Kuran´ın Metodu

Dîn Ve Akıl
Aklî Hükümler Ve Özellikleri
İslam´da Îman Hakikatı Ve Amel İle Olan Münasebeti
Istılahta Ve Şerîatta İman
İslâm´da İmânın Hakikati Ve Amel İle Olan Münasebeti
Bahsimize Dönelim

VII ? KUR´AN´IN METODU

Kur´an-ı Kerîm, Kelâmullah olup, bütün beşeriyyete hitabeden? hükmü kıyamete kadar devam edecek ilâhî bir kanundur. İnsanları cismen, fikren ve ruhen kemâle eriştiren bütün inanç, amel ve ah­lâk esaslarını ihtiva eder. Kur´an-ı Kerîm dâima akla hitâbeder. Yani, her emri akl-ı selîme uygundur, aklın intacı olan ilimle bağ­daşır.

Kur´an-ı Kerîm, beşeriyyeti fert ve cemiyet olarak hidayete sevkeden, refah ve saadetini temin eden, her türlü içtimaî, iktisadî, idarî, hukukî, insanî ve ahlâkî nizamını sağlayan ilâhî bir mucize­dir. Kur´an-ı Kerîm, her türlü ilim, fazilet ve terakki yollarını in­sanlara göstermiş, her nev´i ilim ve fünûn esaslarına açık veya ka­palı olarak işaret etmiştir.

Yüce Allah; bütün bu hususları insanlara bildirirken kısacası, şu âyet-i kerîmede beyan olunan ilâhî metodun uygulanmasını em­retmiştin :

«Ey Resulüm! (İnsanları) Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel Öğütle davet et; onlarla mücadeleni en güzel şekilde yap.» [1]

Bu âyeti kerîmede bildirilen üç ilâhî esas; insanları dine ve ilâhî yolla; hikmetle, güzel öğütle davet etmek, gerektiğinde onlarla en güzel üslûp ve metodla mücadele etmektir. [2]

Vıh- Dîn Ve Akıl

Din, akıl sahibi şuurlu insanları kendi irade ve arzulan ile hak ve gerçeğe, mutlak hayır ve fazilete sevkeden, insanlara saadet yol­larım gösteren ve saadete erişmelerine delâlet eden ilâhî bir nizam* dır. Bu ilâhî nizam, Allah elçisi olan Peygamberlere vahiy suretiyle bildirilen ve insanlara tebliğ olunan en doğru yoldur. O halde din, Peygamberlerin ilâhî vahye dayanan tebliğleridir. Dînin hakîkî vâzu ve kurucusu, Allahu Teâlâ´dir. Peygamberler din vazedemezler. On­ların vazifeleri, kendilerine gönderileni aynen tebliğden ibarettir.

Din insana, kendi mahiyyetini, nereden gelip, nereye gideceğini, yaratılışmdaki gaye ve hedefi, yaratıcısına karşı olan kulluk, yara­tılanlara kargı olan insanlık vazifelerini bildirir. İyi ve kötüyü, ha­yır ve şerri, fazîlet ve rezîleti öğretir, insana hayır ve fazilet yolla­rını göstererek refah ve saadete ulaştırır.

Din, cemiyetin nizamını, huzur ve saadetini sağlayan sosyal bir müessese olduğu içindir İd, beşeriyet için lüzumludur. Çünkü din, fertleri, kudsî duygular ve güzel âdetlerle birleştirerek, millî vicdanı geliştiren, cemiyeti ilerleten, yardımlaşma ve dayanışmaya sevke­den, cemiyette güzel ahlâkı ve sosyal -adaleti sağlayan büyük bir kuvvettir. Kaynağı kudsî ve ilâhî olan din, cemiyette nizâmı sağlar. Din hissi ve Allah korkusu, insanı dâima murakabe eder, onu kötü­lükten korur, İyiliğe ve hayra yöneltir.

«İşte böyle vahye dayanan ve vâzu Allah olan dinlere, «Hak Din»,

Vahye ve ilâhî bir esasa dayanmayan ve insanlar tarafından uydundan dinlere, «Bâtıl Din»,

Aslında ilâhî ve semavî iken, daha sonraları tağyir ve tahrife

uğrayarak, asalet ve kudsiyyetini kaybeden dinlere de, «Muharref Din» denir.

Birincisine misâl, Allah indinde yegâne hak din olan İslâmi­yet [3] ikincisine misâl, Putperestlik, üçüncüsünde misâl de, Hris-tiyanlık ve Yahudiliktir [4]

Yer ve gökte bulunan canlı ve cansız bütün varlıklar hizmeti­ne verilen ve enirine müsahhar kılman insan, mahlûkâtm en şeref-lisidir. İnsanı insan yapan ve yaratıklara üstün kılan şey, yalnız ona ihsan edilen «akıl» cevheridir.

Muhakak ki akıl; ilâhî bir mevhibe, ruhanî bir nurdur. Fakat aklın mahiyyeti, tam olarak bilinememektedir. Çünkü akıl, görüle­bilen maddî bir varlık değildir. O halde akıl, hissolunan şeylerden olmayıp, makûlâttandır. Akü, ilâhî bir sır olduğundan, mahiyyeti-nin ne olduğunu kavrayabilmek ebedî bir sır olarak kalacaktır. Çün­kü bugüne kadar aklın mahiyyetini ifadeye çalışan tariflerin hiçbiri yeterli görülmemektedir. Bu hususa ilmin sebebleri bahsinde işaret olunmuştur. Burada tekrarlamaya lüzum görmüyoruz.

Aklın mahiyyeti ne olursa olsun, şüphe yoktur ki insan, akıl vasıtasiyle ilim ve tekniği keşfeder ve ona ulaşır. Aklı olmayan var­lık, mükellef değildir. Çünkü din akla hitâbeder. Allah´ın varlığını bilmek ve O´nu isbat etmek, ancak akılla olur. Buna rağmen akıl, bütün hakikatları kavrıyabilecek yegâne kuvvet değildir. Çünkü o da insandan bir cüz olarak, diğer uzuv ve kuvvetler gibi sınırlı ve kusurludur, noksan ve âcizdir.

Ancak belirli bir hudud içerisinde hükmünü yürütür. «Gaybiy-yât ve Sem´iyyât» denilen fizik Ötesindeki birçok hakikatları kavra-yamaz. Birçok dînî gerçekleri bilemez. Sırrını yalnız başına çöze­mez. İşte bu hakikatlar ancak vahiy ile, vahye dayanan din ile, dî­nin kaynağı olan mukaddes kitap ile bilinebilir. Fakat, dînin bildir­diği gerçekleri anlamak da ancak akıl ile olur. O halde akl-ı selim ile, hak ve gerçek din dâima birlik ye yardımlaşma halindedir. Akl-ı selim, gerçek dinle dâima bağdaşır. Gerçek din de dâima akla yar­dım eder. Bâtıl din ise, akıl ile dâima çatışma ve çelişme halindedir. [5]

DÖRDÜNCÜ BÖLÜM

Aklî Hükümler Ve Özellikleri

(Ahkâmı Akfiyye)

Şer´î yani dînî hükümleri ve bu hükümlerin kaynaklarını, ilmin mahiyyetini, sebeblerini ve yollarını izah ettikten sonra, aklî hüküm­lerin de neler olduğunu bilmemiz ve bunların hususiyetlerini öğren­memiz gerekir .

Kelâm ilmi bilginlerine göre aklî hükümler üç kısma ayrılır :

1- Vâcib,

2- Mum kin veya Caiz,

3- Müstahil, Muhal veya Mümteni´.

Çünkü Kelâm ilminin mevzuu; bilinmek nev´inden olan, ilimle ilgili her malûmdur. Malûm olan bir şey de, akıl nazarında ya vâcib, ya mümkin veya müstahîl olur. Kelâm âlimleri, vacibin zatî sıfatla­rını, mümkin ve müstahil olan şeylerin zatî arazlarını araştırarak, tesbit etmişlerdir.

«Mütekellimun» diye anılan Kelâm âlimleri vâcib kelimesini, iki mânâda kullanırlar :

a) Birinci mânâda Vâcib : Mükellef olan kimsenin mutlaka inanması lâzımgelen bilgiye denir. Allahu Teâlâ´mn varlığına, bütün noksan sıfatlardan münezzeh, kemâl sıfatlarla muttasıf olduğuna inanmak gibi... Bunlara inanmak her mükellef için vâcibdir, yâni. lâzımdır, inanmayan ise, İslâm dininden çıkmış sayılır. Burada vâ­cib, farz manasınadır

b) ikinci mânâda ise Vâcib : Mümkün ve müstahîlin karşılığı­dır. Çünkü bir şey ya vâcib, ya mümkin veya müstahîl olur.

Herhangi bir şeyin, vâcib veya mümkin veya müstahîl olduğunu tasavvur etmek, aklen zarurîdir. Çünkü, aklı tam olan bir kimse ko­layca idrak eder ki, yaşayan bir insanın canlı olması vâcibtir. Kâ­tip olması mümkündir. Taş veya demir olması müstahîldir. Bu se-beble, vâcib, mümkin ve müstahîlin mânâları hadd-i zâtında, yani hakikatmda mevcut olup, tarifine lüzum yoktur denmiştir. Bu keli­melerin masdarı olan vücûb, imkân ve imtina´ hakkında aynı şeyler söylenmiştir. Yâni bunlarjn da tasavvuru zarurîdir. Nazarî olmadı­ğından tarif edilmelerine hacet yoktur.

Bir kısım Kelâm ulemâsı ise; vâcib, mümkin ve müstahîl, za­rurî olarak bilinen şeylerden olmayıp, nazarîdir, demişler ve herbi-rini tarif etmeye çalışmışlardır. Bunlara göre :

Vâcib, varlığı zâtının icabettirdiği malûmdur ki yolduğu aklen mümkin değildir.

Yâni yokluğu aklen muhaldir. Buna «vâcib lizâtüıi» denir

Mümkin; ne varlığı, ne de yokluğu zâtının icabettirmediği ma­lûmdur ki, varlığı da yokluğu da kaabildir.

Yâni varlığını veya yokluğunu tasavvur etmek aklen muhal de­ğildir. Böyle olan şeylere, «Mümkin lizâtihi» denir.

Müstahîl; yokluğu zâtının gerektirdiği şeydir İd, varlığını tasav­vur etmek aklen mümkün değildir.

Yani yokluğu aklen vâcibtir. Buna ise «Müstahîl lizâtihi» denir.

Bu tarifler, vâcib, mümkin ve müstahîl´in mahiyetlerini bildi­ren hakîkî tarifler olmayıp, bunlar hakkında takrîbî bir fikir veren ve birbirlerinden ayıran lâfzî tariflerdir. Bu sebeble, bu tariflerde görülen «Devir», Mantık ilmine göre muhali gerektiren devirden sa­yılmaz, demişlerdir.

Şimdi, bunların herbirinin hassalarını, hüküm ve aksamını izah edelim :

1- Vâcib´in Özellikleri, Hüküm ve Kısımları :

Vacibin başlıca üç özelliği (hususiyeti) vardır :

a) Vacibin zâtı, vücûdunu tam olarak iktizâ eder ve onu za-

rurî kıiar. Zâtın iktizâ ettiği, yani gerekli kıldığı şey ise, o zâttan asla ayrılmaz.

b) Vacibin zâtı, varlığında başkasından müstağnidir. Yâni: var olmak için hiçbir şeye muhtaç değildir.

c) Kendine mahsus özel bir vücûdu vardır ve bu vücut, zâtının aynıdır. Vâcib her şeyden zâtı ile temayüz eder ve zâtı ile ayrılır.

Vacibin hükmü ise :

a) Zâtını adem (yokluk) sebkat etmemek. Yani, varlığının başlangıcı olmamak,

b) Zâtına yokluk asla âm olmamak. Yani, varlığının sonu bu­lunmamak.

c) Cüzlerden mürekkeb olmamaktır

Bütün bu hüküm ve hususiyetler, Vâcib Lizâtihi´ye aittir. Vü­cûdu zâtına vâcib olan zât ise, yalnız ve yalnız Cenab-ı Hak´tır.

O halde, Vâcib Lizâtihi hem ezelî ve ebedî [6] hem de kadîm ve bakîdir [7]

Çünkü, Vâcib Lizâtihi ezelî, olmazsa, vücûdu adem ile mesbûk olur. (Yani varlığından önce yokluk bulunur). Gerçekte ise, varlığı zâtının muktezası olduğundan, vücûdu adem ile mesbûk olamaz.

Vâcib Lizâtihi kadîm olmazsa, varlığında bir mucidin varlığına muhtaç olur. Halbuki O, varlığında hiçbir şeye muhtaç değildir,

Vâcib Lizâtihi bakî ve edebî olmasa, zâtına adem arız olabi­lir. Adem ise vâcib olan bir zâta ânz olmaz. Çünkü vâcib, vücûdu, zâtına dâima lâzım olan ve asla.yok olmayan zât demektir.

Vâcib Lizâtihi mürekkeb de değildir. Yani cüzlerden meydana gelmemiştir. Çünkü, mürekkeb olsa, zâtından önce mevcut olması gerekir ve zâtından gayri olan cüzlerden terekküb etmiş ve bu cüz­lere muhtaç olmuş olur. Eğer öyle olsaydı, vücûdu zâtının mukte­zası olmamış olurdu. Halbuki Vâcib Lizâtihinin varlığı, dâima zâtı­nın muktezası ve zâtının icabıdır.

Vâcib´in Kısımları :

Vâcib : Ya yukarıda beyan ettiğimiz gibi Vâcib Lizâtihi olur ki, o da Allahu Teâlâ´dır.

Yahut «Vâcib liğayrîhi» olur. Cenâb-ı Hak´kın, vücudunu irade ettiği her mümkin gibi... Çünkü, zâtına nazaran mümkün olan bir şey, mucidin (yani yaratıcının) o şeyin varlığını irade etmesine na­zaran da vâcib olur. Bu sebeble ona, «vâcib liğayrihi» denir.

Bir şey hem Vâcib Lizâtihi, hem vâcib ligayrihi olamaz. Çünkü başkasiyle kâim olan şey, o şeyin ortadan kalkması ile zeval bulur. Zâtiyle kaaim olan-şey ise, başkasının yok olmasıyla yok olmaz. Bu

Meselâ : Beş onun yarısıdır. Ateş, temas edeni yakar. Her in­san canlıdır... gibi hükümler, bedihî ve zarurî olan vâciblerdir.

Sonra, Vâcib : Ya nazari, Veya zarurî olur.

Meselâ : Beş onun yarısıdır. Ateş, temas edeni yakar. Her in­san canlıdır... gibi hükümler, bedihî ve zarurî olan vâciblerdir.

Cenâb-ı Hakk´ın birliği ise nazarî bir vâcibdir. Çünkü bu hü­kümde delile ve istidlale ihtiyaç vardır.

2- Mümkinin Özellikleri ve Kısımları:

Mümkinin de üç özelliği vardır

a) Ancak bir sebeb, yâni bir mûcid ile mevcut olmak ve bir sebeble mâdum «yok» olmak,

Çünkü mümkin olan bir şeyin varlığı da, yokluğu da, zâtından hâriç bir sebeble olabilir.

b) Mümkinin zâtı, vücûdunu da, yokluğunu da gerektirme­mek,

Çünkü her ikisi de zâtına nisbetie müsavidir. Bir tarafı, diğer tarafından evlâ değildir. Sebebsiz olarak bir taraf vâki olsa, yek­diğerine müsavi olan iki şeyden birinin diğerine, müreccih (tercih eden) olmadan tercihi lâzım gelir. Bu ise muhaldir, aklen mümkün değildir. .

c) Mümkini başkasından ayıran bir özelliği olmak,

Mümkin olan bir şeyin vücûdu, sebeb ve illetinden önce bulu­namaz. Çünkü mümkin, hadis olan (sonradan olan) bir şeydir. Ha­disin mucidine, sebebin müsebbibine [8] takaddümü (yani ondan ön­ce bulunması) caiz değildir. Mümkin, vücûdunda, vacibe muhtaç ol­makla, vâcibden önce, veya vâcible birlikte vücûda gelemez. Çünkü mümkin; başlangıçta da, daha sonra da bakî kalmak için sebebe, mucide muhtaçtır. Zira zâtı, vücûdunu hiçbir zaman icap ettirmez. Vücûdunun ademine (yokluğuna) tercihi için, dâima bir müreccihe (tercih edene) ihtiyaç vardır. Mümkin vâcible birlikte olsa, hangi­sinin vâcib olduğu bilinemez. Hülâsa, mümkin, başlangıçta da var olduğu müddetince de dâima bir sebebe, bir müessire muhtaçtır. Bu hususta ittifak vardır.

Ancak ihtilâf, «Bu ihtiyâcın sebebi (illeti )hudûs mudur, yok­sa imkân mıdır, veya her ikisi midir?» noktasındadır.

Bu mevzuda en kuvvetli görülen rey, «Mümkinin mucide ihtiyâ­cının sebebi imkândır», görüşüdür. Çünkü mümkin, başlangıçta da, varlığı boyunca da, dâima, vücûdunu ademine tercih edecek bir mü­essire muhtaçtır. Bu mânâda, mümkünde, dâima «imkân» mânâsı vardır. Halbuki hudûs mânâsı, bir şey hadîs olduktan, yani mey­dana geldikten sonra nihayete erer.

Mümkinin Kısımları :

Mümkin, «mümkin .lizâtihi» olduğu gibi, «vâcib liğayrihi» de as­lında mümkin olan bir şeydir. Çünki; vâeib îiğayrihinin de vücûdu zâtının icabı olmayıp, zât ve nıâhiyyetinden ayrı olan bir mucidin (yaratıcının) icabıdır.

Sonra mümkin : Ya âdi veya gayr-ı âdi olur.

Demirin sertliği, ateşin sıcaklığı, güneşin ışığı, taşın sükûtu (düşmesi) hep âdi olan, Sünnet-i Ilâhiyyeye uygun olarak cereyan eden mümkinler cinsindendir. İnsanın uçması, güneşin tutulması, ayın inşikakı (ikiye ayrılması) gibi hâdiseler ise, tetkik ile, istidlal ile sabit olan mümkinâttan sayılır. Sünnet-i Ilâhiyyeye göre cere­yan etmeyen ve hâriku´1-âde (âdetler üstü) olan şeylerin hepsi, âdi olmayan mümkinler cümlesindendir.

3- Müstahîlin Hüküm ve Özellikleri :

Mümteni´ veya muhal isimleri de verilen müstahîl´in özellikleri ise :

a) Zâtı (yâni mefhumu) dâima ademini (yokluğunu) iktizâ et­mek.

b) Kendisine asla vücûd arız olmamak. Yani hiçbir zaman var olmaz.

c) Varlığı aklen mumlun olmamaktır.

Çünkü, adem (yokluk) müstahîlin mahiyyetinin lâzımıdır. Müs-tahîl olan bir şeyin mahiyyetinde tenakuz fikri gibi bâtıl b;r mânâ vardır. Meselâ : Yapılması mümkün olmayan bir iş için «bu işin meydana getirilmesi muhal, yani müstahîl» denir.

Aklen muhal olan bir şey de :

Ya zarurî olur; «nakîzlerin içtimâ´ etmesi», «ikinin beşten büyük olması» gibi,

Veya nazarî olur; «Cenâb-i Hak´km şeriki (ortağı) bulunması» gibi...

Tasavvuru aklen zarurî olan vücûb ve iftıkân, Mütekellimûn (Kelânıcılar) nazarında sıfât-ı îtibâriyye (itibarî sıfat) olup, hariçte mevcut değildir. Filozoflara göre ise, sıfât-ı vücûdiyye (vücûdî sıfat) dir. Bazı Mâtürîdi Kelâm ulemâsına göre, vücûd, sıfât-ı vücûdiyye, imkân ise sıfât-ı îtibâriyyedir.

Müstahîlin, itibarî birşey olduğu hususunda. Filozoflar, Kelânıcı­lar ile ittifak halindedirler.

Vücud ise :

1- Eş´ariyye mezhebi âlimlerine göre vücûd, vâcib ve müm-kinde mevcudun aynıdır.

2- Kelâmciların ekserisine göre vücûd, vâcib ve mümkinin mahiyetlerinin aynı olmayıp, o mahiyet üzerine zaittir.

3- Filozoflara göre ise; vücûd, vacibin mâhiyetinin aynıdır, mümkinin mâhiyetinin gayridir. Ve o mâhiyet üzerine zaittir.

Bu üç mezhep meşhur olup, herbirinin kendi görüşünü destek­leyen delilleri vardır. Bunlar Şerh-i Mevâkıf, Şerh-i Makas id gibi ge­niş Kelâm kitaplarında zikredilmiştir. Bu mezheblerin hiçbirinin de­lili tâm ve itirazdan salim değildir.

Mütekellimûn ve Filozoflara Göre :

Mümkin olan bir şeyin vücûd ve taayyünü, o mümkıhin mahi­yetine arız olması, arız olmaması veya mutlak bulunması) itibariyle mahiyet-i mümkine üçe ayrılır : ;

1- Mahiyet-i mutlaka : Yani mutlak mahiyet. Bunlar hariç­te ne var, ne de yoktur.

2- Mahiyet-i mücerrede : Yani mücerred mahiyet. Bunlar hariçte bulunmayan, fakat zihinde mevcut olan şeylerdir.

3-Mahiyet-i mahluta : Yani mahlut, karışık mahiyet. Bun­lar hariçte mevcut olan şeylerdir. [9]

İKİNCİ KISIM
BİRİNCİ BÖLÜM

İslam´da Îmanto Haktkatı Ve Amel İle Olan Münasebeti

Önemli Bir Açıklama :

Önsözde de belirttiğimiz gibi, İslâm inançları ve îmân esasları, kitabımızın bu kısmında ve ikinci cildinde incelenecektir. Bu inanç­lar, bütün ana kaynaklarda ve llm-i Kelâm kitaplarında üç büyük kısımda tetkik ve beyan olunmaktadır :

1- Jlâhiyyât (Allah «c.c.» ile ilgili bahisler)

2- Nübüvvât (Peygamberlik ile ilgili bahisler)

3- Sem´iyyât (Âhiret ve ahvâli ile ilgili bahisler)

«İlâhiyyât» adı verilen kısımda; Hak Teâlâ´nın zât, sıfat ve efâ-li ile ilgili îmân meseleleri, yâni Allah´a, Meleklerine, Kitaplarına, Kaza ve Kader-i ilâhîsine îmân konuları,

Nübüvvât» adıyla anılan kısımda; Peygamberlere îmân, Pey­gamberlik ve Peygamberlerle ilgili konular, Vahiy, îlham, Mucize gibi inanç mes´eleleri,

«Sem´iyyât» adıyla tanınan kısımda da, Âhirete îmân, ölümden sonra dirilme ve İkinci Hayat, Hesap, Sırat, Cennet ve Cehennem gibi Âhiret Ahvâli, yâni bilinmesi vahye ve işitmeye dayanan îmân mes1-eleleri beyan ve isbat edilmektedir. Gerçekte ise, «Nübüvvât» bahis­leri de «Sem´iyyât» tan sayılır.

Bütün bu konular ve îmân esasları incelenerek her biri açıklan-

diktan sonra, Kelâm ilminde sık sık kullanılan, îmân, küfür, mü´min ve kâfir gibi dînî terimler her birinin hükümleri hakkında bilgi verilmektedir. [10]

Ancak biz, İslâm inançlarını ve îmân esaslarını tetkik ve izah gayesiyle hatırladığımız bu kitapta, îmân mes´elelerini beyana gir­meden önce, îmân ve onunla ilgili bahisleri, -önemine binaen- müs­takil bir bölümde inceleyerek, bu mühim konuda okuyucularımıza öz­lü bir bilgi vermeyi daha uygun ve faydalı bulduk. Esasen, îmân esaslarını beyana geçmeden önce «îmân nedir?» sualine cevap ver­mek, îmân kelimesinin aslını iûgat ve ıstılah mânâlarını anlamak, bu konudaki çeşitli görüşleri ve bu görüşler içinde hangisinin kabule şayan olduğunu bilmek, hem daha lüzumlu, hem de daha isabetli bir yoldur.

İşte bu sebeple bu bölümü, «İslâm´da îmânın hakikati ve amel ile olan münasebeti» ne, diğer bölümleri de Allah´a ve diğer îmân esaslarını açıklamaya ayırmış ve tahsis etmiş bulunuyoruz.

İmân ve tasdik´în lügat manâları[11]

1 îmânın Lügat Mânâsı :

Dilcilere göre «îmân» kelimesi, emân ve emniyet» mânâsına ge­len ve korkunun zıddı (karşıtı) olan «Emn» masdarmdan alınmıştır.

«îmân», «If al» vezninde olup, «âmene» fiilinin m as d arı dır. Çün­kü îmân kelimesi aslında, «Emn» den «Emân» idi. Kelimenin başına hemze gelince «îmân oldu. Arap dili gramer kai­desine göre «i» okunan kesreli hemzeden sonra gelen ikinci hemze «Ya» ya çevrilir. Bu kaide uyarınca «î´mân» «îymâ-n» = oldu.

«îmân» kelimesindeki hemze, Arap diline, göre «Ta´diye» (Ge­çişli) veya «Sayrûret» (Olmak) mânâlarında kullanılır.

Hemze «sayrûret» için olursa, îmân, «emin olmak, kalbi itimad ve sükûna kavuşturmak» mânâsını ifâde eder ki, buna Türkçemiz-de «inanmak» denir.

Bütün dilcilere göre îmân Arap dilinde, «mutlak tasdik etmeks demektir. Yâni, bir kimseye, bir habere veya bir hükme kesin ola­rak ve içten gelerek, inanmak, onu doğrulamak ve doğru söylediğini kabul etmektir. O kadar ki, bu tasdikle kalp emniyete, huzur ve sü­kûna kavuşur. Söylenen söz veya sözün sahibi tekzip edilmekten (yalanlanmaktan) emin ve mutmain olur.

îmân kelimesi, ya da olduğu gibi bizzat, veya de olduğu gibi (Ba) ile, yahutta da olduğu gibi «Lâm» ile

ta´diye eder (mef´ul alır). Ancak, «Ba» ile ta´diye ederse, «îkrar ve itiraf», «Lâm» ile ta´diye ederse, «İz´an ve kabul» mânâsını ifade eder.

Bu izahattan anlaşılacağı üzere, «If´al» vezninde masdar olan ve «mutlak tasdik» mânâsına gelen «îmân» kelimesiyle, bu kelime­nin aslı olan ve «Emân ve emniyet» mânâsına gelen «Emn» masdan arasında, -mânâ bakımından- sıkı bir münasebet vardır. Zira, her iki kelimede de, «verilen haberi ve haber sahibini tekzibden ve mu­halefet korkusundan emin kılmak» mânâsı bulunmaktadır.[12]

2 Tasdik ile Marifet Arasındaki Münasebet:

Tasdik; bir haberi veya bir hükmü, iz´an ile kesin olarak kabul etmek, verilen haberi ve haber sahibini tekzipten (yalanlamaktan) emin kılmaktır.

Tasdikle aranan iz´anin mânâsı; vakıaya (realiteye) uygun olan ve «îtikâd-ı câzim» denilen kesin maçtır ki, bu kesin inanç, kalbte kesb ve ihtiyar ile.hâsıl olur ve kalbe itmi´nan, huzur ve sükûn verir. Yâni tasdikte, kesb ve ihtiyara dayanan iz´an şarttır. îz´an ol­mazsa, ona, «marifet» denir. Çünkü :

Marifet; bir şeyin, kesb ve ihtiyar olmadan, kalpte birdenbire hâsıl olmasıdır* Bir kimsenin, gözünü, açınca, güneşi doğmuş gör­mesi, veya bir Peygamberin mucizesini görünce kalbinde Peygamberi tasdikin hemen belirmesi gibi... Bu bakımdan marifet, tasdikten da­ha geneldir. Çünkü, itmi´nân-ı kalb obuadan hâsıl olan şey, tasdik değil, marifettir. Zira bir şeyhi tasdik, olabilmesi için, onda, rızâ-* kalb ve teslimiyet şarttır. Ancak, tasdikte aranan iz´ân´ın yüzde yüz derecede yakîn ifade etmesi şart koşulmadığından, «zann-i gâlib» dediğimiz avamın tasdiki, yâni mukallidin imânı Ehl-i Sünnete göre kâfi ve makbul gömülmüştür. Fakat bu gibi tasdikler zann-ı galip olduğundan, hakîkî îmân olmayıp, îmân-ı hükmî» denilen ve îmânda kâfi görülen tasdiklerdir.

Bu esasa göre dilciler, kesinlik ve zann-ı galip ifâde etmeyen, «Zan», «Şüphe» ve «Vehim»i tasdik derecesinde görmemişler, dola-yısiyle îmândan saymamışlardır.[13]

3- Mutlak Tasdikin Derece ve Nevileri:

Her. tasdik, meselâ; «Allah´a ve Hz. Muhammed (s.a.v.)´e inandım» cümlesi gibi kaziyye (önerme) olduğundan, bir hüküm ifade eder. Hüküm de, taallûk ettiği (ilgili olduğu) şeye göre çeşit­li mânâlar alır.

Meselâ îmân esaslarına, yâni : «Allah´a îmân ettim.» demek, «Allah´ın birliğine, bütün kemâl sıfatlariyle muttasıf her türlü nok­sandan münezzeh olduğuna», «Hz. Muhammed (s.a.v.)´e îmân et­tim.» demek, «Hz. Muhammed´in Hak Teâlâ tarafından gönderilen bir elçi ve her sözünde doğru ve sadık olduğuna», «Meleklere îmân ettim» demek, «Meleklerin, Allah´ın kızları veya ortakları olmayıp, erkeklik ve dişilikten münezzeh dâima Allah´ın her emrine uyan, masum ve mükerrem (şerefli) yaratıkları olduğuna», «Kitaplara inandım» demek, «Bu kitapların, Allah tarafından indirildiğine, ilâh) hikmete ve kulların menfaatine dayandığına», «Âhirete inandım» de­mek, «İkinci ve ebedî bir hayatın mutlaka kurulacağına», «Kadere inandım» demek de; «Hayır ve şer, hülâsa her şey, Allah´ın ilâhî hikmet, takdir ve jineşîyetine (iradesine) dayandığına» inanmak mâ­nâlarını ifâde eder.

Görüldüğü gibi, herbirinde tasdik bulunan bu îmân nevilerinin hepsinde bir hüküm bulunmakta, bu hükümler de, ilgili olduklar» şeylere göre çeşitli mânâlara gelmektedir. Ancak hepsi de, «Kabul ve itiraf» mânâsını ifade etmektedir.

Şu hususu da belirtmek isteriz ki, tasdikin asıl kaynağı söyle­nen sözün doğru ve sâdık olmasında, sözün sâdık olmasının ölçüsü ise, verilen hükmün sâdık ohnasmda, yâni o hükmün gerçeğe (rea­liteye) mutabık ve muvafık, yani uygun olmasındadır. Zihinde ta­savvur olunan veya kalpte bulunan bir inanç, hariçteki veya nefs-i emirdeki gerçeğe mutabık ve muvafık ise, zihin ve kalpteki o hü­küm, doğru ve sâdık, mutabık değilse, kâzib ve yanlıştır.

O halde îman ve tasdikte esas; tasdik edilen şeyin doğru ve gerçek olduğunu tereddütsüz kabul ve itiraf etmektir.

Tasdik edilerek inanılan şey, görülen ve fiilen mevcut olan bir şey ise, bu tasdike «Tasdik-i Şuhûdî», gözle görülmediği halde var­lığına delâlet eden bir delil veya eser vasıtasiyle biliniyorsa, bu gibi tasdiklere de «Tasdik-i Gaybî» denir.

Eğer gâib olan, yani görülmeyen îman mevzuu, eşi, benzeri ve sonu olmayan sonsuz bir varlık olursa, gayba olan bu tasdik-i gı­yabî, muayyen bir ilim olmayıp, sonsuz ve mutlak bir îtikâd olur. îşte îman dediğimiz bu tasdik nevi, ilmin.hem başı ve esası, hem de sonu ve gayesidir. Bu şekilde mutlak bir îmana lâyık olan yegâne varlık ise, ancak ve ancak Hak Teâlâ´dır.

Netice ilarak diyebiliriz ki; îmanın tazammun ve ifade ettiği mutlak tasdik, dilciler nazarında;

a) Ya kavlî (yani sözle),

b) Veya fiilî (yani, iş ve amel ile) olur.

Kavlî olan da; biri kalbî (yani kalp diliyle), diğerime lisânı [bizzat dil ile, telâffuz şeklinde) olmak üzere iki türlüdür.)

0 halde dilcilere göre tasdikin uç nevi ve derecesi vardır :

1- Kalb ile yapılan tasdik : Yani bir kimsenin, herhangi bir şeyi kalbiyle kabul ve itiraf ederek, onun, doğru ve gerçek olduğun­dan emin olmasıdır.

2- Bizzat dil île yapılan tasdik : Bu da, herhangi bir şeyin doğru ve gerçek olduğunu kendisi ve başkası duyacak şekilde onu söz şeklinde diliyle söylemesidir.

Dil ile yapılan tasdik de, iki türlüdür :

a) Hakîkî,

b) Zahirî.

Hakiki olanda; dil ile tasdik edilen, kalb ile de tasdik edilir. Yani, dil ile kalb, tasdikte birleşir. Böyle bir tasdike sahib olan, hakikaten inanmış bir mü´mindir.

Zahiri olanda ise; dil ile tasdik edilen, kalb ile tekzip olunarak yalanlanır. Yani dil başka, kalb başkadır. Bu şekilde yalnız dil ile yapılan tasdik, zahirî, belki maksatlı bir tasdik olup, kalbi dilinin söylediğini inkâr edip yalanlamaktadır. Bu gibi tasdikler, din dilin­de «münafık» adı verilen, yâni zahiren mü´nıin, hakikatte kâfir olan­ların halidir.

3- Tasdik-i fiilî denilen ve söylenen sözün gereğini bilfiil icra etmek suretiyle yapılan tasdik şeklidir. Bunun da çeşit ve derece­leri vardır.

Zira tasdik-i fiilî :

a) Ya hem dil ile, hem de kalb ile inanılan bir inancın eseri­dir ki, bu en makbul ve geçerli olanıdır. Çünkü kalb, inanıyor, dil ikrar ediyor, âzâlar inanılan ve ikrar edileni yapıyor.

b) Veya bunlardan birinin eseridir. Yani yapılan işe, ya kaîb ile inanılır, veya inanılmaz. Birincisi makbul, ikincisi ise sözde kalan «riya»dan başka bir şey değildir. Bu da makbul olmayan ve uygun görülmeyen «nifak» alâmetidir.[14]

H- Istılahta Ve Şerîat Dtltnde Îmai

1- Din ve Şeriat Dilinde imanın Mânâsı : Peygamberimiz Hz. Mu hanımeli (s.a.v.)´ın, Allah tarafından ge­tirdiği kesin olarak bilinen haber, dînî esas ve hükümlerin doğru ve gerçek olduğuna tereddütsüz inanmak, iz´ân ve kabul ile bunların tamamını tasdik ve itiraf etmektir. Yani, Allah´a, Hz. Muhammed*-in en sön Peygamber olduğuna ve «Zarûrât-ı Dîniyye» [15] denilen îs-lâmî esasları, hükümleri ve haberleri Allah katından getirdiğine te­reddütsüz ve kesin olarak inanmak, bunların tamamını iz´ân ile ka­bul ve itiraf etmektir.

Görüldüğü gibi, îman´ın lügat ve şeriat mânâları arasında, mut­lak tasdik bakımından bir fark olmayıp, taalluk ettiği ve ilgili ol­duğu konular ve îmanın hakikati bakımından genellik ve ÖeeUik var­dır. Çünkü :

Dilciler nazarında îmanın konusu, mutlak ve geneldir. Zira dil­ciler, herhangi bir şeyi tasdik etmeye «îman» derler. Bu esasa göre lûgavî îman hak ve hayra delâlet ettiği gibi, bâtıl ve şerre, hattâ «mâlâyânî» denilen faydasız ve abes şeylere de şâmil olur. Meselâ; şirke, şeytan sözüne, küfür ve zulmün hayır olduğuna inanmak, lû-gaten birer îmân sayıldığı halde, bu gibi tasdikler din nazarında bi­rer küfürdür. Esasen, dilcilerce îmânın hakikati, mutlak tasdiktir.

Eu tasdik, kalb ile, dil ile veya fiil ile yapılan tasdiklere şâmil ol­duğundan, geneldir.

Şeriat dilinde ise îmân, Peygamberimiz Hz. Muhammed´in ge­tirdiği ve Allah tarafından kendisine vahyedildiği kesin olarak bili­nen şeyleri tasdik etmeye denir. Bu bakımdan din dilinde, îmân, taallûk ettiği şeylerin arzettiği hususiyet bakımından daha özel, dil­ciler nazarında ise daha şümullü ve geneldir.

Diğer bir husus da, ger´î îmânın hakikat ve mahiyeti bakımın­dandır. Zira biraz sonra göreceğimiz veçhile, din dilinde îmân; kalb ile tasdik midir, yoksa dil ile ikrar mıdır, veya her ikisi ile midir, veya bunlarla birlikte amel de zarurî midir? hususlarında Kelâm-cılar ve İslâm bilginleri arasında ihtilâf ve görüş ayrılığı vardır.

2 - icmali ve Tafsîlî îmân :

Yukarıda esasım açıkladığımız şeriat dilindeki îmân da; iki su­rette olur :

a) İcmâlî,

b) Tafsîlî.

Çünkü, inanılan şeyleri icmâlî olarak bilince, icmâlen ve kısaca îmân etmek, teferruat ve tafsilâtını nazar-i dikkate alınca dar bun­lara birer birer, yani tasfîlî olarak inanmak gerekir.

a) İcmalî îmân :

Peygamberimizin tebliğ ettiği dînî esasların tamamına, tafsilât gözetmeden, toplu olarak inanmağa «îcmâlî îmân» denir. Bunun da en kısası; Allah´âan başka ilâh bulunmadığına ve Hz. Muhammed´­in, Allah´ın Resulü olduğuna inanmaktır. Bu îmân, «Kelime-i Tev-hîd» dediğimiz :

«Lâ ilahe illallah, Muhammedü´r - Resûlullah»

cümlesini söylemek ve buna kalb ile tereddüt etmeden inanıp tas­dik etmekle hâsıl olur. Bu, şer´î îmân´in ilk mertebesi ve müslüman olmanın ilk şartıdır. Çünkü bu cümlde, bir kimsenin îmân etmesi zarurî olan dînî hakikatlarm esası toplu olarak mevcuttur. Zira, Al­lah´ın yegâne hâlık (yaratıcı) ve tek mâbud, Hz. Muhammed (s.a.v.) m da, Allah´ın Resulü olduğunu tasdik etmek, onun haber verdiği dînî esas ve hükümlerine inanmak demektir. Ancak, bu dînî hükümIer tek tek öğrenilmeden, hepsine birden îmân edildiği için, bu tür-H İü îmân´a, «clcmâlî îmân» denmiştir.

İşte, âkil ve baliğ (akıllı ve bulûğ çağına erişen) her şahsa, «Kelime-i Tevhîd» ve «Kelime-i Şehâdet» de ifadesini bulan «icmâlî i mân »´a sahip olmak ve buna kesin olarak inanmak farzdır. Ancak, îmânın bu ilk kademesinde ve kapısında kalmayıp, içeriye girerek, dînin diğer îmân, amel ve ahlâk esaslarını ve hükümlerini de Öğren­mek ve bunlara da ayrı ayrı îmân etmek, her şahsin imkân ve ta­kati île mütenasip olarak? farzdır.

b) Tafsili îmân ve İmân Esasları :

Yukarda açıkladığımız icmâlî îmân, îmânın ilk şartı olduğuna e bununla yetinmemek gerektiğine göre, tafsîlî îmânın birinci mer­tebesi, şu üç büyük esasa, yani :

1- Allah´ın varlığına, birliğine, yegâne hâlık (yaratıcı) ve i ek mâbûd okluğuna,

2- Hz, Muhammed´in, Allah´ın kulu ve en son Peygamberi olduğuna,

3- ölümden sonra dirilmeğe, Âhirete, yani İkinci ve Ebedî Hayatın mutlaka vâki olacağına kesin olarak inanmaktır.

Tafsîîî îmânın ikinci ve daha yüksek mertebesi, «kmentü» de ifadesini bulan altı îmân esasına, yani :

Allah´a, Meleklerine, Kitablarma, Peygamberlerine, Âhiret güiıune (öldükten sonra dirilmeğe, hesaba, sevap ve ikâba, cennet ve cehenneme), Kaza ve Kadere (yani hayır ve şer´rin Allah´dan oldu­ğuna) kesin olarak inanmaktır.

Bu esaslar, Kur´an-ı Kerîm´de birçok âyetlerde tekrarlanmış [16] ve Hz. Ömer (r.a.)´ın, Peygamberimiz (s.a.v.)´den naklettiği «İmân, tslâm ve İhsan» hakkındaki uzun hadîsde ayrı ayrı zikredilmiş­tir [17]

Ancak, Allah´a ve Sıfatlarına îmân, Kaza ve Kadere de îmân etmeyi tazammun ve ifade ettiğinden, bu husus, îmân esaslarını bil­diren âyetlerde ayrıca zikredilmiyerek, bazı âyetlerde, her şeyin ilâhî takdire, yani Kaza ve Kadere tâbi olduğuna işaretle yetinîl-miştir [18]

Peygamberimizin irtihâlinden (vefatlarından) önce «Kader» mes´elesîndeki tartışmalar üzerine «kadere; hayır ve şerrin Allahdan olduğuna» inanmanın da îmân esaslarından olduğu Peygamberi-mizce tasrih edilmiştir. Kendi aklı ve şahsî fikri ile değil, dâima ilâ­hî vahye dayanarak dînî esasları ve hükümleri beşeriyete tebliğ eden Peygamberimizin [19] hadîslerine binâen «Kaza ve Kadere îmân» da, îmân esaslarından sayılmıştır. Bu husus tevatür derecesine ulaş­tığından, bütün tslâm âlimlerince kabul edilmiş, Ehl-i Sünnet mez­hebinin ana kitablarında yer almıştır. Nitekim, bütün müslümanla-rm bilip inandığı «Âmentü» de îmân esaslarının altıncısı olarak zik­redilmiştir.

TafsîU îmânın üçüncüsü ve en yüksek mertebesi ise :

Peygamberimiz Hz. Muhanımed (s.a.v.)´ûı, Allah (e.c.) tara­fından Kitah ve Sünnet ile tebliğ ettiği kesin olarak bilinen haber­lerin, ilâhî esas ve hükümlerin tamamına ve herbirine, Allah´ın ve Resulünün muradına (dileğine) uygun olarak îmân etmektir.

Bu ifadeden anlaşılacağı veçhile, Allah Kelâmı olduğu tevatür yoluyla ve kesin olarak bilinen Kur´an âyetleri ile, Peygamberimi­zin hadîslerinde zikredilen, Namaz, Oruç, Zekât ve Hacc gibi farz­ları, adam öldürmek, zina etmek ve yalan söylemek gibi haramları, hülâsa her türlü îmân, amel ve ahlâk esaslarını ve her biriyle ilgili dînî hükümleri öğrenerek, bunların farz, vâcib, haram, veya helâî (Bu hadisi, Buhârî, Müslim Ebû Dâvud, Tirmizî ve Neseî, Ömer îbn-i Hattâb (r.a.)´dan rivayet etmişlerdir.)

olduklarım tasdik etmek ve hepsinin hak ve doğru olduğuna inan­mak, İslâm´da îmân derecelerinin en genişi ve en yükseğidir. Çün­kü bu şekilde îmân edebilmek, çok geniş ve etraflı bir din bilgisine, bütün dînî esas ve hükümleri ayrı ayrı öğrenip, herbirine iz´an, ira­de ve ihtiyar ile inanmayı gerektirmektedir. Şüphe yoktur ki, böyle geniş bir bügi ve herbirine îmân, icmali ve toplu olarak «hepsine inandım» demekten çok daha zor, dolayısiyle çok daha makbuldür. Fakat, bu türlü îmân, avama ve umuma nasip ve müyesser olamaz. Bu ancak, dinin bütün hükümlerini öğrenerek, bunlara inanmak bah­tiyarlığına eren âlimlere, din bilginlerine mahsustur.

O halde, buraya kadar ifadeye çalıştığımız îmân´ın derece ve mertebeleri, her şahsın imkân ve kabiliyetine göre değişir. Zira her şahıs, kendi istidat ve kabiliyetine göre mükellef ve mes´uldür. Bu ´bakımdan, genel olarak herkes için farz olan; îmânın ilk derecesi sayılan icmâlî îmândır. Zira; İslâm dairesine bu kapıdan girilir. An­cak, bununla yetinilmiyerek, İslâm inançlarının ana kökleri olan ve yukarda zikredilen îmân esaslarmı Öğrenerek, onlara tereddütsüz inanmak her müslüman için farzdır.

Fakat, bunlara inanmakla da yetinmiyerek, bütün dînî esas ve hükümleri araştırıp, onları Öğrenen ve herbirine inanan kimseler,, îmânlarını yükseltmiş, olgunlaştırmış ve kemale erdirmiş olurlar. [20]

İslâm´da İmânın Hakikati Ve Amel İle Olan Münasebeti

I Şer´î imânda Mezhepler :

îmânın lügat ve ıstılah mânâlarını ve bu mânâlarla ilgili hu­susları açıkladıktan sonra, önce, din ve şeriat dilinde sık sık kul­lanılan îmânın hakikatim belirtecek, daha sonra îmân ile amel ara­sındaki münasebeti beyan edeceğiz.

Yukarıda verilen izahattan, îmânın, hakikatte bir kalp ve vic­dan işi olduğu anlaşılmaktadır. Zira îmân dilcilere göre, kesp ve ihtiyar ile kalpte hasıl olan tasdik, yani verilen haberi, kabul ve itiraf ederek, haber sahibini tekzipten (yalanlanmaktan) emin kıl­maktır.

Din ve şeriat dilinde ise îmâjı´i ?yukarıda belirttiğimiz veçhi­le? mutlak tasdik olmayıp, Hz. Peygamberin Allah tarafından ge­tirdiği ve dinden olduğu zarurî ve kesin olarak bilinen haber ve hü­kümleri kendi irade ve ihtiyariyle tasdik ederek, bunları kabul ve itiraf etmektir.

Fakat bu tasdik ve itirafın masdarı ve kaynağı nedir? Yalnız kalb midir? Yalnız dil midir? Veya her ikisi birden midir? Yoksa, bunlarla beraber azalarla yapılan ameller, işler midir?

îşte bu hususta İslâm âlimleri ihtilâf etmiş, dolayısiyle birçok mezhepler vücuda gelmiştir. Biz burada bu mezhep ve fırkaların en meşhurlarını beyan edecek, sonra Ehl-i Sünnet mezhepleri olarak şöhret bulan iki büyük mezhebi ve delillerini açıklayacağız.

Bu mezhepler :

A) Kerrâmiyye Mezhebi :

Bu mezhebe göre şer´î îmân; yalnız «tasdik-i feavlî»´den, yanı dil île ikrardan ibarettir. Bunlara göre, Allah´ın birliğini, Hz. Mu-hammed´in hak Peygamber olduğunu ve Allah tarafından getirdik­lerini dili ile ikrar edenler, kalbleriyle tasdik etmeseler dahî, mü´min sayılırlar. Kendilerine islâm ahkâmı tatbik edilir. Şayet dil ile ik­rarla beraber, kalpte tasdik de varsa, o şahsın içi de dışı gibi mü´-mindir. Eğer münafık ise, yalnız dışı mü´min, fakat içi kâfirdir. Kalbiyle inandığı halde, inancını diliyle izhar etmezse mü´min de­ğildir. Fakat ölünce Cennete girer [21]

Görüldüğü üzere Kerrâmiyye, şer´î îmânda, «tasdik~i kavlî» de­diğimiz, dilciler nazarmdaki mutlak tasdikin en zayıf ve aşağı de­recesini esas almışlar, delil olarak da; Peygamberimizin ve Sahabe­nin, «Kelime-i Şahadet» getirenlerin kalblerini araştırmadan, onları «mü´min» kabul etmelerini göstermişlerdir.

Fakat bu esasa göre, kalbleriyle inanmadıkları halde, dilleriy­le inanmış gözüken münafıkların da hakîkaten mü´min olmaları ge­rekir. Halbuki bu gibilerin mü´min olmadıkları Kur´an-ı Kerîm´de açık olarak zikredilmiştir [22] Çünkü tasdik, bir kalb fiilî, inanmak, bir gönül ve vicdan işidir

B) Havâriç Fırkası ve Mû´tezile Mezhebi :

Şer´î îmânı, yalnız bir «Fiil-i lisân», yani yalnız dil ile ikrar sayan Kerrâmiyye´ye mukabil, Havâriç ve Mû´tezile, şer´î înıân´m; dil ile ikrar ve kalb ile tasdikten başka, bunları amel ile tatbik ede­rek uygulamak olduğunu iddia etmişlerdir: Bunlara göre şer´î îmân hem fiil-j kalb, hem fiil-i lisân, hem de fiil-i cevârihdir. Yani şer´î îmânın üç rüknü vardır. Bunlar :

Resûlullah´ın, Allah tarafından getirdiği ilâhî esasları/.

a) Kalb ile tasdik,

b) Dil ile ikrar,

c) Azalarla tatbik etmek, yani bunlarla bilfiil amel etmektir.

O kadar ki, bu üç rükünden biri bulunmayan, meselâ kalbiyle tasdik ve dili ile ikrar ettiği halde, bunlarla amel etmeyen kimse, mü´min sayılmaz. Bu şahıs, Haricîler nazarında kâfir, Mû´tezile na­zarında ise, ne mü´min ne kâfir, fakat ameli terkettifi için «fâsık» sayılır [23]

Hattâ, îmândan bir rükün sayılan amelden maksat, Mû´tezile-nin çoğunluğuna göre «yalnız Vacipler» olduğu halde, Haricîlerin ço­ğuna göre «nafile» hükmünde olan şeyler de îmân´m rüknü sanılan «amel»´e dahildir!.;

Bu iddiaya göre, herhangi bir farzı değil, nafile hükmünde olan bir ameli terkeden kimse, mü´min olamayacağından, kâfir sayıla­caktır! Nafilelerin hepsim öğrenmek ve onlarla amel etmek çok zor, hattâ imkânsız hükmünde olduğuna göre, kimse mü´min olamaya­cak demektir.

Böyle bir iddianın ne derece mesnetsiz, akl-ı selim ve sağduyu­dan uzak olduğu aşikârdır.

Gerçi, Selef ulemâsından ve «Muhaddisûn» dediğimiz hadîs âlimlerinden bazıları ile, rivayete göre İmâm-ı Mâlik, tmâm-ı Şafiî ve Evzâî gibi mezheb imamlarının serî îmânı :

«İkrârun bil lisân,"´ tasdiklin bil cenan ve amelün bil erkân».

Yânî; «Dil ile ikrar, kalb ile tasdik ve (dinin) rükünleriyle amel» şeklinde tarif ettikleri, Kelâm kitaplarında bildirilmektedir.

Fakat bu fikre sahip olan Selef ulemâsı, ameli terkeden ve din dilinde «fâsık» denilen kimselerin îmân´dan çıkarak kâfir olacakla­rına hükmetmemişler, âbid ve zâhid müslümanlara tatbik edilen İs­lâm ahkâmının, fâsık olanlara da tatbik edileceğini ve edilmekte ol­duğunu söylemişlerdir. Çünkü bunlar, şer´î îmânı iki şekilde mü­talâa etmektedirler :

Biri, er geç cennete girme imkânını sağlayan «Esâs-ı îmân», (îmânın esâsı)´dır ki, bu yalnız kalb ile tasdikle veya tasdikle bir­likte dil ile ikrarla olur.

Diğeri ise, insanı cehennem azabından koruyan ve ebedî saa­dete erdiren «Kemâl-i îmân», yâni îmân´m kemâlidir. Şüphe yoktur ki amel, yani dînî emir ve esaslara uyarak, yasaklardan kaçınmak îmânın kemâlinden olup, onun güzel bir semeresi ve beklenen mey-vesidir.

Bu açıklamadan anlaşılacağı gibi, yukarıdaki tarif, gerçekte, «asıl îmân»´m değil, «kemâl-i îmân»´ın yani kâmil îmânın tarifidir. Bu bakımdan, Selef ve bazı Hadîscilerin bu görüşü, Havâriç ve Mû´­tezile görüşleriyle ilgili olmayan, mâkul ve makbul bir görüştür [24]

Mû´tezile, yukarıda beyan ettiğimiz mezheblerini isbat etmek için bir çok deliller zikretmişlerdir. Bunların en mühimleri : ´

a) İddialarını önce şöyle bir kıyas yolu ile isbata çalışırlar :

Dinen vacip olan şeyleri yapmak, dînin bizzat kendisidir. Dinden maksat, İslâm dîni, İslâm´dan maksat îmândır.

O halde vacipleri yapmak, îmândır. Yani îmân´ın rükünleri] dendir.

Birinci kaziyye (önerme) ye, O, en doğru din´dir» [25] âyetini delil gösteriyorlar ve diyorlar ki; «Zâ-like» ism-i işareti, bu âyetin üst tarafında geçen namaz ve zekât gibi vaciplere [26] işaret eder. O halde, âyetin mânâsı; «Namaz ve Zekât gibi vâcibleri yapmak en doğru dindir» demektir.

Dinden, maksadın îslâm olduğuna; «Allah indinde Hak din, Islâmdır» [27] âyetini, İslâm´dan maksadın da îmân olduğuna;

«Kim İslâm´dan başka bir din ararsa, ondan (dîni) kabul edilme­yecektir [28] âyetini göstermek suretiyle, vacipleri yapmanın îmân´ın rükünlerinden olduğu neticesine varıyorlar.

Ehl-i Sünnet, Mû´tezile´nin bu mühim delilini, yukarıda zikret­tiğimiz kıyâs´m birinci kaziyyesini isbat için delil gösterilen âyette­ki «Zâlike» ism-i işaretinin, müfret (tekil) ve müzekker (erkek için) olması sebebiyle, çoğul ve müennes (kadın için) sığasında olan «vâ-ciblere;> değil, aynı âyette geçen, müfret ve müzekker sîgasmdaki «ihlâs» kelimesine râcı olduğunu söylemek suretiyle, bu delili red­detmişlerdir. Böylece «vâcibler»´i işlemenin, ?yukarıdaki âyetlere dayanarak? îmân´ın rükünlerinden olduğu, iddiasını çürütmüşler­dir.

b) Mû´tezile´nin ikinci delili;

«Allah, imânınızı zayi edecek değildir» [29] âyetidir.

Çünkü onlarca, âyetteki «İmâneküm» kelimesinden maksat, «SalâtekümVdür. Buna göre âyetin mânâsı :

. «Allah, Kudüs´e müteveccihen (yönelerek) kıldığınız namazları­nızın ecrini zâyî etmeyecektir.» demektir.

Binâenaleyh bu âyet, namaz kılmanın, îmân, yani îmândan bir cüz olduğuna delâlet eder, diyorlar.

Halbuki âyet-i kerîmedeki «îmâneküm» kelimesinden maksat, bizzat namaz değil, «namaz´ın farz olduğunu tasdikedir.

Ehl-i Sünnet´in bu tevcihine göre bu âyet, Mû´tezile´nin yuka­rıdaki iddiasına delil olmaz. . Mû´tezile, Peygamber Efendimizin;

«Zina eden şahıs, mü´min olduğu halde zina etmez» hadîsini de, amelin, îmânı teşkil eden bir rükün (esas) olduğuna delil saymış­lardır.

Halbuki, hadîsteki «mü´min»´den maksat, kâmil îmân sahibi olan nıü´mindir. Peygamberimiz, zina gibi, aile saadetini baltalayan kötü âdetten mutlaka uzak kalınmasını temin gayesiyle, böyle şid­detli bir ifade kullanmıştır.

Hadîs´in mânâsı : «Kâmil îmân sahibi kimseye zina etmek asla yaraşmaz. Kâmil imân ile, zina etmek bir şahısta toplanmaz» de­mektir. Çünkü biraz sonra göreceğimiz gibi, îmân´ın kalb ile tasdik-den ibaret olduğuna dairs gayet açık ve kesin pekçok âyet ve ha­dîsler vardır. Bu sebeple, yukardaki hadîsi de, ancak bu şekilde an­lamak doğru ve isabetli olur.

C) Ehl-i Sünnet´ten Bazılarının Mezhebi :

Müslümanlar arasında meşhur olan bu mezhebe göre şer´î îmân :

Hz. Muhammed (s.a.v.)´in AUah´dandır diye getirdikleri ve din­den olduğu zarurî (zorunlu) olarak bilinen haber ve hükümlerin hep­sinin doğru ve gerçek olduğunu, kalp ile tasdik ve dil ile ikrar et­mektir.

Bu tarife göre îmân, kalb ile tasdik ve dil ile ikrarın tamamı­dır. Yâni îmân´ın; biri tasdik, diğeri ikrar olmak üzere iki rüknü vardır. Ancak, bu rükünler aynı seviyede birer aslî rükün değildir. Çünkü bunlardan birincisi olan, kalb ile tasdik, hiçbir mazeret ye özür karşısında vazgeçilmeyen îmânın «aslî rüknü», dil ile ikrar ise, dilsizlik ve ölüm tehdidi gibi hayat tehlikesi karşısında söylemek­ten vazgeçilebilen, yani vücubu sakıt olan (düşebilen) <;zâit rüknü» dür.

Bu esasa göre, aslî rükün sayılan «kalb ile tasdik» ortadan kalktığı anda o kimse îmândan çıkar ve yerini küfür alır. Çünkü kalb ve vicdan işi olan tasdiki bırakmak için hiçbir özür olamaz. Ama, ölüm tehdidi gibi bir tehlike karşısında diliyle ikrar etmeyen veya meselâ Peygamberimizi, inkâr eden bir kimse, kalbi samimî tas­dik ve îmânla dolu olduğu için, dinden çıkmaz ve kâfir olmaz.

Fakat, hiçbir sebep yokken kalbindeki tasdiki izhar etmeyen ve müslüman olduğunu söylemiyen bir kimse, müslümanlar nazarında olduğu gibi, Hak Teâlâ indinde de kâfirdir.

O halde bu mezhebe göre şer´î îmân´ın hakikati :

«Peygamberimizin getirdiklerini kalb ile tasdik ve dil üe ikrar­dır.»

«Kavl-i Meşhur» diye şöhret bulan bu mezhebi, bazı Ehl-i Sün­net Kelâmcıları, Hanefî imamlarından Şemsu*l - Eimme Serahsî ile Fahrü I - İslâm Pezdevî ve bazı Fakihler uygun görerek benimse­mişlerdir. Hattâ îmâm-ı Âzam´ın da bu görüşü ihtiyar ve tercih et­tiği rivayet edilmiştir [30]

Bu mezhepte olanlar görüşlerini isbat için aşağıdaki âyet-i ke

rîme ve hadîs-i şerif den faydalanırlar :

«Kalbî îmân ile dolu (ve bununla) mutmain (ve müsterih) ol­duğu halde, küfre mecbur edilen dışında, herhangi bir kimse îmân ettikten sonra Allah´a küfrederse...» [31] âyet-i kerîmesi ile,

«Allah´âan başka ilâh yoktur, deyinceye kadar insanlarla çar­pışmakla emrolundum» [32] mealindeki hadîs-i şerîf´dir.

D) Ehl-i Sünnet´den «Cumhuru Muhakkikin» Mezhebi:

îslâmî ilimlerdeki derin inceleme ve araştırmaları sebebiyle «Muhâkkıkûn» adı verilen Ehl-i Sünnet âlimlerinin ekserisine göre şer´î îmân :

Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.v.)´in AllahMandır diye ge­tirdikleri ve dinden olduğu zarurî (zorunlu) olarak bilhıen haber ve hükümlerin doğru ve gerçek olduğuna tereddütsüz inanmak, bunla­rın tamamım kalb ile tasdik ve kabul etmektir.

İtikad´da iki hak mezhebin imam ve kurucuları olan Ebu*l -Hasan el - Eş´arî ve Ebû Mansur el - Mâtürîdî Üe tmâm-û´l - Hara-meyn el - Cüveynî ve İmâm-û´r - Râzî gibi Ehl-i Sünnet imamlarının benimsediği bu mezhebe göre îmân, gerçekte bir kalb ve vicdan işidir. Bu bakımdan, şer´î îmânın hakikati; Peygamberimizin getirdiği dînî esas ve hükümleri irade ve. istekle ve tam bir teslimiyet içinde kalp ile tasdik etmek, Peygamberin hak, sözlerinin ilâhî gerçekler olduğuna inanmaktır.

O halde, şer´î îmân´m yegâne rüknü kalb ile tasdiktir. Kalbin­de böyle tereddüsüz ve sağlam bir tasdik bulunan kimse gerçekte ve Hak Teâlâ katında mü´mindir.

Kalb ile tasdik edileni dil ile ikrar etmek, îmân´m aslî veya zait bir rüknü, yani îmândan bir cüz olmadığı gibi, sıhhatinin de şartı değildir. Fakat kalbte bulunan bir şeye, ancak dil ile ikrar edi­lince vâkıf olunabileceği, ak&i halde mü´min midir, değil midir, bi-linemıyeceği cihetle, dünyevî hükümleri tatbik edebilmek için dil Ue ikrar şart koşulmuştur. İşte bu bakımdan İmâm-ı Âzam hazretleri­nin, «îmân, dil ile ikrar, kalb ile tasdiktir» dedikleri «Vasiyetname» sinde ve Fıkh-ı EkberMe rivayet edilmiştir [33]

Bu esasa göre, kalbiyle gerçekten îmân etmiş olan kimse Al­lah indinde müslüman sayıldığından, öbür dünyada mü´min muame­lesi görür ve ergeç Csnnete girer. Fakat, kalbindeki îmânı diliyle ikrar etmediğinden günahkârdır, müslüman olduğu bilinmediği için, kendisine dînin dünyevî hükümleri tatbik edilmez.

Tahlil ve Mukayese :

Muhtar mezhep olarak kabul edilen bu mezheple, bundan önce zikrettiğimiz «Kavl-i Meşhur» denilen bazı Kelâmcıların mezhebi arasındaki en mühim fark :

Muhakkikler nazarında; Peygamberimizi kalbiyle tasdik eden bir kimse, diliyle ikrar etmese dahi Allah katında müslüman sayıldığı ve er geç Cennete gireceği halde,

«Kavl-i Meşhur»culara göre, Peygamberimizi özürsüz olarak di­liyle ikrar etmeyenin, kalben ona inansa dahî, Allah nazarında mü´­min sayılmaması ve Cennete girememesidir.

«Kavl-i Meşhur»´cuların bu fikri bizce isabetli görülmemekte­dir. Çünkü : ´

Evet, kalbiyle inandığı ve tasdik ettiği halde, bunu dil ile ikrar etmemek büyük bir kusur ve anlaşılması güç bir husustur. Bu bakımdan, kâfir tanınarak cezasını bu dünyada çekecek, birçok hak­lardan belki mahrum kalacaktır. Fakat, kalbi ile Peygambere ina­nan ve samîmi bir îmâna sahiü olan kimsenin, Hak Teâlâ´ca bilinen bu îmânına rağmen, diliyle ikrar etmemenin cezasını, Öbür dünyada da kâfir cezasına çırptırılmak suretiyle ebedî saadetten mahrum bı­rakılacağını iddia etmek, ilâhî adaletle bağdaşmasa gerektir.

Evet, kişinin îmânını özrü olmadığı halde diliyle iki ar ve ilân etmemesi bir kusurdur. Öbür dünyada da bu kusuruyla´ mütenâsro bir ceza görmelidir. Fakat, inandığı halde ikrar etmemenin cezasT, ebedî hüsran ve azap olmamalıdır. Aksi halde, kalben inanan kimse ile hiç İnanmayan kâfir veya inandım diye yalan söyleyen münafık arasında fark kalmaz. [34]

Bahsimize Dönelim :

Bu tahlile ve aşağıda Özetliyeceğimiz delillere dayanarak, isa­betli ve kabule şayan bulduğumuz Muhakkıkların görüşü, «mutlak tasdik» mânâsına gelen îmânın lügat anlamına da uygundur. Çünkü :

1- İmânın liigat mânâsı, şeriat dilinde başka bir mânâya nak-ledilmediğine göre [35] Kur´an´ın belâgatine daha uygun düşmek­tedir.

2- Hak Teâlâ Kur´an´da, îmân kelimesini dâima kalbe izafe etmek suretiyle kullanmışlardır. Bazı Örnekler verelim :

a) İşte onlar o kimselerdir

ki, (Allah) îmânı kalblerine yazdı» [36]

b) «îmân henüz kalblerinize yerleşmedi» [37] mealindeki ve daha birçok âyetler ile,

Peygamberimiz (s.a.v.)´in :

«Ya Rabbiî Kalbimi dîninde ve sana itaatta sabit (ve devamlı) kıl.» «Kalbini yarıp da (îmânı var mı

diye) baktın mı?» gibi birçok hadîsler, îmânın kalbte olduğuna ga­yet açık olarak delâlet etmektedir.

İmânın yerinin kalb olduğu, bu âyet ve hadîslerle sabit olunca, hakikatinin da, kalb ile tasdik olduğunu kabul etmek gerekmekte­dir [38]

2 İmân ile Amel Arasındaki Münasebet :

Buraya kadar verdiğimiz izahattan ve zikrettiğimiz delillerden, gerek dilciler ve gerekse Ehl-i Sünnet İmamlarının çoğuna göre îmânın hakikati :

Allah´ın birliğini, Hz. Muhaınmed (s.a.v.)´in Peygamberliğini ve AUah´dan getirdiklerinde sâdık olduğunu kalb ile tasdikten iba­rettir.

Birçok âyet ve hadîsler bu hususa delâlet etmektedir.

Dil ile ikrar ise, îmândan bir rükün ve ondan bir cüz veya sıh­hatinin şartı olmayıp, dünyevî hükümleri tatbik edebilmek için ge­reken bir şarttır.

Amel, yâni; kalb ile inanılanları bilfiil tatbik etmek, Ehl-i Sün­netin ekserisi nazarında îmânın hakikatma dahil değildir. Bu husu­sa, yukarıda zikredilen delillerden başka :

a) KEy !maBedenler, sizin üzerinize oruç (tutmak) yazıldı (fara kılındı).»[39] Bu ve benzeri âyetlerde önce îmân zikredilmiş, sonra ameli gerekti­ren emir ve yasaklar bildirilmiştir. O halde, amel îmândan ayrı ve başka bir şeydir.

b) «îmân edenler ve iyi (gü­zel) amel (ve hareket) yapan kimseler...» [40]Bu ve benzeri âyet­lerde güze! amel, îmân ve inanmaya atfediliyor ki, Arapça gramer kaidesinee, ancak ayrı mânâda olan şeyler birbirine atfedilir. O haî-de amel, îmândan başkadır

olarak iyi ve güzel ameller işlerse!..» [41]

Bu âyet-i kerîme´de, amelin makbul olabilmesi için îmânın şart olduğu belirtilmiştir. Meşrutun (yani amelin) şartta (yani îmânda) dahil olamıyacağı aşikârdır. O halde îmân ve amel ayrı, ayrı şey­lerdir.

d) Eğer mü´minlerden iki zümre (taraf) birbirleriyle vuruşurlarsa...» [42]

Bu âyet-i kerîme ise, îmân ile büyük günahların dahi bir şa­hısta toplanabileceğini, dolayısiyle, her cins amelin îmândan ayrı ve ondan başka bir şey olduğunu gayet açık olarak bildirmektedir.

Yukarda zikrettiğimiz âyet-i kerîmelerin saraha barından baş­ka, yapılan ibadetlerin kabule lâyık olabilmesi için, îmânın şart ol­duğunda Ulemâ arasında tCMA´ vardır.

Bütün bu delillere binâen, her türlü amel ve ibadetleri işleme­nin, îmânın haldkatına daiıil bir cüz olmadığı kesin olarak anlaşıl­maktadır [43]

Fakat, îman ile amel arasında sıkı bir münasebet olduğunda da şüphe yoktur.

Çünkü İslâm dîni, yalnız bir îmân ve îtikâd mes´elesi olmayıp,îmân ve amel, yani, îtikâd, ibadet ve ahlâkın toplamıdır. Tatbikata intikal etmeyen bir inanç, meyva vermeyen bir ağaç, küpte sakla­nan bir altın veya hapiste çürüyen ve kendisinden faydalanılmayan bir kıymet gibidir. Dînin de, dînin temeli olan îmânın da bir gayesi vardır. O, güzel ahlâk ve insanlara faydalı olmaktır. Allahu Teâlâ´*-nm rızası, yalnız, bir kalb ve vicdan işi olan îmân ile değil, o îmâ­nın semeresi olan ibâdet, salih amel ve güzel ahlâk sahibi olmakla, yani inanılanı bilfiil yapmakla elde edilir. Müslüman, amel ettiği için mü´mîn olacak değil, fakat îmân ettiği için amel edecektir. Esa­sen, kalb ve gönül sahasından çıkmayan herhangi bir inancın, amelî olarak hayatî bir kıymeti olamaz. Çünkü bu îmânı kalbte hapset­mekten ve ondan faydalanmamaktan başka bir şey değildir. Halbu­ki îmân, insanı harekete getiren, onu iyiye, güzele ve doğruya sev-keden muharrik kuvvet olmalı, dolayısiyle eseri, hayata intikal ede­rek sahibini ve çevresini aydınlatmalıdır. İşte bu da, inanılanı yap­makla, yani ibâdet etmek, iyi amel işlemek ve güzel ahlâka ermek­le olur. O halde, nasıl, îmânsız ibâdet ve amel makbul değilse, amel ve ibâdete yöneltemeyen ve yalnız kalbte kalan îmân da kâfi de­ğildir. Böyle bir îmân, kendisinden faydalanılmayan bir kıymet gi­bidir. Halbuki müslümanın îmânı, zararlı bir şey gibi kalbte hap-solmamalı, insanın her hareketine tesir ederek etrafa nûr ve güzel­lik saçmalıdır.

Öyle ise, îmânı kemâle erdirmek ve olgun bir hale getirmek için, Allah´ın emirlerine sarılmak, yasaklarından kaçınmak, yani, ibâdet ve salih amel lâzımdır, late ancak bu gibiler, ilâhî rızaya erer, ebedî saadet ve nimetlere mazhar olurlar.

Bunun içindir ki, amel îmânın hakikatına dâhil değil ise de, îmânın kemâlinden olduğunda şüphe yoktur. Bu bakımdan, yukarda işaret ettiğimiz gibi Selef ulemâsı, Hadîsciler ve bazı mezhep imam­ları, ameli îmânın kemâlinden saymışlardır. Bu fikrin isabeti açık­tır. Çünkü, kuvvetli bir îmânın eseri, mutlaka tatbikata intikal eder ve kişinin yaşayışında görülür.

Meselâ : Cenâb-ı Hakk´ın ibâdete lâyık tek mabûd olduğuna, ölümden sonra her şeyin bitmiyerek ikinci ve ebedî bir hayatın ku­rulacağına ve herkesin orada lâyık olduğu mükâfat veya cezayı gö­receğine ve böylece ilâhî adaletin tecelli edeceğine kesin olarak ina­nan bir kimse, elbette, bütün gücüyle AUah´m emirlerine sarılır, ibâ­detlerini yapar ve yasaklarından kaçınır. Böylece kâmil bir insan ve cemiyete faydalı bir unsur olur. îmânı zayıf olan ise, tembellik

yapar, amel flıkimmdan noksan kalır ve ilâhî cezaya müstahak olur

Bu açıklamalardan anlaşılacağı üzere, îmân ile amel arasında sıkı bir münasebet vardır. îmânsu amel makbul olmadığı gibi, amet-siz îmân da kemâle eremez. Yani, îmân amel ile kuvvetlenir, amei olmayınca zayıflar ve korunması güçleşir. Bu bakımdan, îmânın mu­hafazası, kazanılmasından daha güç sayılmıştır. Çünkü îmânı zayi edip ortadan kaldıracak birçok sebepler vardır.

Meselâ, Kur´an´a veya Semâyı Kitaplara veya dînî esas´ara iha­net etmek, haram olan bir şeyi helâl, helâl olanı haram saymak, dînî esaslarla alay etmek, bir müslümanın dinine, îmânına sövmek, îmânı zayi eden sebeplerdendir.

3 - imân. Fazlalık ve Noksanlık Kabul Eder mi?

Bu konuda da, îmânın hakikati hakkındaki fikir ayrılığından doğan çeşitli görüşler vardır.

Haricîler ve Mû´tezile, ameli îmândan bir cüz kabul ettiklerin-den, amelin fazla veya noksan olmasıyla, îmânın da noksan veya fazla olabileceğini iddia etmişlerdir. Fakat amel îmânın hakikatin- . dan olmadığına göre, bu iddia da kabule şayan değildir.

Yukarda mezheplerini izah ettiğimiz Eh I-i Sünnet imam ve âlim­leri ise; amelin îmânın aslından bir cüz olmadığına inandıklarından. «îmân, fazlalık ve noksanlık kabul etmez.» demişlerdir. Çünkü bun­lara göre îmân, tasdik mânâsına olduğundan, tasdik, ne hakikati. ne de ilgili olduğu şeyler bakımından, fazlalık ve noksanlık kabuf eder.

Çünkü tasdik, bîr şeye i?´an ve kabul ile kesin olarak inanmak­tır. Tasdik, bu şekilde kesin ve tereddütsüz olmazsa, o, tasdik de­ğil, zandır. Zan ve şüphe ise îmân ile bağdaşamaz. O halde îmân,. aslı ve hakikati bakımından noksanlık veya fazlalık kabul etmez.

tmânı-ı Âzam bu hususu şöyle izah etmiştir :

«imân ne artar ne de eksilir. Çünkü îmân´ın fazlalığı, ancak küfrün azalmasını, îmânın azalması da, ancak küfrün artmasını ta­savvur etmek suretiyle anlaşılır. Bu ise, bir şahsın bir anda hem mü´min, hem de kâfir olmasını gerektirir. Bu ise bâtıldır. Çünkü imi´min hakikaten mü´mindir. Mü´minin îmânında şek şüphe bulun-

maz. Nitekim «kâfirin de küfründe tereddüdü yoktur.» dernekte ve bu hususu âyetle beyan ve te´yid etmektedir [44]

îmân, taallûk ettiği ve ilgili olduğu şey bakımından da artmaz ve eksilmez. Çünkü îmân edilecek olan şey, Peygamberimizin getir­diklerinin tamamıdır. Bunların hepsine inanmayıp da, bazısına ina­nılır, bazısına inanılmazsa, buna îmân denmez.

Hülâsa : Ehl-i Sünnete ve Muhakkıkların ekserisine göre îmân, hakikati ve ilgili olduğu şeyler bakımından, fazlalık ve noksanlık kabul etmez.

Fahreddin-i Râzî de aynı kanaatte olmakla beraber, insanların, dînin kemâlindeki «yakin» bakımından çeşitli olduklarım bildirmiş­tir. Zira; yakîn´in derecelerinden olan «Ayne´l - Yakın», «tlme´l -Yakîn»´den «Hakka´l - Yakîn» de «Ayne´l - Yakîm-´den yüksektir. Bu yakîn derecelerine göre insanlar ve îmânları derecelenir.

Bu esasa göre îmânda ziyade ve noksandan maksat; îmânın kuvvetli veya zayıf olmasıdır.

Bir kimsenin de îmânı bu mânâda daha kuvvetli veya daha za­yıf olabilir. Nitekim, meselâ müslümanlardan herhangi birinin îmâ­nının, Peygamberimiz (s.a.v.)´in veya Hs. Ebu Bekir (r.a.)´m îmânı kadar tahkik ve yakîn bakımından kuvvetli olmadığında ittifak var­dır.

îmân´ın kemâlinden sayılan, ibâdet ve iyi amelin fazla olması; îmâna kuvvet, noksan olması ise, zayıflık verir.

Şunu da iyi bilmek gerekir ki; hakikî îmâna sahip olunmadan, cehennemde ebediyyen kalınmakta ve cennete girmek mümkün ol-´ mamakta ise de, âhiret azabından kurtularak Allah´ın rızâsını ka­zanmak ve ebedî saadete ermek de, ancak Allah´a ibâdet etmek, iyi amel işlemek ve güzel ahlâka sahip olmakla mümkün olur.

4- imânın Sahih ve Kabule Şâyân Olma Şartları :

Biraz Önce, îmânı koruyabilmenin, onu kazanmaktan daha zor olduğunu, zira kazanılan îmânın, bazı sebeplerle kaybedilebileceğini söylemiştik. Şimdi ise, İslâm âlimleri ve Keîâmcıların, îmânın sahih ve kabule şâyân olması için ileri sürdükleri en önemli üç şartı özetleyeceğiz :

a) imân, ye´s ve ümitsizlik halinde iken vâki olmamalıdır.

Meselâ, ömrü boyunca îmân etmeyerek küfür üzere olan bir kimse, ölüm halinde iken ilâhî azabı görür de îmân ederse, ümitsiz­lik ânında vâki olan bu îmân Allah katında makbul değildir,

b) Mü´nıin, zarûrât-ı dîniyyeden sayılan şeylerden birini inkâr veya tekzip edip yalanlamamahdır.

Meselâ, bir kimse Hak Teâlâ´yı bütün Semavî Kitapları ve Pey­gamberleri tasdik ederek onlara inandığı halde, Hz. Muhammed (s.a.v.)´m Peygamberliğini yalanlasa, veya namaz, oruç ve zekât gibi farz olduğu kesin olarak bilinen dînî bir hükmü kendi irade ve ihtiyarıyla inkâr etse, îmânı derhal zail olur ve îslâm dairesinden çıkar. Çünkü îmân bir bütündür, tecezzi (cüzlere ayırmayı) kabul etmez. Dînî hükümlerin birini veya bazısını inkâr, tamamını inkâr hükmündedir. Zira bugün bir kısmını inkâr eden, yarın diğer bîr kısmını da inkâr edebilir. Böyle, sabit ve devamlı olmayan bir îmân Allah katında makbul değildir.

c) Dînî hükümlerin, emir ve yasakların hepsinin güzel ve ilâ­hî hikmet İcâbı olduğunu kabul etmek, bunları yapmakta inat ve tekebbür göstermemek lâzımdır.

Meselâ bir insan, namaz, oruç, zekât ve hac gibi ibâdetlerden birini güzel görmeyerek, onu alaya alırsa, veya Cenâb-i Hakk´m emrine aykırı olsun kasdiyle dînî bir hükmü yapmazsa, yahut dîni bir yasağı, haram olduğunu bildiği halde inad ederek işlerse, artık îmânını kaybeder ve Allah indinde mü´min sayılmaz.

O halde, kabule şâyân olan îmân, yukarda saydığımız kusurlar­dan, yani inkâr, inâd ve tekebbür (büyüklenme) hallerinden uzak olan samimî ve devamlı olan îmândır.

Allah´ın rızâsını kazanmak ve ebedî saadete ermek için, hayal boyunca devam eden îmâna son nefeste de sahip olmak lâzımdır. Hayatı boyunca îmân üzere olan bir kimse ömrünün sonunda îmâ­nını kaybederek ölse, ebedî azaba, müstahak olur. Mazideki ibâdet ve taati fayda vermez. Bunun aksine olarak, hayatı küfür ve is­yanla geçen bir kimse ölmeden îmân edip, mü´min olarak son nefe-

sini verse, ebedî saadete mazhar olur. Geçmişte yaptığı küfür ve isyan, buna engel teşkil etmez.

İslâm´da îmân´m hakikati ve amelle olan münasebeti hakkındb verdiğimiz bu genel bilgiden sonra, bu konu ile yakm alâkası olan «El - Kebîre = Büvük Günah» bahsini inceleyeceğiz. [45]

--------------------------------------------------------------------------------

[1] ) Nal. 125

[2] Ali Arslan Aydın, İslam İnançları, (Tevhid Ve İlm-i Kelam), Gonca Yayınları:131.

[3] Âl-i îmran, 19

[4] Bak: Bakara, 75, 113.; Nisa, 46; Maıde, 13, 41

[5] Ali Arslan Aydın, İslam İnançları, (Tevhid Ve İlm-i Kelam), Gonca Yayınları: 132-133.

[6] Ezelî ve kadîm : Evveli olmayan demektir

[7] Ebedî ve bakî : Sonu olmayan demektir

[8] Mûcid, icad eden, yaratan; müsebbib ise; sebeb olan, bir şeyin varlığına ne­den olan demektir

[9] Fazla bilgi için bkz s. 84 - 95.Şerh-i Mevâkıf; C. 2, s. 390 - 424, Şerh- ^akâsıd c.

Ali Arslan Aydın, İslam İnançları, (Tevhid Ve İlm-i Kelam), Gonca Yayınları: 137-143.

[10] Bak : Ebu´l-Hasan el-Eş´arî : Kitabü´1-Luma´; Kahire 1955; Îmâmu´l-Haremeyn el-Cüveynî: Kitabü´l-İrşâd; Kahire 1950; Şerh-i Mevâkıf c. İÜ, s. 245; gerh-i. Makâsıd: c. m, s. İSİ; Şerhu el-Akâid-en Nesefiyye, s. 432.

Hemze «ta´diye »için olursa, îmân; «emân vermek, emin kıl­mak» mânâsına gelir ki, Allah´ın güzel isimlerinden olan «Esmâ-i Hüsnâ» dan «Mü´min» bu mânâdadır

[11] Ali Arslan Aydın, İslam İnançları, (Tevhid Ve İlm-i Kelam), Gonca Yayınları: 147-148.

[12] İbn-i Manzur : Lisân el-Arab, c. XVI, s. 160-163. Bulak-Mısır, 1303 H. Asım Efendi: Kâmus-ı Muhît tercümesi, c. Di. s. 593-594. İstanbul, 1272 H., Sâded-din et-Taftâzânî: Şerh-i Makâsıd, c. II, s. 181, Râgıp el-lsfahanî: El-Müfredât. s. 24, Mısır 1324 H., M. Hamdi Yazır: Hak Dîni Kur´ân Dili, c. I, s. 177 - 178.

[13] Salih Musa Şeref : Müzekkerât fi´t-Tevhîd, c. IV, s. .167 -169, 181 - 182, Kahi­re, 1952

[14] Ali Arslan Aydın, İslam İnançları, (Tevhid Ve İlm-i Kelam), Gonca Yayınları: 148-152.

[15] Zarûrât-ı Dîniyye : Peygamberimizden tevatür yoluyla naklolunan ve aklî delile muhtaç olmadan bilinen Kur´an´m Allah Kelâmı olduğu, ölümden sonra dirilmenin vâki olacağı. Namaz, Oruç, Zekât ve Hac gibi ibadetlerin farz, zi-nanm ve yalan söylemenin haram olduğu gibi İslâmî esas, hüküm ve haber­lerdir. Kesinlik, ifade eden bu gibi dînî esaslara her müslümamn tereddüt et-* meden inanması lâzımdır

[16] Bakara, 17?, 285; Nisa, 136

[17] Bu meşhur hadise göre îmân esasları: «Allah a. Meleker , Peygamberlerine, Âhiret gününe ve Kadere: hayrın da. şerrin de Aiia olduğuna» inanmaktır.

[18] Kamer, 49; Furkan, 2; Tâhâ, 72; Meryem, 21; Gâfir, 20 nci âyetlere bakınız

[19] Nitekim Hak Teâlâ, Necm Sûresinin 3. ve 4. âyetlerinde : «O, nefsinin arzu­suna göre konuşmaz. Onun sözleri, yalnız, kendisine vahyolunandan başka bir şey değildir.» buyurmaktadır.

[20] Ali Arslan Aydın, İslam İnançları, (Tevhid Ve İlm-i Kelam), Gonca Yayınları: 153-157.

[21] İmâmü´l - Harameyn El - Cüveynî : Kitab´ül - İrşâd, s. 396

[22] Bakara, 8.

[23] Bu esasa dayanarak Mû´tezile; «Günah-ı K=ebâir»´den, yani zina etmek, adam öldürmek gibi büyük günahlardan birini işleyen kimseyi ne mü´nıin ne de kâfir kabul eder. Bu gibiler için «El - menzi´.etü beyn - el menziieteyni» yani, Cen­net ile Cehennem arasında bir menzilede kalacaklar, derler. Bu mes´ele, Ehl-i Sünnefin reddettiği Mû´tezüenin meşhur görüşlerinden biridir.

[24] Îmâmu´l-Harameyn El - Cüveynî : El - Irsâd, s. 307, Fahru d-Dm M. Ömer el-Razî: Et - Tefsirü´l - Kebîr, c. I, s. 246 - 247, istanbul, 1397 Hım. M H. Yazır : Hak Dîni Kur´an Dili, c. I. s. 182; Şerhü´l - Makâsıd : c. II. s. 18i

[25] beyyine,5

[26] Burada6´-Vacip., farz manasınadır. Çünkü vacip ile farz arasında amel bak.-mından fark yoktur

[27] Âl-i îmrân, 19

[28] Âl-i îmrân, 85

[29] Bakara, 143.

[30] Fıkh-ı Ekbe rve Alîyyu´l - Kâri şerhi, s. 76-77, Mısır - 1323 Hicrî Şerhi Ma-kâsid, c. II, s. 182; §erh-i´l - Akâid en - Nesefiyye, s. 436-438, Kahire 1339; Müzekkerât fit - Tevhîd, c. IV, s. 169 - 171

[31] Nahl, 106

[32] Buharı, Müslim, Ebû Davut, Tirmizİ ve Neseî

[33] Bak-. Fıkh-ı Ekbsr ve Aliyyu´l - Kâri şerhi, s, 78

[34] Ali Arslan Aydın, İslam İnançları, (Tevhid Ve İlm-i Kelam), Gonca Yayınları:158-166.

[35] Çünkü îmân, şeriat dilinde yeni bir mânâya r.akledilseydi, Peygamberimizin bu hususu ümmetine bildirmesi gerekirdi.

[36] Mücadele, 22.

[37] Hucurât, 14.

[38] Bak : İmâm-ı Âzam Ebû Hanİfe : Fıkh-ı Ekber ve AHyyu´l - Kâri ş^rhi : -s. 76-78; Ebu´l - Hasan el-Eş´arî: Kitâbu´l - Luma; s. 123; İmâm´ul-Harameyn : Kitâbu´l - îrşâd, s. 397; Fahru´d - Din er - Razî : Et - Tefsiru´l -Kebîr, c. I, s. 24B; Şerh-i Makâsıd; c. II, s. 181-188; Şerh-i Mevâkıf; c. III, s. 245-248; Şerhi´1 - Akâid en - Nesefiyye; s. 438-440, Abdüllâüf el-Harbûti; Tenkihu´l - Kelâm : s. 249 - 252, İstanbul 1330 H

[39] Bakara, 183 ve Bkz : Bakara, 153, 187; Âl-i İmrân, 59; Enfâl, 20, 27; Nûr, 21; Ahzâb, 70; Ahkaf, 33; CunVa, 9.

[40] Bakara, 227; Yunus, 9; Hûd, 23; Lokman, 8; Fussilet, 8; Buruç, lf; Beyyi-ne, 7; Ankebût, 7, 9, 58: Fâtır. 7; Şûra, 22; Ahkâf. 2.

[41] Tâhâ, 112

[42] Hucurât, 9

[43] ) Fikh-ı Ekber ve Aliyyu´l - Kâri şerhi, s. 80; Tefsir-i Kebir, c. I, s. 249; Şcrh-i Makâsıd, c. II, s. 187; Ş&rh-i Mevâkrf, c. III. s. 248; Şerhi´! - Akâid en Ne-sefiyye, s. 243, 244.

[44] Bkz. Fıkh-ı Ekber ve Aliyyul - Kâri şerhi. s. 79

[45] Ali Arslan Aydın, İslam İnançları, (Tevhid Ve İlm-i Kelam), Gonca Yayınları: 166-173.