepler, kuvvet ve hassalar kendiliğin­den mi vücut bulmuştur X Failler ve sebebler silsüesi sonsuzluğa

doğru devam edip gidiyor mu? Böyle sonsuzluğa giden bir illetler (ve failler) silsilesi caiz midir?

Hayır... Çünkü teselsül, Kelâmcılar ve Filozoflar nazarında bâtıldır. O halde, bütün bu sebeblerin, vâcibü´l - vücût, herşeyi bilen v,e ´yapmağa kaadir olan ilâhî bir varlığa istinâd etmesi lâzımdır. O da Yüce Allah´dır. O halde, muayyen kanunların meydana gel­mesine sebeb olan hâdiseler, birer âdı sebebten başka bir şey değil­dir. Hakîkî ve ilk sebeb Cenâb-ı Hak´dır.

3- Yukarda zikredilen birinci ve ikinci maddelerle; evvelâ insanın irade ve ihtiyar sahibi olduğu, bilâhare, bu kâinattaki tabiat kanunlarının mucidi olan Hak Teâlâ Hazretlerinin varlığı isbat edil­dikten sonra, «Bu kâinatta var olan ve olacak herşey, bütün hâ­dise ve neticeler Yüce Allah´ın kaza ve kaderi ile, yani takdir ve icadıyla vukua gelir.» şeklindeki bir îtikâdı kabul etmek zarurîdir. Çünkü ilim, irade ve kudret sıfatlarıyla muttasıf olan bir Allah´ın varlığına îmân eden her insan için, bu akideyi kabulden başka mâ­kul bir yol yoktur.

O halde Kaza ve Kader´e îmân akidesi, Hak Teâlâ´n in ilim, irade, Kudret ve Tekvin sıfatlarına îmân etmenin zarurî (zorunlu) bir neticesidir. Bunu inkâr etmek, Allah´ın kemâl sıfatlarını inkâr etmek demektir.

Bu münasebetle şunu da belirtmek isteriz ki; Batıda ve bütün Hıristiyan dünyasında papazlar ve filozoflar arasında, İslâm´ın red­dettiği ve bilfiil sona eren mutlak cebir ve koyu cebfiyecilik fikri halen mevcut iken, hatta Allah´ı da inkâr eden «İcabiyye Mezhebi» yaygın bir halde bulunurken, Avrupalılar bütün bunları görmezler de, îsîâm denince, hemen koyu bir cebriyecilik, müslüman denince de, «Mutlak cebre, değişmez almyazısına inanan, irade ve ihtiyarı yok sanan, tedbire riâyet, esbaba tevessül etmeyen, kendim atâlet ve tembelliğe terkeden» insan hükmünü verirler. Halbuki müslü-manlar, mutlak cebir fikrini en kuvvetli delillerle çürüten, insanı» irade ve ihtiyar sahibi olduğunu Avrupalılardan çok önce isbat eden, önce sebeblere sarılarak tedbirlerini alan, sonra Allah´a te­vekkül eden, yâni, kudreti dışında olan hususları ilâhî irade ve kud­retin takdirine terkeden, bu hususu Avrupa´ya Öğreten insanlardır. Kaza ve Kader akidesi, islâm´ın ilk devirlerinde ve orta çağda, müs-lümanlann terakki ve medeniyet Öncüleri olmalarına engel olmamış­tır. Bu sebeble, kaza ve kader bahsindeki Ehl-i Sünnet inancı ile, koyu Cebriyeeiliği birbirine karıştırmamak lâaımdır.

F) Kaza´ya Rıza, Sebeplere Sarılmaya Engel Değildir :

Şu ciheti de iyice bilmemiz gerekir ki, müslümanlar kaza ve kadere îmân etmekle mükellef iseler de, bu akideye dayanarak ken­dilerini kurtaramazlar.

Meselâ bir müslüman, «Takdir-i ilâhi böyledir»´ diyerek bir gü­nâh işleyemeyeceği gibi, bir günâhı işledikten sonra da, «Ne yapa­yım! Takdir-i ilâhî böyle imiş» diye, kendini mazur gösteremez. Zira takdîr-i ilâhî bizlerce bilinmemektedir. Meçhul olan bîr şeye nasıl istinâd edilebilir? Gerçek şudur ki, takdîr-i ilâhî´nin o şekilde tecel­lisine sebeb, bizim kendi irade ve ihtiyarımızla o yöne yönelmemiz-dir. Bu sebeble de, yaptığımız işlerden sorumluyuz.

Sonra kaza ve kadere dayanarak, sebeblere sarılmayı terket-mek de asla caiz değildir. Çünkü Sünnet-i llâhiyye şudur ki, muay­yen bir neticeye varabilmek için, o neticeyi doğuran sebepleri bil­mek, tedbirleri alarak,- gerekeni yapmak lâzımdır. Gerçi1 müslüman, takdir-i ilâhîye rızâ gösterir. Allah´a tevekkül ve itimad eder. Fa­kat takdire rızâ, Allah´a tevekkül, bahiri sebeblere sarılmaya engel değildir. Bilâkis, önce sebeblere sarılmalı, tedbirde kusur etmemeli, bu hususta bütün beşerî güç ve takati sarfetmeli, ondan sonrasını Allah´a bırakarak, O*na tevekkül etmelidir. Nitekim Hak Teâlâ : «Bir şeye azmettin mi, artık Allah´a güven (ve O´na dayan)´» [43] buyuruyor.

Sevgili Peygamberimiz de, «Önce deveni bağla, sonra tevekkül et» buyuruyor. O halde deveyi bağlamadan, veya her hangi bir işte sebeblerine sarılıp, gerekli tedbirleri almadan Allah´a tevekkül et­mek yanlıştır. Peygamberimizin emrine ve İslâm´ın ruhuna aykırı­dır. Tembellikten ve düşüncesizlikten başka bir şey değildir[44].

--------------------------------------------------------------------------------

[1] Ali Arslan Aydın, İslam İnançları, (Tevhid Ve İlm-i Kelam), Gonca Yayınları: 327-328.

[2] Zümei. 62.

[3] Ali Arslan Aydın, İslam İnançları, (Tevhid Ve İlm-i Kelam), Gonca Yayınları: 329-331.

[4] Fussilet, 46 Rabbin kullarına karşı asla zölutnkâr değildir.»Rabbin hiç bir kimseye haksızlık etmez..

(Kehf, 49) -Kim tem kadar hayır işlerse (onun karşılığını) görecektir. Kira de zerre kadar şer işlerse (onan cezasını) görecektir.» (Zilzal, 7 - 8)

[5] Ali Arslan Aydın, İslam İnançları, (Tevhid Ve İlm-i Kelam), Gonca Yayınları: 332-334.

[6] Bak : Prof. AH Mustafa el - Gurâbi : Tarihu´l - Firâkı´l - İslâmiyye, s. 21 - 32, 35 - 53. Kahire, 1958

[7] Nisa, 123

[8] Ârâf. 23

[9] Tûr, 21

[10] Kehf. 29.

[11] Mü´minûn, 14.

[12] Zümer, 62.

[13] Fâtır, 3.

[14] Ali Arslan Aydın, İslam İnançları, (Tevhid Ve İlm-i Kelam), Gonca Yayınları: 335-340.

[15] Zümer, 62

[16] Saffat 96.

[17] . Salih Musa Şeref: Müzekkerât fit - Tevhid (Fakülte Notla-n). c. 4, s. 7.

[18] Mülk. I

[19] Ali Arslan Aydın, İslam İnançları, (Tevhid Ve İlm-i Kelam), Gonca Yayınları: 341-344.

[20] Daha fazla bilgi için bak : Mustafa Sabri : Mevkıfü´l - Beşer Tahte Sultâ-ni´l - Kader. Kahire 1352. Abdü´l - Kerim el - Hâtîb : Kaza ve Kader... Kahire 1961. Şerh-i Mevâkıf, c. III, s. 118-121. Şerh-i Makâsıd. c. II, s. 92-103. Fıkh-ı Ekber ve Aliyyu´l - Kârî Şerhi, s. 44 - 50, Mısır 1329 H. Tenkıhu´l - Ke­lâm, s. 233-243

Ali Arslan Aydın, İslam İnançları, (Tevhid Ve İlm-i Kelam), Gonca Yayınları: 345-346.

[21] Âl-i İmrân, İM ve 110; Araf. 157.

[22] Fazla bilgi için bak : Abdü´I - Kerim el Hatîb : El Kaza ve´l - Kader. Kahire 1961. s. 63, 142

[23] Ali Arslan Aydın, İslam İnançları, (Tevhid Ve İlm-i Kelam), Gonca Yayınları: 347-349.

[24] Ali Arslan Aydın, İslam İnançları, (Tevhid Ve İlm-i Kelam), Gonca Yayınları: 350-352.

[25] Meselâ Zerdüşt dîninde olduğu gibi bir de «5er ilâhı» olsaydı

[26] Meselâ Mû´tezile´nin sandığı gibi, şerri, bizzat işleyen insanlar yaratsayds

[27] Zümer. 62

[28] Bak: Prof. Salih Musa Şeref: Müzekkerât fit Tevhîd (Fakülte Notları´ c. VI, s. 22-34; Serh-i Makâsıd, c. II. s. l(Tı - 109.

[29] Ali Arslan Aydın, İslam İnançları, (Tevhid Ve İlm-i Kelam), Gonca Yayınları: 353-357.

[30] îmânın Hakikatından ve Esaslarından bahseden 1. kısmın 1. bölümünde zik­rettiğimiz «îmân, İslâm ve İhsan- hadisine ve Kamer Sûresinin 49 uncu, Fur-kan sûresinin 2 nci, Fussilet sûreâinn 12 nci, Hadid sûresinin 22. nci ve Tevbe sûresinin 51 nci âyetlerine bakınız.

[31] Kamer: 49.

[32] Furkan: 2.

[33] Fussilet: 12.

[34] Tâha: 72

[35] Meryem: 21

[36] îsrâ: 23; Gâfir: 20

[37] Fussilet: 12,

[38] Hadid: 22

[39] Tevbe: 51.

[40] Bak: Abdûlkerinı el-Hatib:

[41] Bkz. 235-239. vc´İ-Kâder... s. 22H-230

[42] Bak : 338 340

[43] Âl-i îmrân: 159

[44] Daha fazla bilgi için bak: «Mevkıfü´l-Beşer Tahte Sultam 1-Kadsr.; (Musta­fa Sabri) Kahire 1936; El-Kazâ El-Kader... (Abdülkerim etfîatîb) Kahire 1961; Serh-i Mevâkıf C. m. 3. 118-135; Şerh-i Makasıd C. IX

Ali Arslan Aydın, İslam İnançları, (Tevhid Ve İlm-i Kelam), Gonca Yayınları: 358-369.