Yüce Allah´a İman ve Varlığının Delilleri

Allahu Teâlâ´ya Îmân Ve Yüce Varlığını Isbat Eden Deliller
1- Allah´a Îmân Ve Bu İnancın Fıtrî Olduğu
2- Vücüd-I Îlâhl´yi İsbat Eden Deliller
A) Dış Âlemden Çıkarılan Tabiî Deliller
Teselsül Ve Îptalî
Akıl Yoluyla Çıkarılan «Metafizik» Deliller
İnsan Tabiatından Çıkarılan Ahlakî Deliller
3-Maddecileetn Bu Âlem Hakkındaki Görüşleri
A) Maddecilerin Mezhebinin Beyanı
B) Bu Mezhebin Îptalt
4-Müsbet İlimcilerin Allah´ın Varlığını Tsbat Eden Söz Ve Delillerinden Özetler
1 — A. Gressy Morrıson´un Cevabından Özetler
Kâinat, Allah´ın Varlığına Delildir
3 — Pozitif İlimden «Gerçek Hakk»´A Varan Fikir İncileri
İlimler Allah´a Îmânımı Daha Çok Kuvvetlendiriyor
5 - Balttmtjre Kuşları Ve Çiçekler
6- Amerika´nın 3. Feza Adamı John Gueen Anlatıyor

İKİNCİ BÖLÜM

Allahu Teâlâ´ya Îmân Ve Yüce Varlığını Isbat Eden Deliller

I- Allah´a Îmân Ve Bu İnancın Fıtrî Olduğu

Daha önce de belirttiğimiz gibi, «îmân» kelimesinin lügat mâ­nası ; inanmak ve tasdik etmektir. Yâni bir kimseye, bir habere veya bir hükme kesin olarak ve içten gelerek inanmak, haberin ve haber verenin doğru ve gerçek olduğunu kabul etmektir.

îsîâmî ıstılahta ise îmân; her şeyden önce, Allah´ın varlığına ve birliğine, yani Allah´dan başka Tanrı (ilâh) bulunmadığına, son­ra, Peygamberimiz (s.a.v.)´in Allah´ın kulu ve Resulü olduğuna, yani Allahu Teâlâ tarafından kendisine vahiy yoluyla gönderilen ve din­den olduğu kesin olarak bilinen şeylerin hepsinde Hz. Muhammed´in sâdık (doğru ve gerçek) olduğuna tereddütsüz inanmak, bunu kalb ile tasdik etmektir.

İslâm dînine girmenin ilk şartı olan bu iki esae, her müslüman-ca bilinen «Şahadet kelimesinde toplanmıştır. Bu kutsal cümleyi dil ile ikrar ederek, kalb ile tasdik eden kimseye, «inanmış» anlamı­na gelen «mü´min» adı verilir.

İşte îslâmda îmân; şahadet kelimesinde ifadesini bulan, Allah´a ve Resulü Muhammed (s.a.v.)´in Peygamberliğine îmânla başlar. «Âmentü»de belirtilen altı esasa, yani; Allah´a, Meleklerine, Kitap­larına, Peygamberlerine, Âhiret gününe, Kaza ve Kadere kesin ola­rak inanmakla tam ifadesini bulur.

Bu esasların herbirini, iki cilt halinde plânlayarak hazırladığı­mız bu kitabın bölümlerinde ele alarak etraflıca beyan edeceğiz.

Bu bölümde; Allah´a îmânla ve Yüce Zâtı ile ilgili hususlar üzerinde duracağız.

insanlık tarihi bize gösteriyor ki, en iptidâi (ilkel) devirlerden beri, her asırda yaşayan insanlarda Allah fikri ve tapma meyli, do-layısiyle bir din inancı vardır. Zira bütün insanlar, her asırda, ilâhî bir kudretin varlığına fıtraten inanagelmişler ve bir dine sahip ol­muşlardır. Çünkü nereye gidilmişse orada, basit ve bâtıl da olsa bir dîne ,bir Tanrı fikrine rastlanmıştır. Geçmiş devirlerde çeşitli şekillerdeki putlara tapanlar, ateşi, güneşi veya yıldızları takdis ederek onları kutsal sayanlar dahi, bütün bunların üstünde büyük bir kudretin bulunduğuna, her şeyi yaratan, terbiye eden ve esir­geyen bir varlığın mevcudiyetine inanmışlar, dış âlemde taptıkları şeyleri, O´na yaklaşmak için birer vesile ittihaz etmişlerdir. Cinsle­ri, devirleri ve memleketleri ayrı, birbirini tanımıyan milletlerde görülen bu mutlak inanç birliği, din fikrinin umûmî, Allah inancı­nın da fıtrî olduğunu isbat etmektedir.

Bunun içindir ki, her şeyi bilen ve her şeyi yaratmağa kaadir olan bir Allah´a inanmak, erginlik çağına gelmiş ve âkil hükmünde olan her insana farzdır. Allahu Teâlâ´nm varlığına, birliğine, îmân, her akl-ı selîm (sağduyu) sahibinin ilk ve mutlak borcudur. Bu se­beple, ilâhî dinlerin kesintiye uğradığı fetret devrinde yaşayan in­sanlar dahî, kendilerine ihsan edilen akıl nimetiyle, Allah´ın varlı­ğını idrâk edebilecek durumda olduğundan, Allah´a îmânla mükel­leftirler. Uzak ve meçhul yerlerde yaşayan ve hiçbir dinden haberi olmayan kimseler, Namaz, Oruç ve Zekât gibi ibadetler ve diğer şer´î hükümlerle mükellef olmadıkları halde, Allah´a îmân etmek­le mükelleftirler. Bu görüş, Mâtürîdîyye mezhebi imamlarının gö­rüşüdür. Çünkü bunlara göre Allahu Teâlâ´ya îmân, insan fıtratı­nın icâbıdır. Zira her insan, kâinattaki bu muazzam ve mükemmel varlıklara bakarak, bunların büyük bir Yaratıcısı olduğuna aklen hükmeder. Her akl-ı selîm buna şahadet eder. Yani, akıl ve nazar «MarifetuHah» da kâfidir, derler ve Kur´an-ı Kerîm´de buyurulan;

«Göklerin ve yerin yaratıcısı olan Allah´ın varlığında şüphe mi vardır.»

Âyet-i Kerîmesini delil olarak zikrederler.

Eş´arîyye imamları ise; akıl ve nazar «Mârifetullah» da kâfideğildir, derler ve

«Biz bir kavme, Peygamber göndermedikçe azap etmeyiz.» Âyetini, delil olarak gösterirler.

Bu konuda Mâtürîdîyye ´nin görüşü daha kuvvetli ve kabule şa­yandır. Çünkü her şeyden önce, Semavî dinlerin esâsı olan, Allah´ın varlığına ve birliğine inanmadan, O´nun Kitaplarına, Peygamberle­rine, Meleklerine, Din gününün sahibi (mâliki), hayır ve şerrin, hülâsa herşeyin yaratıcısı olduğuna ve sonunda O´na dönüleceğine inanmak gibi dînî esaslar, tetkik konusu dahî olamaz. Zira, Allahu Teâlâ´nm varlığına ve birliğine îmân, İslâm akidesinin ve bütün Semavî gerçek dinlerin esasını teşkil eder. Çünkü Allah, herşeyin aslı, var oluşunun sebebidir. O, her varlığın yaratıcısı ve gayesidir. Bütün dinler, bu inanca dayanır. Her türlü güzellik, hayır, adalet ve fazilet hissi, her insanda fıtrî olan bu inançtan, Allah´a îmân esasından doğmuştur.[1]

Iı _ Vücüd-I Îlâhl´yi İsbat Eden Deliller

Vücûd-ı Ilâhî´yi isbat etmek; şer´î delillerle değil, ancak aklî veya vicdanî delillerle veya her ikisiyle mümkün olabilir. Çünkü ilâhî bir dîne inanmak, her şeyden önce, onu vaz´eden Allahu Teâlâ´-ya inanmakla kaabil olur. O halde, Allah´ın varlığını isbat ederken henüz isbat edilmemiş olan ve isbatı Allah´ın isbatıria tevakkuf eden dînin beyân ettiği şer´î deliller zikredilemez. Zira Allah´a inanmayan bir kimse, ilâhî bir dîne, mukaddes bir kitaba inanmıyor demektir. Bu sebeple, bu gibileri ikna etmek için, yalnız akla hitabeden aklî ve mantıkî deliller beyan etmek gerekir. İşte bunun içindir ki Kur´an-ı Kerîm, insanları Allah´ın varlığı konusunda dâima düşünmeğe, mu­hakeme etmeğe ve akla müracaata davet etmektedir. Ancak, Kur´an´a inanan samîmi bir müslüman için, naklî delil sayılan âyet-i kerîme­ler, onun îmanını kuvvetlendiren birer kesin delildir.

Her devirde, Yüce Allah´ın varlığını inkâr eden ve yalnız mad­deye inanan materyalistlerle, Allah´a ortak koşan müşrikler —az da olsa— bulunduğundan, Allah´ın varlığını isbat konusu, islâm Mütefekkirlerini ve İlâhiyatçı Filozofları çok meşgul etmiş ve bu hususta çeşitli deliller zikretmelerine sebep olmuştur.

Şimdi biz burada, Hak Teâlâ´mn yüce varhğını isbat hususun­da İslâm Mütefekkir ve Kelâmcılarıyla, İlâhiyatçı Filozofların ileri sürdükleri ilmî ve felsefî delillerin en mühimlerini beyan edeceğiz. Bu´ konuda «Maddeciler»in görüşünü de kısaca izah ettikten sonra, onlar gibi maddî ilimlerle meşgul olan tabiat âlimlerinin yalnız mad­deye inanıp, Allah´a inanmayan Maddecilere güzel bir cevap teşkil eden, ilmî delillerinden bazılarını zikredeceğiz.

İslâm Mütefekkirleriyle, İlâhiyatçı Garp Filozoflarının bu ko­nuda beyan ettikleri deliller esas itibariyle bir olup, hepsi de, bu varlık âleminin ilk illetinin (yani yaratıcısının) «öncesi ve sonu ol­mayan, hududsuz ve mutlak kemâl sahibi bir varlık» olduğu esası­na dayanır. Hepsinin hedefi, bu ilâhî varlığı isbat etmektir.

Bu konuda, seçilen çeşitli yol ve metodlar ile, zikredilen delil­leri, şu üç gurupta toplayabiliriz :

A) Dış âlemden çıkarılan »Tabiî deliller»

B) Akıl yoluyla elde edilen «Metafizik deliller»

C) İnsan tabiatından çıkarılan «Ahlâkî ve Vicdanî deliller».

Şimdi bu delilleri sırasiyle görelim : [2]

A) Dış Âlemden Çıkarılan Tabiî Deliller;

«Âlem» adı verilen gördüğümüz şu varlıktan çıkarılan delil­leri dört gurupta toplayabiliriz :

1- Hudûs (sonradan var olma) delilleri Bunlar bu âlemde .görülen varlıkların hal ve sıfatlarından çıkarılan delillerdir.

2- İmkân delilleri : Bu âlemin vücûdundan, yâni yokken var olmasından çıkarılan delillerdir.

3- Hareket delili :, Maddede bulunan hareket özelliğinden çı­karılan delildir.

4- İbda´ ve İHet-i Gâiyye delili : Âlemdeki nizamdan, her şeyin bir gayeye göre yaratılmış olmasından çıkarılan delildir.

Şimdi bunların herbirini beyân edelim. Ancak bu kitabın hazır­lanmasındaki gaye bakımından, delillerin münakaşasına girmiyerek, yalnız bu delilleri izah etmekle yetineceğiz.

1- Hudûs Delilleriyle, Allah´ın Varlığını İsbat:

Bu âlemin hadis olduğu esasına dayanan hudûs delillerini beyân etmeden önce, şu hususu bilmemiz gerekir :

Biraz sonra izah edeceğimiz gibi, bu ´âlem hadistir. Yâni, yok ik#n sonradan var olmuştur. O halde evveli olmayan «Kadîm» bir faile muhtaçtır.

Yine ileride beyân olunacağı gibi, bu mümkindir. Yâni; vücûdu kendi zâtının muktezâsı (icabı) olmayıp, vücudu da, ademi de zâtına nisbetle müsavidir. O halde, bu âlem, varlığını yokluğu­na tercih ederek, yok iken onu var eden bir müreccihe, bir mucide muhtaçtır. Bu mucidin de vücûdu zâtından, yâni Vâcib´ul - Vücût olması gerekir. Şu hâle göre bu âlem bir mucide (yaratıcıya) muhtaçtır.

Bu ihtiyâcın illeti (sebebi) nedir?

Bu ihtiyâcın illeti; hudûs mudur, yoksa imkân mı?

İşte bu husus, Kelâm âlimleriyle, filozofları ihtilâfa ve müna­kaşaya sevkeden mühim bir konudur.

Biz burada, bu önemli konuya kısaca işaret edeceğiz.

«Mâtekellimûn» diye anılan Kelâmcılarm ekserisi, bu ihtiyâcın illeti (sebebi) «Hudûs»´tur, derler.

Filozoflar ise, bu illetin hudûs olmayıp, «İmkân» olduğu ka-naatindedirler.

Bâzı Kelâmcılar, filozofların bu görüşüne iştirak etmişlerse de diğer bir kısım kelâmcı, üçüncü bir görüşe sahipdir. O da; bu ihti­yacın illeti, «İmkân ile birlikte hudûs»´dur, fikridir. Herbirinin gö­rüşünü destekleyen deliller vardır [3]

Bu kısa bilgiden sonra «Hudûs» esasına dayanan delilleri izaha geçebiliriz :

a) Cisimlerin Hudûsu Esasına Dayanan Delil :

Mütekellimûn (İslâm Kelâmcıları), bu delili şöyle bir kıyâs yoluyla beyân ederler :

Bu âlem, suretiyle ve maddesiyle hadistir (Sonradan var ol­muştur).

Her hadis mutlaka bir muhdise (mucide) muhtaçtır.

O halde bu âlem de bir muhdise muhtaçtır. O da Allahu Teâlâ´-dır.

Şimdi, nazarî ve delile muhtaç olan bu kaziyye (önerme) ´lerin herbirini açıklayarak, vardığımız neticenin doğru olup olmadığım inceleyelim.

Bu âlemin hadis olduğu müşahede (gözlem) ve aklî delillerle sabittir. Şöyle ki :

Âlem; «A´yân» denilen «Cevher»´den ve bu cevherle kaaim olan «Arazlar»´dan meydana gelmiştir. Daimî bir hareket ve değişmeler halinde olan cevherler ve arazlar hadîstir. Çünkü bir halden diğer bir hale değişen herşey, yeni oluşlar hâlinde bulunduğundan hadis­tir. Bu hususu biraz daha açıklayalım :

Cevherle kaaim olan arazlar, İslâm âlimleri nazarında şunlar-; dır :

Hareket; sükûn, içtima´ ve iftirâk (ayrılma) adları verilen Ek-vân-ı erbaa (dört oluş).

Her biri bir keyfiyet olan; renkler, kokular ve tadlar (yiyecek ve içeceğin verdiği lezzetler)´dir. Bunların herbirinin bildiğimiz çe­şitleri vardır.

Bu arazlar, münferit veya mürekkeb cisimlere arız olan ve on­lara değişik haller, şekiller veren sıfatlardır.

İşte bu arazların hepsi, hadistir, sonradan var olmuştur.

Bunlardan bazılarının hudûsu his ve müşahede (gözlem) ile sabittir. Görmekte olduğumuz; sükûndan sonra hareket, karanlık­tan sonra aydınlık, beyazlıktan sonra siyahlık gibi...

Bazılarının hudûsu da, delil ile sabittir. Hareketin gelmesiyle yok olan sükûn, aydınlıkla yok olan karanlık, siyahlıkla yok olan beyazlık gibi... Çünkü bu gibi arazlar yok olduktan sonra görül­mez. Fakat, hadîs olduğu aklî delille sabittir. Zira, hadis olmasay­dı, vâcib olması gerekirdi. Eğer vâcib olsaydı, zıdlarınm gelmesiy­le yok olmaması gerekirdi. Halbuki zıdları gelince yok oluyor. O halde vâcib değil hadîstir. Yani vücudu zâtının icabı değil, başka­sı tarafından sonradan var edilmiştir.

İşte böylece, bütün arazların hadîs olduğu (bazısı müşâhade, bazısı delil ile) sabit oldu.

Hudûsu sabit olan arazlar, kaaim oldukları cevherlerin de ha­dis olduğuna delil teşkil eder. Çünkü :

Cevherler, kendilerine ânz olan hadiselerden asla hâlî değildir. ğildir.

Hâdiseden hâlî olmayan herşey hadistir.

Bu iki kaziyyeyi isbat edersek, bütün cevherlerin hadis oldu­ğu gerçeği de isbat edilmiş olur.

Birinci kaziyye doğrudur. Çünkü : Her cisim veya cevher ha­reket veya sükûnden hâlî değildir. Zira her cisim, mutlaka bir boş­lukta (hayyizde) bir yerde bulunur.

Eğer orada kalır ve başka bir yere intikal etmezse sükûn ha­lindedir. Sakindir (Sükûn; bir yerde, iki zamanda iki oluştur.

Eğer cisim, ilk yerinde kalmayıp, ikinci bir yere intikal eder­se, hareket halindedir. (Hareket; iki yerde, iki zamanda iki oluş­tur.) Bu iki halin üçüncüsü yoktur.

O halde; «Cevherler kendilerine arız olan hâdiselerden asla hâlî değildir» diyen birinci kaziyye isbât edildi.

İkinci kaziyyenin isbâtına gelince :

Hâdiseden hâlî olmayan şey, hadis (sonradan var) olmayıp, kadîm (ezelden var) olsaydı, ondan hiçbir zaman ayrılmayan ve 1 dâima lâzımı bulunan hâdiseler de, onunla birlikte ezelde mevcut olurdu. O vakit, o hâdiseler de onun gibi kadîm olurdu ki; bu aklen * muhaldir. Çünkü hadis, yani sonradan var olan bir şey, kadîm, yani ezelî olamaz.

îşte böylece, cisim ve cevherlerin de, arazlar gibi hadis oldu­ğu, dolayısiyle cevher ve arazlardan teşekkül eden bu âlemin de, suretiyle ve maddesiyle hadis olduğu gerçeği isbat edilmiş olur.

Bu âlemin hadis olduğu, yani bir zaman yokken bizce bilinme­yen bir müddet sonra maddesiyle, sureti ve bütün cüzleriyle var ol­duğu sabit olunca, sonradan var olan her hadis gibi bu âlemin de bir mnhdise, yâni bir mucide, (yaratıcıya) muhtaç olduğu sabit olur. Bu, «İlliyet» kanununun [4] tabiî bir neticesidir,

O halde bu âlem de, var oluşunda bir yaratıcıya, bir mucide muhtaçtır. O yaratıcı ise; bu âlem cinsinden olmayan, varlığı zâtı­nın icâbı, yani Vâcibü´l - Vücût olan mutlak kemâl sahibi Aîlahu Teâlâ´dır [5]

Bu neticeye varmak, zorunlu ve kesindir. Çünkü, sonradan ya­ratılan bu âlemin, vâcibü´l - vücûd (varlığı zâtının îcâbı) olan Allah tarafından değil de, Allah´dan başka bir fail tarafından yaratıldı­ğını farzetsek, sonunda mutlak kemâl ve kudret sahibi, vücûdu zâ-tıyla kaim bir Allah´ın varlığına yine ulaşırız. Zira deriz ki :

Bu âlemi yaratan varlık, vâcibü´l vücûd değilse, mümkini´l - vü-cûddur. Yâni vücûdu sonradan var olmuştur. O halde o da, varlığın­da başka bir faile, mucide (yaratıcıya) muhtaçtır. Şayet, o da, bu fail gibi, başka bir faile muhtaç ise, faillerin böylece sonsuzluğa doğru teselsül edip gitmesi gerekir. Böyle bir teselsül ise, Kelâm-cılar ve Filozoflar nazarında bâtılda. O halde, var olduğu farzedilen bu failler silsilesinin bir noktada durması ve başkasına muhtaç ol­mayan, her bakımdan ekmel, vücûdu zâtının icâbı olan bir varlığa dayanması şarttır. îşte bu varlık, âlemin yaratıcısı olan Allahu Teâlâ´dır.

Görüldüğü üzere bu netice ve Hakk Teâlâ´nın varlığını isbat eden birçok deliller, teselsülün bâtıl olduğu esasına dayanmaktadır.

Bu sebeple, teselsülün bâtıl olduğunu beyân eden birçok delil­ler zikredilmiştir. Biz burada «Burhân-ı Tatbik» adiyle şöhret bu­lan delili beyan etmekle yetineceğiz. [6]

Teselsül Ve Îptalî

Teselsül : Herbirinin vücûdu daha öncekinin vücûduna tevak­kuf ederek birbirine dayanan ve ezele doğru uzandığı tasavvur olu­nan namütenahi (sonsuz) bir silsile, demektir.

Teselsül´ün İptali işte hâdiselerin sonsuzluğa doğru bu şekilde teselsül edip git­mesi muhaldir, mümkün değildir. Çünkü : Eğer maziye doğru evveli ve başlangıcı olmayan ve birbirine tevakkuf eden ve birbirine zincirleme dayanan böyle bir hâdiseler silsilesi olsa ve meselâ bugün vücûda gelen bir hâdise, bu şekilde birbirine tevakkuf eden ve sonsuzluğa doğru uzanan namütenahi bir hadiseler silsilesinin neticesi olsa, yani böyle bir «namütenahi» hâdiseler silsilesi bulunsa.

Bir de; meselâ bundan bir ay önceki bir hâdisenin illeti´nm ete. böyle maziye doğru devam eden namütenahi hâdiseler silsilesi dl-duğunu farzetsek...

Hiç şüphe yoktur ki, var olduğunu farzettiğimiz ikinci silsile-nin halkaları, birinci silsilenin halkalarından daha azdır. Çünkü ikin­ci silsile, birinciden bir ay daha azdır.

Şimdi, birinci hâdiseler silsilesiyle, varlığını farzettiğimiz ikin­ci hâdiseler silsilesini, bugünden başhyarak, mazi cihetindeki namü­tenahi sonsuzluğa doğru herbirinin halkalarını, diğerinin halkalarıy­la karşılaştırmak suretiyle birbiri hizasına koyarak; birbiri ile ça-kiştırsak :

Ya, bu iki silsilenin de mazi cihetindeki sonları bitmez ve son­suzluğa doğru devam edip giderler. Bu takdirde; noksan olan ikinci silsilenin, tam ve kâmil olan birinci silsileye eşit olması gerekir. Bu­nun bâtıl olduğu aşikârdır.

Veya, noksan olan silsile, noksan olduğu miktar yerinde kesi­lerek son bulur. Gerçek ve tabiî olan bu netice, birinci silsilenin de noksan silsile gibi kesilerek son bulmasını gerektirir. Çünkü bu sil­sile, sona eren noksan silsileden bir ay gibi belirli bir miktar faz­ladır. Bu fazlalık bitince o da nihayete erer.

işte böylece, sonsuz ve namütenahi olduğu iddia edilen hâdise­ler silsilesinin, mütenâhî (sonlu) olduğu, dolayısiyle yukarıda tarif edilen teselsülün bâtıl ve muhal olduğu isbat edilir. Bu delile «Bur-hân-ı Tatbik» adı verilmiştir. [7]

Netice: Bu âlem, sureti ve maddesiyle hadistir. Çünkü âlemi meydana getiren cevher ve arazlar hadistir.

Her hadis var olabilmek için bir muhdise bir. mucide muhtaç­tır. Bu husus, illiyet.kanunu ile sabittir. O halde, bu âlem de bir muhdise yani bir yaratıcıya muhtaçtır.

Âlemin muhdisi, yâni mucidi, Vâcibü´l - Vücut´tur. Çünkü : Bu

mûcid Câizü´l - Vücûd olsa, o da hadis olur. Hadis olan mûcid ise, âlemin mucidi, (faili) olamaz. Aksi halde, kendi nefsinin illeti ol­muş olur. Bu ise muhaldir. Çünkü, bir mucide, yani bir yaratıcıya muhtaç olan şey, kendi nefsinin asla mucidi-olamaz.

Bu âlemin illeti, sonsuzluğa doğru devam eden bir hâdiseler silsilesi de olamaz. Çünkü teselsül, «Burhân-ı Tatbik» ile bâtıldır.

O faalde bu âlemin müciaJ; Vâcibü´l - Vücut´tur. O da Aiîahu TeâlâMır.

Görüldüğü üzere bu delil, dikkat isteyen, uzun, güç ve müna­kaşaya müsait bir delildir. Nitekim, büyük İslâm Filozofu İbni Kiişd, eserden müessire (tesir eden bir varlığa) geçiş yoluyla Allah´ı is­bat yolunu benimsemekle beraber, âlemin bütün cüzlerinin hadis ol­duğunu isbat esasına dayanan bu delili, uzunluğu ve zorluğu sebe­biyle tenkid etmiştir. Bu sebeple, hudûs esasına dayanan bu delilin, Kur´an-ı Kerîm´de birçok âyetlerle işaret olunan usûle uygun ola­rak takrir edilmesini ister. «Şeriat tarîki» adını verdiği bu usulle iki türlü delil zikreder : Birincisine; «İhtira», yâni «îcad etme, ya­ratma» delili, ikincisine de «İnayet» delili adını verir. İhtira, «îcad etme» ve «İnayet» delillerine delâlet eden müteaddit âyetler zikre­derek, bu metodla Allah´ı isbat etmenin, insan tabiatına en uygun yol olduğunu, münevver, mütefekkir her çeşit halk tabakasını tat­min edeceğini söyler [8] İnayet delili ileride zikredilecektir.

b) İhtira (îcad Etme) Delili :

tbn-i Rüşd´ün bu delilini şöylece özetleyebiliriz : Gökler ve yer, nebat ve hayvan gibi gördüğümüz varlıklar, ih­tira (icad) olunmuştur. Her ihtira olunana bir ihtira edici lâzım­dır. O halde şu mevcudatın da bir ihtira edicisi vardır. O da Allahu Teâlâ´dır. Çünkü : Görüyoruz ki yok iken bir nebat, bir hayvan var oluyor. Bunların sonradan olduğunda ve ihtira (icad) edildiğinde şüphe yoktur. Meselâ câmid, yani cansız ve hareketsiz bir cisim gö­rüyoruz, sonra onda hayat vücûda geliyor. Cisimlerde hayat, idrâk, akıl gibi haller ihtira (icad) olunuyor. Her şey daima yeni bir oluş ve değişmeler halindedir.

İlliyyet kanunu gereğince her ihtira olunan, yani icad olunan şeye bir ihtira eden ,icad eden lâzımdır. Çünkü hayat, idrâk ve akıl gibi haller kendiliğinden vücud bulamaz, mutlaka bir muhdise, her-şeyi yaratmağa kadir bir mucide muhtaçtır. O da, ezelî ve ebedî, âlim ve kaadir olan Hak Teâlâ´dır [9]

Görüldüğü üzere bu delilde, müşahede olunan bir hâdisenin veya bir vasfın hadis olması kâfidir.

Terldb Delili :

Bu âlem mürekkeb (terkip edilmiş) bîr varlıktır. Bu husus, müşâhade ile sabittir.

Her terkip olunan şey, kendinden Önce mevcut bir mürekkibe (terkip ediciye) muhtaçtır. Terkip olunan varlık, cüzlerinden mey­dana gelir. Cüzler, mürekkepden (yani terkip olunandan) önce var­dır ve ondan ayrı şeylerdir. O halde, terkip olunan varlık yok iken, bilâhare,- cüzlerinin birleştirilmesiyle hadis olmuştur ve her hadis gibi o da bir muhdise muhtaçtır. Bu muhdis, terkip edilen ve ken­dinden başkasına muhtaç olan bu âlem cinsinden olamaz. Aksi hal­de muhdislerin teselsülü gerekir. Teselsül 9:se bâtıldır. O halde bu muhdis, varlığında başkasına muhtaç olmayan kadîm (ezelî) bir varlıktır. O da, Vâcibu´l - Vücûd (vücudu zâtına vacip) olan Hak Teâlâ´dır.

Hudûs, yani sonradan var olma esasına dayanarak Allah´ın var­lığını isbat eden başka deliller varsa da, bu kadarla yetiniyoruz.

2- imkân Esasına Dayanan Delillerle Allah´ın Varlığını tsbatt

Bu metodla Hak Teâlâ´yi isbat etmek, İslâm filozoflariyle, bazı Kelâm âlimlerinin yoludur.

Mümkin ; Mücûdu da, ademi (yokluğu) de müsavi olan, yani vücûdu kendi zâtının muktezâsı ve icabı olmayan, var olması da, yok olması da aklen caiz olan şey demektir. O halde, aslında müm­kün olan bir şey bazan- vücûdu kabul ederek var olur. Bazan da yokluğu kabul edecek yok olur. Bunun içindir ki Kelâmcılar «Her mümkin hadistir.» derler. Çünkü bir şeyin mümkin olduğunu, o şe­yin hadis olmasıyla biliriz. Bu bakımdan hadis, mümkinden daha açık, dolayısiyle, hudûs yoluyle Hak Teâlâ´yi isbat, imkân -yoluyle isbattan daha açık ve daha meşhurdur.

Şimdi imkân esasına dayanan delillerden bazılarım görelim :

a) Bu Alemin Mümkin Olması îielili:

Bu delil şöyle bir kıyâs yoluyla beyan edilebilir : Bu âlem bir mümkinât mecmuasıdır.

Her mümkin, var olabilmesi için, yokluğuna varlığını tercih eden bir müreccihe, müessir bir kuvvete muhtaçtır.

O halde bu âlem de, var olabilmek için böyle bir müessir kuv­vete muhtaçtır. O müessir kuvvet de, bu âlem dışında, vücûdu zâ­tına vâcib olan bir varlıktır. O da Allaîıu Teâlâ´dır.

Evet görmekte olduğumuz bu âlem mümkindir. Çünkü; var ol­makla beraber, vücûdu zarurî değildir. Zira bu âlem, var olmayabi­lirdi de.. Nitekim biz bu âlemin yok olmasını da tasavvur etsek, bu tasavvur aklen muhal değildir. Zira âlemin, kendi varlığı ve ha­kikati içinde vücûdunu zaruri, yokluğunu imkânsız kılan bir sebep yoktur. O halde biz, bu âlemin varlığını da, yokluğunu da düşüne­biliriz. İşte bunun içindir ki, şu varlık âleminin vücûdu mümkin­dir, yani vücûdu zâtından değildir. Daima değişiklik halinde ve cüz­lerine muhtaç bulunan bu âlemin bizatihi mevcut, yani vâcibu´l - vü­cûd ve ezelî bir varlık olması iddia edilemez. O halde bu âlem müm~ kinü´l - vücut´tur. Yani varlığı zâtından değildir. Öyle ise, bu âlem de her mümkin gibi, varlığını yokluğuna tercih eden bir müreccihe, yani müessir bir kuvvete muhtaçtır. Bu müessir de, Vâcibu´l - Vü­cûd olan Allahu Teâîâ´dır.

Bu müessir, vardır ve vâcibu´l - vücuttur. Çünkü :

Varlıkların mucidi, hariçte vücûdu olmayan bir şey olamaz. Zira icâd mertebesi, vücûd mertebesinden sonradır. O halde bir şey mevcut olmadan, başkasını icâd edemez.

Bu âlemin pıûcidi, mümkini´l - vücût da olamaz. Çünkü öyle olsa, bu müessir :

Ya bu âlemin kendisi olan tamamıdır;

Veya cüz´üdür;

Veya biribirine dayanarak sonsuzluğa doğru giden mümkinler silsilesidir.

Birinci ve ikinci ihtimâl bâtıldır. Zira bir şey, bizzat kendisinin müessiri olamaz. Aksi halde, bir şey hem illet, hem malul olur. İllet malûlünden önce olacağından, kendi nefsi var olmadan Önce mev­cut olması gerekir ki, bunun aklen muhal olduğu aşikârdır.

Üçüncü ihtimal de bâtıldır. Zira bu ihtimâl teselsülü gerektirir. Teselsül ise bâtıldır.

Bütün bu ihtimaller bâtü olunca, bu âlemin mucidinin, bu âlem dışında ve mUmkinattan olmayan Vâcibü´l - VücÛd bisı gerekirr. tşte bu varlık da, Jizaöhi ve bizatihi bir varlık olma- mevcut olan Allahu Teâlâ Görüyoruz ki bu âlemin var olması, her bakımdan eşsiz, ezelî bir mevcudun, yani Allah´ın varlığını isbat ediyor. Esasen, vücûdu zâtının icabı ve muktezâsı olan ezelî bir mevcut olmasaydı, gördü­ğümüz bu âlem vücûd bulmazdı. Çünkü hiçbir şey, kendi kendine var olamaz, bu hakikat maddecilerin de kabul ettiği «illiyet Kâ­nunu» ´nun zarurî bir neticesidir.

b) Mutlak Bir Mevcut Delili:

Hakikatta bir mevcut vardır. Bu, hiçbir kimsenin inkâr ede-miyeeeği bir gerçektir.

Varlığı inkâr edilemiyen bu mutlak mevcut :

Ya Vâcibdir. Yani vücûdu zâtının icabı ve muktezâsıdır.

Veya mümkindir. Yani vücûdu zâtının muktezâsı olmayan bir varlıktır.

Çünkü, bütün varlıklar, bu iki nevi varlıkta toplanmış ve inhi­sar etmiştir.

Eğer, bu mevcut olan şey vâeib ise, matlubumuz isbât edildi de­mektir. Yani o, varlığı vâcib olan şey, ancak Allahu Teâlâ´dır.

Eğer, bu mevcut olan şey mümkin ise, bir müessire muhtaç­tır. Çünkü mümkin, varlığı zâtının icabı ve muktezâsı olmadığın­dan, var olabilmesi için vücûdunu ademine (yokluğuna) tercih eden bir müreccihe muhtaçtır. Aksi halde miireccihsiz tereccüh (yani tercih edici olmadan tercih etmek) lâzım gelir ki, bu da muhaldir, imkânsızdır.

Bu müreccihin vâcib olması zaruridir. Çünkü o müreccih de mümkin olsa, o da başka bir müreccihe muhtaç olur. Onun nıürec-cihi de mümkin olsa ve böylece devam etse, teselsül lâzım geîir. Te­selsül ise bâtıldır.

O halde, bu mutlak mevcut mümkin ise, onun mucidi mutlaka vâcibdir. O da Allahu Teâlâ´dır.

İmkân esasına dayanan daha başka deliller varsa da, burada en önemlilerini zikretmekle yetinmeyi uygun bulduk[10].

3- Maddede Bulunan Hareket Vasıtasiyle Yüce Allah´ı tsbat: Bir de, «Hudûs» delilinde «hadis» olduğunu söylediğimiz «cev-her»´in, yani maddenin dâima harekette oluğundan çıkarılan delil ile Yüce Allah´ı isbat ederler ki, bu deliî de kısaca şöyle ifade olu­nabilir :

Şu âlemde bulunan madde ve ondaki hareket bugün ilmen sa­bittir. Bu madde ve bu hareketin mucidi kimdir?

Maddeciler «Madde de, ondaki hareket de ezelidir» derler. Bu fikir yanlıştır. Çünkü maddedeki bu hareket, bir evvelki ha­reketin, o da daha evvelkinin neticesidir. Bu hareketler silsilen, son­suzluğa doğru devam edip gidemez. Çünkü teselsül bâtıldır. O hal­de bu hareket silsilesinin bir noktada durması ve ilk hareketin, vü­cûdu vâcib olan bir illete, bir muharrike dayanması zaruridir. O da her şeyin halikı olan Allah´dır.

Sonra, Fizik ilmi bize; maddenin genel özellikleri arasında bit de «Atâlet» Özelliği olduğunu, Mihaniki Fizik de; «harekette bulu­nan cisimler manzumesinin denkleşmeğe çalıştığım, bu sebeple har reket halinde bulunan her cismin az çok uzun bir zaman sonra sü­kûnete ermesinin zaruri» olduğunu bildirir.

Maddenin genel özelliklerinden olan «Atâlet» ve «Denkleşme* kanunları, bu âlem denen kâinattaki hareketin ezelî ve ebedî ola-mıyacağını isbat etmekte ve maddecilerin, «Madde de, ondaki hare­ket de ezelîdir...» iddiasını çürütmektedir. Çünkü, ilmen sabit olan «Denkleşme kanunu» gereğince, bu âlemin sükûna gelmeye çalışma­sı zarurîdir. «Âlem, bahsettiğimiz denkleşmeye ve sükûnet haline gelmiş sonra sırf maddedeki hareket özelliğinin îcabı olarak tekrar harekete başlamıştır», şeklindeki itiraz ise, «Atâlet» kânununa ay­kırı olduğundan vârid değildir. O halde; madde ve ondaki hareket ezelî olmayıp, her ikisinin de bir başlangıcı vardır. Yani sonradan vücûda gelmiştir, öyle ise; bu varlığı vücûda getiren maddeyi de, onu teşkil eden atomdaki enerji kaynağı olan hareketi de yaratan, varlığı zaruri ve ezelî yüce bir varlık vardır. O da Allah (c.c.)*drr.

Evet, parçalanan atom içinde gizlenen müthiş enerji, maddeci­lerin, *çKuwetsiz madde maddesi» kuvvet olamaz» teorisini destek­lemiştir. Ancak, bu teoriden, Allah´ı inkâr mânâsı çıkmaz. Çünkü ister, önce madde bulunsun ve bunun bir kısmı parçalanarak ener­jiyi vücûda getirsin, veya bunun aksi olsun (yani enerji önce olup, bir kısmının yoğunlaşmasiyle «tekasüf etmesiyle» vücûd bulan mad­deyi hareket ettirmiş olsun) yine de ilk mevcut olan hangisi ise^ onu bir yaratan olduğunu kabul etmemiz gerekir. İşte o yaratıcı, herşeyden önce var olan ve vücûdu vâcib bulunan Allahu Teâlâ´dır,

Maddenin en küçük zerresi olan atomda, bu muazzam enerjinin bulunabilmesi de, Allah´ın varlığına ayrı ve açık bir delil teşkil eder. Çünkü, küçük bir atomda gizlenen bu muazzam enerjiyi, ancak yüce bir kuvvet, yani yalnız Allah toplayabilir. Böyle müthiş bir enerji kudreti, ancak ilâhî bir varlık vasıtasiyle vücût bulabilir. İşte o ilâhî varlık da, Hak Teâlâ´dır.

Meşhur Yunan filozofu Aristotales de, «İlk muharrik» diye va­sıflandırdığı Allah´ı, maddenin dâima hareket etmekte olduğu esa­sına dayanarak isbat etmiştir.

4- İbda ve Ulet-i Gâiye Delili ile Allah´ın Varlığını İsbat [11]

İbda : Bir şeyi, benzeri veya misli ve eşi olmadan güzel ve mükemmel bir şekilde vücûda getirmektir.

Gaye ise : Bir şeyin neticesi, o şeyin varlığı üzerine terettüp eden fayda ve onun vücûdunu gerektiren hikmet demektir.

Görüp durduğumuz bu âleme dikkat edersek, onun çok güzel ve çok mükemmel olarak yaratıldığını anlarız. Dünyamız ve ondaki her varlık; gök yüzü ve onda görülen güneş, ay ve yıldızlar, hülâ­sa bu âlemdeki herşey, daha önce bir benzeri olmadan vücûda ge­tirilmiş ve herbiri bir gaye için yaratılmıştır. Hiçbir şey rastgele, sebepsiz, faydasız ve maksatsız olarak yaratılmamıştır. Bu âlem bir güzellik, gaye ve vesileler mecmuasıdır.

Meselâ İnsan : O, canlı varlıkların en güzeli, en mükemmeli­dir. Bu mükemmel varlık, rastgele vücûda gelmiş, sebepsiz ve ga­yesiz bir varlık değildir. O her azâsıyla güzel, mükemmel, faydalı ve maksatlıdır. Meselâ göz; görünüşü ile güzel, bütün inceliği ile mükemmel, «görmek» de onun gayesidir. «İşitmek» kulağın, «kok­lamak» burnun, «tatmak» dilin gayesi ve faydası değil midir? Bu­nun gibi kalbin de, midenin de, beynin ve aklın da bir gayesi, mev­cudiyetinin hikmet ve faydası vardır. İnsanın olduğu gibi, canlı ve cansız her mevcudun varlığının bir gayesi, faydası ve hikmeti bu-lunduğu muhakkaktır. Bunu her idrak sahibi bilir.

Evet biz, çok defa bu hikmet ve faydaları görür, aklımızla bu­luruz. Fakat bazan da, birçok şeylerin varlığındaki maksat ve ga­yeyi bilemez ve anlıyamayız. Onların varlığının nimeti, çok defa id­râkimizin ve anlayışımızın dışında kalabilir. Çünkü, gayesi idrak ve tefekkür olan aklın, anlama kudreti de her varlık gibi sınırlı­dır. Ancak, bu hikmetleri anlayamamamız, o şeylerde bir gaye ve maksat bulunmamasını gerektirmez. Zira biz, buna rağmen, gözün görmek, kulağın işitmek, midenin yenileni hazmetmek, kanadın uç­mak, saatin vakti bildirmek için olduğunu bilir ve kabul ederiz.

İşte bu âlemde görülen canlı ve cansız varlıklardaki ibda ve gayeler manzumesi, bütün bunları icadedip yaratan bir halikın var­lığını, aynı zamanda o varlığın ilim ve kudret sahibi bir ilâh oldu­ğunu isbat eder. Her şeyi bir maksada göre yaratan bu varlık, Vâ-cibul* - Vüeûd (Vücûdu kendi zâtından) olan Yüce AUah´dır.

Kısaca ifadeye çalıştığımız bu delil, ta Sobrates´ten bu yana, bütün ilâhiyatçı filozofların önem verdiği «lllet-i Gâiye» adıyla şöh­ret bulan «Nizâm-ı Alem» delilidir. Kur´an-ı Kerîm´de de âlemdeki t*u ibda ve gayeyi belirten bir çok .âyetler vardır.[12]

Büyük İslâm filozofu tbn-i Rüşt bu delili, KurWın delillerin­den sayar ve «İnayet delili» adını verir.

tbn-i Rüşt bu delili şöyle ifade eder :

«Bu dünyada bulunan varlıkların karakter ve tabiatını tetkik «Biz yeri (rahat yaşamanız için) bir döşek (ve konak), dağlan da birer direk yapmadık mı. Sizi çift çift yarattık. Uykunuzu dinlenme (zamanı) yap­tık. Geceyi örtü, gündüzü maişet zamanı yaptık. Üzerinize sapasağlam yedi gök bina ettik. Orada parlak bir çırağ (güneş) yaptık. Rüzgâr ile sıkılan bu­lutlardan tane ve nebat çıkarma^, sarmaşmış bahçeler bitirmek için, bol bol su (yağmur) indirdik.» (Nebe, 6-16).

edince, onların, sanki insan için, insanın varlığını, devam ettirmek için yaratılmış olduğunu görürüz. Bu alâka, gaye ve dengenin gelişi güzel, rastgele bir´ tesadüf neticesinde olması mümkün değildir. Belki bu denge ve uyum, insana verilen kıymet ve önemi, herşe-yin ona hizmet ve faydalı olma gayesini hedef alarak müstakil, ira­de ve kudret sahibi bir varlık tarafından yaratılmış olduğunu gös­terir. Gece ile gündüz, ay ile güneş, zamanlar (mevsimler) ve me­kânlar, göklerin yaratılışı, yağmurların yağışı, denizler ve kara­lar, otlar, ağaçlar, hayvanlar, toprak, su, hava, ateş, hülâsa herşey. insanın yaşamasına, rahat ve saadetine hizmet için yaratılmıştır. Bu, şüphe götürmez bir hakikattir.

Bundan başka, insan ve hayvanın bütün azaları, şahıslarını ve nev´ilerini yaşatmak ve devam ettirmek gayesine uygun bir şekii-de yaratılmışlardır.

İşte bunun içindir ki Yüce Allah´ın varlığını tam mânâsiyle an­lamak ve bu hususta tam.bir bilgi sahibi olmak isteyenler için, yer­yüzündeki varlıkları incelemeleri vâcibdir. insanı, Allah´ı bilmeye ve O´na inanmaya götüren en doğru yol da budur.» [13]

Allah´ın ilâhî varlığım isbat eden ve dış âlemden çıkarılan tabi» delilleri buraya kadar izaha çalıştık.

Şimdi, yalnız akıl yoluyla Yüce Allah´ın varlığını isbat eden de­lilleri özetleyeceğiz. [14]

Akıl Yoluyla Çıkarılan «Metafizik» Deliller :

Yeni filozoflar Allah´ın varlığını yalnız akıl yoluyla isbat et­mişler ve bir çok aklî deliller zikretmişlerdir. Bunların en mühim­leri, modern felsefenin kurucusu olarak tanınan meşhur Fransı filozofu Dekart (Descartes) tarafından ifade edilen «Kemâl» ve «Namütenahi» fikir ve esasına dayanan «Metafizik» delillerdir. Biz burada, bu iki delili özet olarak anlatmakla yetineceğiz.

1- Namütenahi Tasavvurundan Çıkarılan Delil ile Allah´ın Varlığım tsbat:

Descartes bu delili şöyle ifade eder :

Düşünüyorum. O halde varım. Düşününce anlıyorum ki, ben noksan bir varlığım. Çünkü biliyorum ki ben şüphe ederim. Şüphe etmekse, hakikati bilmemekten doğan bir noksanlığın tecellisidir. Buna rağmen, bende bir «Namütenahi» (Sonsuzluk) ve «Mutlak ke­mâl» fikri ve bunu tasavvur ediş var. İşte bu namütenahi tasavvu­ru, benim noksan ve mütenâhî (sonu olan) bir varlık olduğumu bana öğretiyor. Bu fikir bana nereden geldi?

Şüphe yok ki, noksan ve sonu olan bir varlık olarak bu fikrin kaynağı ben değilim. Çünkü; noksan ve sonu olan bir varlık, kâmil ve sonsuz bir varlık fikrinin masdarı ve kaynağı olamaz. O halde her eser ve malûl gibi bu fikrin de bir illeti, bir sebebi olması ta­biîdir.

Bu sebep (illet), ben olamıyacağım gibi, dış âlemde görülen herhangi bir varlık da olamaz. Çünkü, onlar da benim gibi mütenâhî (sonlu) ve noksan... Mütenâhî ve noksan olan bir varlığın ese­ri namütenahi (sonsuz) olamaz. O halde, bana, bu namütenahi fik­rini telkin eden ve tasavvur ettiğim kemâl sıfatlarına sahip namü­tenahi bîr varlık var. O da, bütün kemâllerin ve sonsuzluğun sahi­bi olan Allah´dır.

2 - Descartes Allah´ın Varlığını tsbat Eden İkinci Delilini de Şöyle Anlatır [15]

Şu anda ben, noksan bir varlık olduğumu biliyorum. Noksan olmama rağmen zihnimde kâmil bir varlık fikri var.

Düşünüyorum, benim varlığımın sebebi (illeti) nedir?

Nefsimi, kendi vücûdumun illeti ve mucidi olarak tasavvur et­meme imkân göremiyorum. Çünkü bende, kendimi yaratma kudreti olsaydı, şüphe yok ki kendimi böyle noksan olarak değil, bütün ke­mâl sıfatlariyle muttasıf olarak yaratırdım. Evet bende bu kudrel olsaydı, bütün kemâlâtı kendime vereceğim muhakkaktı. Zira var olmağa kaadir olan kudret, kemâlâtı da kendine vermeğe kaadirdir. Fakat ben buna kaadir değilim. O halde ben, vücûdumun mucidi de­ğilim.

Kâinattaki diğer varlıklar da aynı sebeple, benim ve kendi var­lıklarının mucidi olamazlar. Çünkü onlar, nefislerinin yaratıcısı ol­salardı, kendilerini bütün kemâlâtla muttasıf olarak yaratırlardı. O halde, mutlak kemâl sahibi olmayan bütün varlıklar benim muci­dim olamazlar. Annem, babam ise, bedenimin vücûda gelişme bir vesileden başka birşey değildirler.

Öyle ise, beni yaratan kudret, ancak, mutlak kemâl sahibi bir varlıktır.

Bu varlık da, en az bende olanların mevcut olması şarttır. Zira mâlûlda olan her kemâlin, onun illetinde de bulunması zarurîdir. O lıalde beni yaratan o kâmil varlık da, en az benim gibi mevcuttur. İşte o mevcut, mutlak kemâl sahibi olan Yüce Allah´dır. [16]

İnsan Tabiatından Çıkarılan Ahlakî Deliller :

1- Beşer Tarihi Veya Şehâdet-i Âmme Delili:

insanlık tarihi bize gösteriyor yi; en iptidaî (ilkel) devirlerden beri, her asırda yaşayan insanlarda, din inancı, Allah fikri ve tap­ma meyli vardır. Bütün insanlar her asırda, ilâhî bir kudretin var­lığına fıtraten inanagelmişler ve bir dine sahip olmuşlardır. Mutlak mânâda dinsiz bir cemiyet, dinsiz bir millet görülmemiştir. Nereye gidilmişse, orada basit ve bâtıl da olsa, bir dine, bir tanrı fikrine rastlanmıştır. Geçmiş devirlerde çeşitli şekillerdeki putlara tapan­lar, ateşi, yıldızları takdis edenler dahi, bütün bunların üstünde bü­yük bir kudretin bulunduğuna, herşeyi yaratan, terbiye eden, esir­geyen, öncesiz ve sonsuz bir varlığın mevcud olduğuna inanmışlar* dış âlemde taptıkları şeyleri ona yaklaşmak için birer vesile say­mışlardır. Cinsleri, devirleri ve memleketleri ayn, birbirini tanıma­yan milletlerde görülen bu mutlak inanç birliği, din fikrinin umûmî,. Allah inancının da fıtri olduğunu isbat etmektedir. Çünkü bütün in­sanlar arasında görülen bu fikir ve şuur birliği, yersiz ve asılsı? birşey olamaz. O halde, tarihin tanıklık ettiği bu ortak fikir, şüphe götürmez bir gerçeğe delâlet etmekte ve Allah´ın varlığına kuvvetli bir delil sayılmaktadır.

İşte, bütün insanlığa şâmil bulunan bu inanç birliği, Yüce Allah´ın varlığını isbat eden ahlâkî delillerden biridir.

2- Nefs-i Nâtıka´nın Kuvvetlerinden Çıkarılan Delil: Duygularımızda, arzu ve isteklerimizde bir sonsuzluk var. Ru­humuzda hayra ve en güzele doğru büyük bir temayül, sonsuz bir tahassür (istek) var. Sonra insanlarda bir akıl ve idrak, bir irâde ve ihtiyar var. Mahdûd ve noksan olduğu halde, sonsuz bir hayra ve en mükemmele doğru yönelen bu duygular ve kuvvetler, şüphe yok ki, sonsuz ve ekmel olan bir varlığın mevcut olduğunu isbat et­mektedir. O da mutlak ve küllî bir idrake, irade ve ihtiyara sahip olan AHahu Teâlâ´dır.

3- Vazife Duygusu ve Ahlâk Kânunundan Çıkarılan Delil:

Vazife, bizde mutlaS bir kuvvet ve kutsiyyet ile hükmünü yü­rütmekte, istediğini mutlaka yerine getirmemizin vicdanî bir borç olduğunu bize telkin etmektedir. Acaba vazife bu kuvveti ve bu kudsiyyeti nereden alıyor? Şüphe yoktur ki, bu kudsî kuvvet ne bizden, ne de hariçten gelebilir. Çünkü, o, ancak, her bakımdan hayır ve âdil-i mutlak oîan bir varlığın eseri olabilir. O varlık ise AHahu Teâlâ´dır.

Sonra her akıl sahibi kabul eder ki, «Ahlâk kanunu» hükmü­nü icrada devamlı olursa, faydalı olur ve gayesine erer. Yani ahlâk kânunu, aklın emriyle, hissin temayülleri arasındaki ahengi sağla­yan devamlı bir tevâfuk (uyum) unsuru olmalıdır. Bu ise ancak, tabiat kanununu da, ahlâk kanununu da tek bir kuvvetin vaz´ et­mesiyle mümkin olabilir.

Madem ki böyle bir ahenk vardır, o halde Yüce Allah da var­dır. Özet olarak sunduğumuz bu fikrin sahibi, büyük Alman filo­zoflarından Kant´tır. [17]

Buraya kadar ifadeye çalıştığımız bütün bu çeşitli delillere ve insanların büyük çoğunluğunun aklî veya vicdanî veya hem aklî hem vicdanî kanaatlarma rağmen, yalnız madde ve tabiat ile meşgul ol­dukları halde, bilgileri dışında kalan madde ve tabiat ötesindeki varlıkları ve Allahı inkâra yeltenen bir zümre her devirde bulun­duğu gibi, çağımızda da bulunmaktadır.

Bu cihetle şimdi burada, Maddeciler, veya «Materyalistler» diye anılan bu zümrenin Allah ve âlem hakkındaki görüşlerini özetliye-cek, sonra gereken cevabı vereceğiz.[18]

Iıı _ Maddecileetn Bu Âlem Hakkındaki Görüşleri

Madde ve bu âlemdeki tabiî hâdiselerle, hâdise ve olaylar ara­sındaki münasebetleri tahlil ile meşgul olan ve yalnız, müşahede (gözlem) ve tecrübe (deney) yoluyla sabit olduğunu gördükleri mad­dî ve hissedilen varlıklara inanan bir zümre vardır ki bunlara; «Mad­diyyun = Maddeciler» adı verilmiştir. Bunlardan bir zümre, tabiat ötesindeki metafizik hâdise ve varlıkları, his ve tecrübe dışında kal­dığı için tamamen inkâr etmekte, dolayısiyle, bu âlemin yaratıcısı olan Yüce Allah´ın varlığına da îmân etmemektedirler. [19]

A) Maddecilerin Mezhebinin Beyanı :

Gözleri madde sınırım aşamayan, gönülleri hidâyet ışığına ula­şamayan bir zümre, az da olsa her çağda bulunmakta, Hak Teâlâ´-nın varlığına yeni burhanlar (kesin deliller) teşkil eden ilmî keşif­lere rağmen inat ve inkârlarında devam etmektedirler.

Bu zümre, maddeyi, bütün varlık âleminin Halikı, mebdei (aslı) sayarlar.

Maddecilere göre; bütün bu tabiat âlemi, görmekte olduğumuz yer, gök ve her ikisindeki varlıklar, henüz mahiyeti kesin olarak bilinemiyen ve (esîr) denilen, daima hareket halindeki sonsuz ve şuursuz zerrelerin rastgele hareketi ve tesadüfi olarak birleşmesiy­le vücuda gelmiştir. Bunlara göre, şu nizam ve güzellik mecmuası olan âlem, ezelî ve ebedî, şuur, ilim, irade ve kudret sahibi, hakîm bir yaratıcının eseri olmayıp, kör bir kuvvetin sevkettiği câmid ve şuursuz maddelerin tesadüfi hareket ve birleşmelerinin eseridir!..

Maddecilere göre; «Kuvvetsiz madde, maddesiz kuvvet olamaz.» Bu sebeple, âletle dahî görülemiyecek derecede küçük ve lâtif, ka­sıt ve şuurdan mahrum olan esirin, boşluktaki hareketi esnasında bir kısmının tesadüfi olarak birleşmesi ve bilâhare diğerlerini cez-betmesiyle büyük bir kütle meydana gelmiş, daha sonra bu muaz­zam kütleden parçalar ayrılarak, bir kısmı; üzerinde yaşadığımız bu dünyayı, diğer bir kısmı; güneş, ay, yıldız ve diğer seyyareleri meydana getirmiştir. O halde bu âlemin aslı; esir ve atomlarda© meydana gelen «Madde» ile, hareketini sağlıyan «Kuvvet» den vü­cuda gelmiştir, «Madde de, hareket de ezelî ve kadim olduğundan; bunlar dışında bir yaratıcıya lüzum yoktur.», faraziyesini ileriye sü­rüyorlar.

Sonra aradan U2un zaman geçince, «tabiattaki tekâmül» kaidesince yeni gelişmeler olmuş, maddenin kazandığı yeni istidatlarla (yeteneklerle) yeni unsurlar vücud bulmuş, madenler, daha sonra hayat sahibi eşya teşekkül etmiş. Canlı varlıklardan önce, en basiti olan nebat, sonra, ihsas ve hareket sahibi olan hayvanlar, daha sonra da mütekâmil varlık olan ve şuur, idrâk ve tefekkür sahibi bulunan insan meydana gelmiştir.

«İnsan, hayvanların en mütekâmili olan ve insana çok benze­yen maymun cinsinden gelmiştir.» fikri, İngiliz filozoflarından «Dar­vin» tarafından, «Tekâmül Nazariyesi» adıyla ortaya konmuştur. Böylece insandaki şuur, idrâk ve tefekkür (düşünce) gibi aklî ve nefsî hâdiseler, dimağdaki «efâil» ile, yani hep madde ve maddî hâ­diselerle izaha çalışılmıştır. Bu nazariyeye göre insan, maddî bir varlıktır. Onda maddî olmayan hiçbir şey yoktur. Nasıl ki midenin vazifesi hazımdır; dimağın vazifesi de irade ve tefekkürdür. Maddi olan dimağ, teşekkül bakımından bu işe kabiliyetlidir, deniliyor.

Bu iddiaya göre, maddî olmayan ne ruh, ne akıl, ne de «hâşâ» Allah vardır. Çünkü her şeyin aslı maddedir. Bütün eşya, madde­nin zamanla tahavvülünden meydana gelmiştir. [20]

B) Bu Mezhebin Îptalt :

Görüldüğü gibi, Maddeciler ve Tekâmülcülerin iddiaları, hiçbir ilmî esasa dayanmayan, delil ve mantıktan mahrum ve tamamen hayâl mahsulü olan indî ve mesnedsiz bir faraziyeden ibarettir. Çünkü :

1- Bu faraziye, bizzat kendilerinin koydukları esaslarla tena­kuz (çelişki) halindedir. Zira maddeciler; görülmiyen, his ve tecrü­be ile sabit olmayan hiçbir şeye inanmaz, bu gibi şeylerin varlığı­nı kabul etmezler. Öyle olduğu halde nasıl oluyor da, bu âlemin, hiçbir şeyle görülmesi kaabil olmayan «esîr» denen zerrelerin şuur­suz ve tesadüfi hareketleriyle meydana geldiğini iddia ediyorlar? Esîr´i görmek, vasıflarını tecrübe ile anlamak kabil olmadığına göre, nasıl oluyor da, kendi kaide ve metodlarma aykırı bir fara­ziyeyi ileri sürüyorlar? Bu bir çelişki değil midir?

2- Esîr, madde ve kuvvet, dâima hareket ve değişiklik halin­de olduğuna göre, bunlar mümkinât cinsinden olup, bizatihi mevcut olan bir müessire, yani bir yaratıcıya muhtaçtır. Bu sebeple, esîr´in, her şeyin aslı ve illeti olduğu iddiası, hiçbir ilmî kıymet ifade et­meyen bir hayâl ve faraziyeden ibarettir.

3- Sonra maddeciler, hiçbir şeyin sebepsiz olarak vücuda gel- miyeceğini, «müreccihsiz tereccühün muhal olduğunu» bildikleri hal­de, şuur - idrâk ve her nevi kemâlden mahrum olau bu zerrelerin muayyen lıir nisbet dahilinde birleşerek mahiyyet ve evsafı muhte­lif olan varlıkları meydana getirmelerinde niçin bir sebep, bir mües­sir aramazlar? Zerrelerin hepsi aynı evsafta olduğu halde, bazıları­nın diğerlerinden farklı olarak hareketlerinde bir müreccihin lâmn olacağını nasıl kabul etmezler de, bütün bunları sebepsiz ve mü­reccihsiz olarak kor bir tesadüfe bırakırlar?

Hayat, idrâk, irade ve tefekkür gibi şeylerin, bütün bu vasıf­lardan mahrum olan şuursuz, câmîd bir maddeden hâsıl olmasını nasıl îzâh edebilirler?

4- Varhklardaki bu pekçok ve çeşitli sıfatlar» küçücük bir zerrede nasıl toplanabilir?

Bugün atomun parçalanm asiyle, Maddecilerin bir düsturu olan «Maddesiz kuvvet, kuvvetsiz madde olamaz» nazariyyesi iflâs et­miştir. Çünkü bu gün atomun parçalanması ile, maddesiz bir kuv­vet olan «enerji» ortaya çıkmıştır.

5- Şu husus da, bugün ilmen sabittir ki; bu kâinatta vâki olan herşey sabit ve devamlı bir kânuna, bir hikmet ve gayeye uy­gun olarak vücûda gelmektedir. O halde, kâinattaki bu nizâm ve güzellik mecmuasının, kör bir tesadüfün eseri olduğu nasıl iddia edi­lebilir?»

Evet, kâinatta böyle bir tekâmül kanununun câri olduğu aklen muhal değildir. Fakat böyle bir tekâmül, kör bir tesadüfün eseri değil, ancak irâde ve kudret sahibi bir varlığın, yani Hak Teâlâ´-nın ilâhî hikmetinin bir icabı olabilir.

Evet Hak Teâlâ, hikmet-i ilâhîsi icâbı olarak önce bu maddî âlemi, sonra bir takım nebat ve hayvanları, daha sonra en müte­kâmil varlık olarak insanı vücûda getirmiştir. İnsana verdiği akıl ve irade ile, keşiflerde bulunarak ilerlemesini ve yükselmesini sağ­lamıştır. Ancak, bütün bunlar, bizi Allah´ı inkâra değil, bilâkis O´na îmâna ve O´nu takdise sevketmelidir. Bugün, akl-ı selîm ve sağduyu sahibi her insan, madde ve tekâmülcülerin faraziyelerini reddet­mektedir. [21]

Iv — Müsbet İlimcilerin Allah´ın Varlığını Tsbat Eden Söz Ve Delillerinden Özetler :

Akim varlığını inkâra yeltenen maddecilere, kendileri gibi mad­de ve tabiatla uğraşan ve ulaştıkları ilmî gerçekler vasıtasiyle Al­lah´ın varlığına inanıp hidâyete eren tabiat âlimlerinin kıymetli söz­leri çok güzel birer cevap ve delil teşkil eder.

Bu sözlerden ve delillerden bazılarını, burada okuyucularımıza özet olarak nakletmeyi uygun buluyoruz. [22]

1 — A. Gressy Morrıson´un Cevabından Özetler :

Son asırda yetişen tabiat bilginlerinin büyük bir kısmı, madde­ciler ve tekâmülcüler gibi tabiat ötesini inkâr etmemekte, bilâkis kâinatta cereyan eden hâdiseleri tetkik esnasında ulaştıkları ilmî gerçekleri, bu âlemi yaratan ilâhî bir kudreti isbata vesile saymak­tadırlar.

Biz burada önce; New York İlim Akademisi Eski Başkanı A. Gressy Morrison tarafından kaleme alınan ve maddecilerin mezhe­bini çürüten ilmî makaleden bazı pasajları (aynen veya meâlen) nakledeceğiz.

Morrison diyor ki [23]

«... Aşağıdaki şu yedi sebep şahsen beni, Allah´ın varlığına inandırmaktadır :

Birincisi : Hiç değişmeyen o riyazi kanunla isbat edebiliriz ki, âlemimizin plânını yapan ve onu plâna göre meydana getiren bit yük bîr kurucu vardır...»

«Dünya, mihveri etrafında saatte bin mil yapar. Eğer böyle ol­mayıp da saatte yüz mil yapacak kadar dönseydi, gündüz ve gece şimdi olduğundan çok daha uzun olacak, öyle olunca da güneş hei gün nebat nâmına ne varsa hepsini yakıp kavuracak, uzun geceler de —eğer kalırsa— geri kalanını dondurup mahvedecekti.

Aynı şekilde, hayatımızın maddî kaynağı olan Güneşin dış ta­bakasında hararet, 12.000 Fahreneittır* Dünyamızın güneşten uzak­lığı o şekildedir ki, sönmek bilmeyen bu ateş, bizi tam karar ısıtı­yor, o kadar. Eğer güneşin bu harareti yarı yarıya azalacak olsa, soğuktan donardık. Yarısı kadar fazla olsa hepimiz kavrulurduk.

Dünyamızın 23 derece bir meyil ile eğri durması, mevsimleri meydana getirmektedir. Eğer dünyaya böyle bir meyil verilmesey-di, Okyanuslarda yükselen buharlar kuzey ve güneye akın ederler, kıt´aları birer buz parçası yaparlardı.

Ay da dünyaya şimdiki mesafede olacağına, meselâ sadece 50.000 mil ötede olsaydı, yeryüzündeki med ve cezirler öyle müthiş olurdu ki, bütün bu kıt´alar günde iki defa su altında kalırdı. Dağ­lar bile kısa bir zamanda aşına aşına ortadan silinirdi.

Eğer arzın kabuğu 10 kademcik kalın olsaydı, karbondioksitle oksijeni masseder (emer) ve nebat denen şeyden eser kalmazdı. Ya­hut da dünyanın etrafındaki atmosfer tabakası daha ince olsaydı, hergün bizden uzakta yanıp tutuşan milyonlarca meteor dünyamı­zın her tarafına çarpar ve her yeri ateşle tutuştururdu.

Bütün bunlardan Ve daha bir sürü misâllerden anlıyoruz ki, dünya üzerinde hayat tesadüfi değildir. Buna milyonda bir bile ih­timal yoktur.»

«İkincisi : Hayatın; gayesine ulaşabilmek için, ne yapıp yapıp, var kuvvetiyle imkânlar araştırması da, her şeyi içine alan o ilâhî hikmetin bir tezahürüdür.

Can denen şey nedir? Şimdiye kadar bunu kimse tamamiyle an-hyamamıştir. Ne ağırlığı, ne eni, ne boyu var; fakat bir kudret ol­duğu muhakkaktır...»

Her ağacın her yaprağına bir şekil eden, her çiçeği boyayan, her kuşa aşk şarkısını nasıl söyliyeceğini, böceklere binbir ses mü-

ziği içinde nasıl anlaşacaklarını öğreten, meyvelere, sebzelere tat, güllere, çiçeklere koku veren... Su ile karbondioksitten şeker ve odun yapan, bunu yaparken de mahlûkâtm teneffüs etmesi için ok­sijeni serbest bırakan kimdir, hangi kuvvettir? Tesadüf mü? Hayır.

«Âdeta görülemiyecek kadar küçük olan bir protoplâzma dam­lasını düşünün; şeffaf, pelte gibi, hareket kabiliyeti olan ve güneş­ten kudret alan bir şey. Bu bir tek hücre, bu şeffaf bulanık dam­lacık, hayat denen şeyin tohumunu ihtiva etmektedir. Bu tohum, hayâtı, küçük büyük yaşayan her şeye geçirmek kudretindedir. Bu damlacıktaki kudret ve kuvvet, bütün nebat, hayvan ve insanların sahip olduğu kuvvetten daha fazladır. Çünkü bütün hayat ondan çıkmıştır.» Protoplâzmaya bu hayatı veren kim? Tabiat mı? Hayır. Bu, ilâhî bir kuvvetin akıl üstü tecellisi, hikmeti ve ibret dolu ese­ridir.

«Üçüncüsü : Hayvanlarda gördüğümüz anlatış, kendilerine ye­gâne destek olarak «sevk-i tabiî» denilen şeyi bahseden kudretli bir yaratan olduğunda şüphe bırakmıyor.

Yavru Salamon (Saumon) balığı, yıllarca denizde kaldıktan sonra kendi Öz vatanı olan nehre döner» hem de tam doğduğu ır­mağın nehre döküldüğü kıyıya!...

Onu böyle noktası noktasına tam eski yerine getiren şey ne­dir? Eğer bu balığı alıp da aynı nehre dökülen başka bir ırmağa koyacak olursanız, derhal yanlış bir yolda olduğunu anlıyacak, tek­rar gerisin geriye dönerek asıl nehrine çıkacak, sonra nehrin aktı­ğı istikâmetin aksine dönerek doğduğu ırmağa doğru yol alacaktır. YıJan balığının sırrını çözmek ise daha. güç. İnsanı hayretten hayrete düşüren bu mahlûklar, nesli üretecek hâle geldikleri zaman dünyânın her tarafındaki göl ve nehirlerden, Avrupa´dakiler de bin­lerce millik Okyanusu aşarak, kopup gelirler. Hepsi de «BERMUDA» yakınlarındaki sonsuz derinliklere gelip, orada yavrular ve ölürler. Sadece, uçsuz bucaksız bir su içinde olduklarından başka bir şey bilmiyorlarmış sanılan mini mini yavrular, gerisin geri yola çıkar­lar. Sonunda da, sâdece, kendi ana - babalarının geldiği aynı sahile ulaşmakla kalmayıp, oradan da ana - babalarının yaşadığı nehire, göle, yahut da gölcüklere giderler...»

«Şimdiye kadar Avrupa´da hiçbir Amerikalı yılan balığına, Amerika sularında da hiçbir Avrupalı yılan balığına rastlanmamış­tır. Hatta Allah, Avrupalı yılan balıklarının ömrünü —uzun yolcu-

taklarına göre— bir sene kadar, yahut da biraz daha fazla uzat­mıştır !...

Bu kadar kuvvetli bir istikâmet hissinin menşei (aslı ve kay­nağı) nedir?»

Sonra, eşek arısının çekirgeyi öldürmeyerek bayıltacak şekilde sokması, üzerine bıraktığı yumurtalardan çıkacak yavruların gıda­larım temin edecek şekilde konserve edilmiş gibi bir et haline getir­mesi, sonra da uzaklara uçup giderek yavrusunu görmeden ölmesi...

Bal ansına bal yapacak tekniğin ilham edilmesi gibi esrarlı hareket ve teknikler, bütün bunları ilham edip, onlara bunu öğre­ten ilâhî ve hikmet dolu bir kudretin varlığını isbat etmez mi?

«Dördüncüsü : insanda, hayvanlardaki sevk-i tabiîden daha faz­la bir şey vardır : Muhakeme kabiliyeti.

Başka hiçbir hayvan yoktur ki, ona kadar sayabilsin. Yahut da on adedinin mânâsını kavrayabilsin. Sevk-i tabiî, bir flütten çıkan tek ses gibidir; güzel fakat mahdut... Halbuki insan kafası, or­kestrayı teşkil eden bütün müzik âletlerinden çıkan bütün sesleri ihtiva eder. Bu dördüncü noktayı anlamak için fazla uğraşmaya lü­zum yok. Çok şükür ki, bu vaziyette olmamızı âlem - şumûl zekâ­dan bir nebze bize de verilmiş olması ihtimâli ile izah edecek kadar düşünme kabiliyetimiz var.»

«Beşincisi : Hayat için elzem ilk şart; bugün bizim bildiğimiz, fakat Darwin*in bilmediği bir takım hâdiseerde kendini göstermek­tedir. Meselâ : Gen hârikası gibi... Bu geri denen şeyler o kadar anlatılamayacak kadar küçüktür kj, yeryüzündeki bütün canlıları meydana getiren genlerin hepsini bir araya toplasak bir yüksüğü bile doldurmaz. Mikroskopla bile görülemeyen bu genler ve onların adaşları kromozomlar her canlı hücreye yerleşirler ve bütün insan, hayvan ve bitkileri hususiyetlendirirler. Bir yüksük iki milyarı aşan insan nüfusunun ayrı ayrı bütün ferdî hususiyetlerini alamıyacak kadar küçüktür ama bu husustaki hakikatler, tereddüde mahal bı­rakmamaktadır.

Pekâlâ, öyle ise gen denen bu şey nasıl olur da, bir sürü ecda­dın hususiyetlerini içinde gizliyor ve nasıl oluyor da, bu kadar ina­nılmayacak kadar küçük bir yerde ayrı ayrı herbirinin psikoloji­sini muhafaza edebiliyor?..

îşte burada, geni ihtiva eden ve nesilden nesile geçiren hücre- ´ de asıl neşvû nema (büyüme ve gelişme) başlar. Mikroskopla bile görülemeyen küçücük bir gen, içinde hapsedilen birkaç milyon ato­mun böyle yeryüzündeki bütün hayatı kat´î olarak idare edebilmesi keyfiyeti, sadece yaratıcı bir bilginden sâd*r olabilecek derin bir ilim ve maharetin eseri olabilir; başka hiç bir nazariyeye imkân yoktur.»

«Altıncısı : Tabiatuı aldığı bazı tedbirler bizi, ileriyi görerek evvelden ona göre hazırlanarak çalışan, her şeyi bu kadar zekîce idare edebilen bitip tükenmek bilmez bir zekânın varlığını kabul et­meye mecbur etmektedir.

Senelerce evvel Avustralya´da bir nev´i Kakitos´dan çit yapmak istediler. Avustralya´da kakitos düşmanı bir böcek bulunmadığın­dan, nebat dev adımlariyle büyümeğe başladı. Avustralyalıları telâ­şa veren bu gelişme sonunda Kaldtoslar enine ve boyuna İngiltere boyunca bir sahayı kapladılar! Yolu üstüne rastlayan şehir ve kasa-ba halkını, yerlerini bırakıp gitmeye mecbur etti; çiftlikleri mah­vetti. Buna bir çare bulmak için bütün böcek âlimleri dünyayı al­tüst ettiler, sonunda yalmz kakitos üzerinde yaşayan ve başka bir şey yemeyen bir böcek buldular; hem de bol bol ve sür´atle büyü­yen ve Avustralya´da da hiç düşmanı olmayan bir böcek. Çok geç­meden böcek nebata galebe çaldı. Artık bugün kakitos gayet sınırlı bir sahadadır ve belâ olmaktan çıkmıştır; o kadar böcekten de an­cak kakitos´u bir baskı altında tutmağa yetecek miktarda kalmış­tır!... I

Tabiat´ta böyle muvazeneler umumiyetle önceden temin edilmiş bulunmaktadır. Çok çabuk ve sür´atle gelişen böceklerin dünyayı istilâ etmemeleri nedendir? Çünkü onların insanlar gibi ciğerleri yoktur; teneffüs cihazları boru şeklindedir. Böcekler gelişip büyür­ken nefes boruları aynı şekilde bir gelişme göstermemektedir. Bun­dan dolayı dâîma küçük kalmaktadırlar. Böylece büyümeler tahdit edilerek yolları üstüne bir engel konmuştur. Eğer onların vücutça gelişmelerinin Önüne geçilmeseydi, dünyada insan denen şey ola­mazdı. Arslan kadar kocaman bir eşek ansı ile karşılaştığınızı dü­şünün bir!...»

«Yedincisi: İnsanın Allah fikrini kavnyabihnesi bile başhba-şına bir delildir. Allah fikri, insanda, mevcut ve yeryüzünde insana mahsus ilâhî bir melekenin «muhayyele» (hayâl gücü) denen mele­kenin mahsûlü (ürünü) dür. Bu melekenin kudret ve kuvveti sayesindedir ki, yalnız insanoğlu, görülmeyen şeylerin varlığına dair deliller bulabilir. Bu kuvvetin insanın önüne serdiği mazi ve istik­bâl, bütün zamanları içine alan düşüncelerin ucu bucağı yoktur. în-sanın mükemmelleşen muhayyilesi, (olgunlaşan hayâl gücü) ruhî bir realite haline geldikçe, bütün tasavvur ve maksatlardan çıkardığı delillerle, «Allah nerededir ve nedir?» büyük hakikatini sezebilir. Allah her yerdedir... Fakat bize en yakın olduğu yer kalbimizdir.

Bu, muhayyile bakımından olduğu kadar, ilmen ve fennen de doğrudur, Hz. Davud´un dediği gibi : Semâvât Allah´ın haşmetini ilân eder; gökyüzü O´nun yaratmaktaki kudretini isbat eyler.»

Burada zikrettiğimiz bu deliller, Allah´ın varlığı hakkındaki şüpheleri izâle eden, çeşitli ve müteaddid delillerden bir kaçını teş­kil etmektedir. Bütün bu ilmî, ahlâkî ve vicdanî belgeleri görüp der bu âlemin ezelî bir yaratıcısı olduğunu kabul etmemek, akl-ı selim ve iz´anla asla bağdaşmaz. Bu belgelere rağmen Allah´ın varlığını inkâra yeltenenler; aklın ve vicdanın sesini duyamayan, nefislerine ve inatlarına esir olmuş kişilerdir.

Genç meslekdaşlarımızı daha fazla aydınlatmak, özellikle müs-bet ilmin çeşitli dallarında ihtisas yapmakta olan gençlerimize ışık tutarak Yüce Allah´a îmanlarını kuvvetlendirmek maksadıyla, «Al­lah´ın Varlığı Konusunda» çeşitli kitaplardan derlediğimiz ilmî de­lillerden ve ibret dolu sözlerden bir buket sunmak istiyoruz [24] .

Kâinat, Allah´ın Varlığına Delildir

Yüce Allah´ın varlığına delâlet eden en büyük delillerden biri de, kâinattır. Üzerinde yaşadığımız dünyamız, görünen, fakat düşü­nüldüğü zaman insanı şaşırtan gökyüzü ve yıldızlar sistemi... Akl-ı selîm sahibi olan her insan, bütün bunlar karşısında hayrete dü­şer, korku ve dehşet duyar. Allah´ın yüceliği ve kudreti karşısında îmanı kat kat artarak kuvvetlenir.

Fakat gördüğümüz bu kâinatın aslı ve mahiyeti nedir?

«Astronomi âlimlerine göre yeryüzü, ancak güneş sisteminin bir parçasıdır. Güneş sistemi ise, fezadaki birçok sistemlere bağlı­dır, onların bir parçasıdır. Fezada daha başka meteorlar, kuyruklu yıldızlar vesaire de vardır.

Güneş ve yıldızlarının mensup olduğu samanyolundaki yıldızla­rın sayısı ne kadardır? Çıplak gözle baktığımız zaman, ister güney, ister kuzey yarım kürede olalım, bunların sayısı (6 bin) i geçmez.

Fakat âletlerle baktığımızda durum tamamen değişir. Astrono­mi âlimi Chapten (40 milyar) adet kadar yıldız olduğunu söylüyor. Bu rakam Shapîey´e göre (100 milyar) sayısına yükselmektedir. Sa­manyolu dediğimiz semadaki bölgelerin adedi ise (100 milyon) u geç­mekte ve herbiri milyonlarca parlak yıldızı ihtiva etmektedir.

Bu yıldızların güneşe nisbetle hacimleri nedir? Güneş de, di­ğer yıldızlar gibi semada gördüğümüz bir yıldızdır. Bize büyük gö­rünmesinin sebebi yakın oluşudur. O haddi zâtında orta büyüklük­te bir yıldızdır. Bugün bilinen en küçük yıldız, arzdan biraz daha büyüktür. Bunlardan milyonlarcası bir araya gelse, güneşten yine küçüktürler. Keza bir takım büyük yıldızlar vardır ki, milyonlarca, güneş ve benzeri yıldız biraraya gelse, yine bu hacme ulaşamaz.

Sonra, yıldızların bizden uzaklıkları ne kadardır? Yeryüzünün kendisine bağlı olduğu güneş sistemi fezada diğer yıldızlardan san­ki tamamen ayrılmış durumdadır. Şöyle ki :

Güneş bizden´ (149 milyon km.), yani bizim Ay´a uzaklığımızın yaklaşık 400 katı uzaklıktadır. Diğer yıldızların bizden uzaklıkları­nı tesbit etmek istersek, bunun için «milyar» adedi kâfi gelmeye­cek, «trilyon»a muhtaç olacağız. Bunun için astronomi âlimleri ışık hızı olarak (186 bin) mili (yani, saniyede 300 bin km.yi) birim ka­bul ettiler. Güneş sistemine bağlı en uzak yıldız olan Plüton´un ışı­ğı bize 4-5 saat civarında ulaşırken (bu sistem dışındaki), en ya­kın yıldızın ışığı, 4-5 yılda ulaşır. Son derece hassas gözlem ve fo­toğraf âletlerinin vardıkları neticeye göre, bize iki milyar ışık yılı uzaklıkta yıldızlar sistemi mevcuttur.

Nazarı dikkati çeken bir nokta, güneş sistemimizin kendi mer­kezi etrafında dönmesi gibi, diğer sistemlerin de tıpkı güneş siste­mi gibi dönmeleridir.» [25]

Gökyüzüne büyük bir intizam ve dikkatle yerleştirilmiş olan bu milyarlarca yıldızın birbirleriyle çarpışmadan belirli bir kanuna göre hareket etmesi Yüce Allah´ın varlığına en büyük delillerden biridir.

Amerikan Fizikçiler Cemiyeti üyesi Prof. Dr. M. Stanley Cong-den bu konuda şöyle diyor :

«Kâinatta bulunan her şey JTüce Allah´ın varlığına, kudret ve azametine delâlet eder. Biz bu konularla uğraşan mütehassıslar ola­rak âlemde görünen şeyleri, istidlal metodlarını da kullanarak tah­lil ve araştırmaya girişirsek, Allah´ın kudret ve azametinin eserle­rini mülâhaza etmekten başka birşey yapmış olmayız.» [26]

Burada, Kur´an-i Kerim´in, Allah´ın varlığına gösterdiği delillerin başın­da, göklerin ve yer yüzünün yaratılması ve kâinattaki gaye ve plânlilik gel­diğini belirtmek isteriz. Nitekim Âl-i İmran sûresi âyet 190 da (meâlen) :

«Şüphesiz, göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbirini ta­kip edjşinde, akıl sahipleri için ibretler vardır. Onlar ayakta iken, otururken ve yanları üzerine yatarken de Allah´ı anarlar, göklerin ve yerin yaratılma­sını düşünürler ve «Rabbımız Sen buna boşuna yaratmadın» derler.

Ankebût sûresi, âyet 44´de ise (meâlen) :

-Allah, gökleri ve yeri (boşuna değil) hakkı göstermek için yarattı. Mu­hakkak bu misâllerde mü´minler (inananlar) için bir ibret vard.ır.» buyuruyor.

a) Gece ile Gündüz, Güneş ve Ay, Allah´ın Varlığına Delildir :

Gece ve gündüz, yeryüzünün kendi etrafında dönmesi ile mey­dana gelir. Bu dönüş, Yüce Allah´ın varlığına delâlet eden en par­lak delillerden biridir. Çünkü bu devamlı dönüşün, ne kadar dikatle kontrol edilirse edilsin bir saniye bile şaşmadığı görülecek­tir. Madenden yapılan, en hassas saatin bile. günde birkaç saniye hata etmesine rağmen, onun çok iyi işleyen bir saat olduğunu kabul ederiz. Fakat bunun milyarlarca milyon büyüklüğünde dönen ve sa­niye veya saniyenin onda biri kadar bile hata yapmayan, ancak sa­niyenin binde birinden takriben birkaçı kadar —bilinen ve hesap­lanan sebeplerden dolayı— hatâ eden ve fakat bunun hata sayıla­mayacağı düşünülen yer küresi saatine ne demeli!

Yeryüzünün dönmesinin, yüzeyindeki hayatın devamı için bü­yük bir tesiri vardır. Eğer bu dönüş olmasaydı, denizlerin ve ok­yanusların suyu boşalırdı. Eğer arz biraz daha sür´atli dönmüş ol­saydı, yeryüzündeki bütün binalar etrafa saçılmış ve herşey çözül­müş olurdu. Eğer daha yavaş dönseydi, yeryüzünde bulunan her şey, sıcak veya soğuktan helak olup giderdi.

Güneş, Allah´ın yüce varlığına delâlet eden, en büyük deliller­den biridir. Allahu Teâlâ´nm, yeryüzündeki bütün canlı varlıkların yaşaması için yarattığı Güneş, yakıtım nereden alıyor? Eğer içinde­ki bir depodan sarfetmiş olsaydı, zaman içinde devamlı olarak bh hararet düşüşü göstermesi gerekirdi. Yani Güneş uzun müddet var­lığını devam ettiremezdi. Fakat bu güne kadar Güneşin yeryüzüne, insan, hayvan ve bitkilerin yaşayacakları şartlara uygun bir hara­ret vermeye devam ettiğini görüyoruz. O halde Güneşe, kaybettiği miktarda ısı verecek, bu ısının devamını sağlamak için ona yeniden belirli miktarda ısı verecek, bu ısıyı artırarak canlıları yakmaya­cak veya azaltarak onları dondurmayacak yüce ve kudretli bir var­lık mutlaka gereklidir.

Ay ise, Yüce Allah´ın bize zamanı hesaplamamız, karanlık ge­cede yolumuzu bulmamız ve yaşayan kâinatın faydalanması için- ya­rattığı bir varlıktır. Bütün bunlar, yaratılan mahlukâtm ve kâina­tın Ötesinde, ilâhî büyük bir plân ve yüce bir irade ve kudretin var­lığına delâlet etmez mi? Elbette delâlet eder. [27]

b) Kâinatta Mevcut Gaye ve Plânhlık Allah´ın Varlığına Deiüdir :

Newyork İlim Akademisi eski başkanı A. Gressey Morrison diyor ki :

«Tabiatta bulunan bunca fevkalâde olay ve varlıkların göz önünde tutulması, kesin olarak isbat eder ki; herşeyde önceden ka­rarlaştırılmış bir plân ve gaye mevcuttur. Tabiat âleminde Allah´ın iradesine uygun olarak bütün teferruatıyla uygulanan bîr program vardır.» [28]

«Yerkürenin hacmi, güneşten uzaklığı, güneşin ısı derecesi, ha­yat kaynağı ışınları, yer kabuğunun kalınlığı, su kürenin inceliği, karbondioksit miktarı, azotun hacmi, insanın ortaya çıkışı ve ha­yatta kalışı... İşte bütün bunlar, karışıklıktan düzenin doğduğum önceden hazırlanmış bir plân ve gayenin mevcudiyetini göstermek­tedir.)» [29]

Dünya, fezada kendi mihveri etrafında dönen, bu dönüşüyle gece ve gündüzün meydana gelmesine sebep olan boşlukta bir küre­dir. Bu kürenin belirli şekilde devamlı ve sür´atle dönmesi, rüzgâr­ların harekete geçmesine tesir eder. Rüzgârlar ise, denizlerde olu­şan buharları, kara kıt´alarmdan uzak mesafelere doğru sürükleyip götürür. Bu buharlar, soğuk hava tabakalarına rastlayınca yağmur olarak yeryüzüne dökülür. Yağmurlar ise, dünyamızdaki tatlı su kaynaklarını meydana getirir. Eğer yağmur olmasaydı, yeryüzünde canlılar yaşamaz ve dünyamız her türlü hayattan mahrum kalırdı, diğer küreler gibi kupkuru bir yer olurdu.

İşte böylece Yüce Allah; ilmi, iradesi ve kudreti ile herşeyi ya­ratmış, dünyamızı çeşitli canlı varlıklarla süslemiştir. Bitkileri yer

Yüce Allah, Yûnus sûresi âyet 5´de (meâlen) :

Güneşi bir ışık ve ay´ı da bir nur yapan; yıllatın sayısını ve hesabı bil­meniz için, Ay´a konak yerleri düzenleyen O´dur. Allah bunları hak (ve gerçek) olarak yarattı. O, bilen milletlere âyetlerini açıkça beyan ediyor.»

Fussilet sûresi, âyet 37´de ise (meâlen) :

Gece île gündüz, güneş ile ay Allah´ın varlığının belgelerindendir. Gü­neş´e ve Ay´a secde etmeyin; eğer Allah´a kulluk ediyorsanız, onlan yaratana secde edin buyuruyor.

yüzündeki unsurları özümleyerek yetiştiren, onları insanların ve hayvanların muhtaç oldukları çeşitli gıdalar haline getiren O´dur. Bütün bunlar, yeryüzündeki hayat sırrına işaret eden ve bizlere öğ­reten ilmî gerçeklerdir.[30]

Bütün bu ilâhî gerçekleri bilmeyenler, meselâ dağların yaratıh-şındaki sırrı anlamayıp lüzumsuz zanneder. Halbuki onların büyüfe faydaları vardır. Çünkü yağan karlar tepelerinde kalır, bunlar üe dağlardaki, ormanların ve bitkilerin tuttuğu yağmur suları, insanla­rın içecekleri tatlı suları meydana getirir. Daha sonra karlar tedri­cen eriyerek ırmak ve nehirleri doldurur. Bu sularla çeşitli bîtküer, meyveler ve sebzeler yetişir. Bütün bu canlıların hayatı, gece ve . gündüzün bu ilâhî düzende devamına bağlıdır. Zira gece ve gündü­zün müddeti eğer meselâ on kat daha uzun olsaydı, yaz güneşi gün­düz bütün bitkileri kavurur, her gece yeryüzündeki bitkiler —eğer kalırsa— donmuş olurdu. Bütün bu gerçekler, pekçok âyetlerde be­lirtildiği gibi, kâinatta yüce bir gayenin, sağlam bir plânın ve ilâhî bir irade ve kudretin bulunduğunu isbat eçler.

Bir de; şimşekle, gökten yeryüzüne ve üzerindeki canlılara yağ­murun yağması arasındaki ilgi ve gizli sır nedir? Yeryüzündeki ha­yat, yalnız suya mı dayanır? Hayır... Çünkü, yeryüzündeki bitkile­rin büyümesi için aslî ve zarurî bir unsur da AZOT´tur. Zira azot bulunmasaydı, dünyamızdaki hiçbir bitkinin büyümesi mümkün ol­mazdı. Azot´un ziraat alanlarına intikal etmesi için iki yol vardır : Bu yollardan biri; Gök Gürültüsü Rüzgârları´dır. Her ne zaman şimşek çakarsa, bir miktar oksijen ve azot´u birleştirir. Yağmur, «birleştirilmiş azot´u», yani bu iki karışık kimyevî maddeyi yere in­dirir ve bitkilerin büyümesini sağlar.

İkinci yol; baklagillerden olan bitkilerin kökünde bulunan Bak­terilerin Gelişmesi Yolu´dur. Bu bakteriler havadaki azot´u alarak «Mürekkep Azot» haline getirirler. Bazı bitkiler dağılınca, «birle­şik azot» yeryüzünde kalır.

Nitekim Kur´an-ı Kerîm´de (meâlen) şöyle buyruluyor : «Onun âyetlerinden biri de; size korku ve ümit vermek için

«Yeryüzünü dikleyen, orada (sağlam) dağlar yükselten, ırmaklar yara­tan ve her türlü meyve (ve üründen) çift çift yetiştiren, gündüzü geceyle örten O´dur. Doğrusu (bütün) banlarda düşünen insanlar için ibretler vardır.»

şimşeği göstermesi, gökten yağmur indirip yeryüzünü öldükten son­ra diriltmesidir. Şüphesiz bunda aldı eren insanlar için ibretler var­dır.» [31]

Âyeti kerîmede şimşeğin zikredilmesi, daha sonra yağmurun yağıp yeryüzünü diriltmesinin anlatılması, Kur´an-ı Kerîm´in ondört asır önce işaret ettiği ilmî gerçeklerdir. Bunlar, kâinatta bulunan gaye ve düzenin Yüce Allah tarafından konulduğunun en büyük delilidir. [32]

c) Bitkilerin Yaratılışı Allah´ın Varlığına Delildir :

Prof. Dr. Lestergon Simur, bitkilerin nasıl büyüdüğü hususun­da şu dikkate değer bilgileri veriyor :

«Bitkilerin büyümesi için sadece ışık, kimyevî maddeler, su ve hava kâfi değildir. Hiç şüphesiz çekirdeğin içinde bulunan ve uy­gun şartlarda ortaya çıkan belirtilen maddelerle karşılıklı tesir ve onlarla uygunluk içinde faaliyet gösteren ügi çekici bir kuvvet var­dır. Önce birçok ameliye ve unsurları ihtiva eden iki hücrenin bir­leşmesinden meydana gelen tohum, hayat yolunu kendisi açarak daha önce ortaya çıkardığı bitkiye benzeyen yeni bir nevi oluştu­rur. Öyle ki, buğday tanesi ancak buğday, palamut tohumu da an­cak palamut yetiştirir. Bitki cinsleri arasındaki benzerliğe rağmen hepsinin bir takım vasıf ve ayırıcı özelliklere sahip olduğu görülür.»

«Gelişmiş bitkiler birbirinden bazı farklarla ayrılırken hepsin­de ortak ve genel bir takım vasıflar buluruz :

Meselâ; bitkilerin hepsi ışıkta karbondioksit ve su verirler.

Tohum, gövde, yaprak ve çiçekler ile bunların yaptığı vazife­ler bütün bitkilerde birbirine benzer.

Kezalik, bitkiler harici dış tesirlere karşı harekette de birlik gösterirler. Meselâ; hepsi ışık tarafına yönelirler, ışık ve oksijen­den mahrum kalınca kururlar

Bunlardan başka, bütün bitkilerde müşterek olan daha baa ortak vasıflar da mevcuttur.

Bitkilerin büyümesinde ve kendi özelliklerinin devamında hâ­kim olan bu kanunları kim takdir ve icad etmigtir? Bu soru bizi, çözümü zor ve derin bir başka soruya götürecektir:

İlk bitkiler nereden meydana geldi? Veya ilk bitki nasıl yara-tddı?

Bu soruya cevaben biz hiçbir zaman, normal aklımız veya se-lîm mantığımızla; «bitkiler kendi kendini var ettiler, veya tesadü­fen kendi kendilerine var oldular» üye bir iddiada bulunamayız.

Doğru ve gerçeğe uygun olan cevap : Herşeyi olduğu gibi, bit­kileri de yaratan, onları var eden Yüce ve Kudretli bir varlık var­dır. Akl-ı selimimiz, bizi zarurî olarak bu yöne, bu gerçeğe yönel­tir.» [33]

Müsbet ilmîn çeşitli dallarında otorite olarak tanınan batılı ilim adamlarının arapça ve türkçeye çevrilen kitap ve makalelerin­den faydalanarak dört ana konuda derleyip yukarıda naklettiğimiz «Allah´ın Varlığı Konusundaki İlmî Deliller»´den sonra, Islâmî ana kaynaklar ile batının ilmî kaynaklarından yararlanarak Ustad Afif Abdu´l - Fettah et - Tabbâra, tarafından hazırlanan «Ruhu´l - Dini´l -tslâmî» adlı arapça kıymetli eserin «İlmin Işığında İslâmiyet» adlı türkçe tercemesinden aynı bahsi tamamlayıcı mahiyette gördüğümüz aşağıdaki konuları iktibas ediyoruz [34]

d) tnsan´ın Yaratılışı Allah´ın Varlığına Delildir :

«Allah´ın Varlığı»´nın delillerinden biri de, insanın yaratılışıdır; Kur´an-ı Kerîm bu hususu : sO´nun âyetlerinden biri, sizi topraktan yaratmasıdır. Sonra sizler her tarafa yayılan insanlar oldunuz.» [35] Keza I: I

«Sizde kulaklar, gözler, kalbler yaratan işte O´dur. Ne kadar da az şükredersiniz.» [36] mealindeki âyetleriyle belirtir.

İnsanlar konusunda, Allah´ın varlığını belirten deliller sayıla­mayacak kadar çoktur. İlimler ilerledikçe, çok enteresan bir şekilde yaratılmış olan insanın hikmet sahibi yüce bir yaratıcısı olduğu hu­susunda deliller birbirini takviye edecektir. İnsanın hangi yönü, dü­şüneni dehşet ve hayrete düşürmez?

Onun ana rahminde geçirdiği merhaleler, Allah´ın âyetlerinden değil midir?

İnsanın yeme ve içmesi, yediği maddeleri belirli nisbetlerde muhtelif unsurlara ayırması, dışarıya attığı faydasız unsurların dı­şındaki diğer şeylerin görevlerini yerine getirme düzeni... Allah´ın ibretle düşünülmesi gereken âyetlerinden değil midir? ´

Atardamarlar vasıtasiyle kanın kalpten vücudun her tarafına yayılması, toplardamarlar yoluyle kalbe tekrar dönmesi, teneffüs yoluyle gelen yeni havanın geçişi ile kanın temizlenerek vücudun istifade edeceği hale gelmesi, duyma, görme, konuşma, duygu, ha­tırlama, unutma, üzülme, sevinme, bilme, bilmeme, sevmek ve nef­ret gibi hepsi de Allah´ın büyüklüğüne ve kudretine´ delâlet edem ve O´nun yüceliğini belirten birer delil değil midirler?»

e) Erkek Karşısında Dişinin Yaratılması İlâhî Varlığın Delilidir :

«Erkek karşısında dişinin yaratılması da Allah´ın varlığının de­lilidir. Allah, Kur´an´da kudretini şöyle anlatır :

«O´nun. âyetlerinden biri de, size kendinizden eşler yaratmasıdır. Siz onlarla huzur ve sükûnete ulaşırsınız. Aranıza sevgi ve mer­hamet koydu. Bunda düşünen insanlar için ibretler vardır.» [37]

Buna göre, tenasül ve insan hayatının devamı için erkek kar­şısında dişinin yaratılması, Allah´ın varlığına delâlet eden, kâinatın yaratılmasında yüce ve ezelî bir iradenin varlığının en kuvvetli de­lilidir. Böylece kâinat sadece maddeden ibarettir. Maddenin ötesin­de bir şey yoktur, diyenlerin sözleri de çürütülmüş olmaktadır.

Profesör Mominina, Fransız Kozmoz mecmuasında yazdığı bir yazıda, yaratıcının varlığını isbat ederek şöyle der :

«Hadi, akim sınırlarından ayrılarak, kâinat tesadüfen ve bir irade ve fail olmadan teşekkül etmiş, tekerrür eden tesadüflerde erkek cinsini oluşturmuştur, diyelim. Fakat insan neslinin devamı ve yeryüzünün ümranı için, görünüşte erkeğe benzeyen ve fakat iç ter­kibinde tamamen ayrı olan kadının tesadüfle meydana geldiğini akıl nasıl kabul edebilir? Bu varlığı yaratan, hür irade sahibi, bütün nevileri ayıran her çeşit varlığa bir takım içgüdüler veren, onlara hıtuflarda bulunan Yüce Allah´ın mevcudiyetinin delili değil mi­dir?.»[38]

f) İnsan ve Hayvanların Üremeleri Allah´ın Varlığına Delildir:

tnsan ve hayvanların devamlı çoğalmaları, Allah´ın varlığının delillerindendir. Kur´an-ı Kerîm´de şöyle buyurulur

«Allah, sizin için kendinizden eşler yarattı, eşlerinizden de size oğullar ve torunlar verdi. Size iyi ve temiz şeyleri nzık olarak ih­san etti. Onlar daha hâlâ bâtıla inanıp, Allah´ın ni´metine nankör­lük mü ediyorlar?»[39]

Kur´an, develerin yaratılmasına da şu âyetle dikkatleri çeker : «Onlar, devenin nasıl yaratıldığına bakmıyorlar mı?» [40]

Büyük bilgin A. G. Morrison şöyle der : «Şüphesiz hayat, nev´i-nin devamını sağlamak için canlıları üremeye mecbur eder. Bu her canlının uğrunda en büyük fedakârlıkları yaptığı oldukça kuvvetli bir faktördür. Bu mecbur edici kuvvet, ancak hayat bulunan yerde mevcuttur. Bu sevkedici güçlü sebepler nereden çıkmıştır? Niçin ortaya çıkışından bu yana milyonlarca yıldır devam etmektedir?

Dâiretü´l - Maarif (İlâh maddesi) Bu, Allah´ın iradesiyle var olan canlılar âleminin bir kanunu­dur.» [41]

Mütehassıs Bilgin Baly bu konuda duygularını bir kol saati ile misâllendirerek, bu âletle zihnî bir ameliyenin mekânike tatbiki bu­lunduğunu, insanların bunda şüpheye düşebileceklerini belirttikten sonra, «Farzedelim ki, bu saate daha birçok saatler yaratma gücü verilse bu; insan ve hayvanların üremesinden daha büyük bir mu­cize olamazdı.» der.

g) Hayvanlar, Kuşlar ve- Sürüngenlerin Yaratılması Allah´ı» Varlığına Delildir:

Hayvanlar ve sürüngenlerin yaratılması Allah´ın varlığının de-İşlerindendir. Kur´an-ı Kerîm´de şöyle buyurulur :

«Allah her canlı mahlûku sudan yarattı. Onlardan bir kısnu karnı üzerinde ,bir kısmı iki ayak ile, bir kısmı da dört ayak üze­rinde yürür, Allah dilediğini yaratır; çünkü O, her şeye hakkiyle kaadirdir.» [42]

Kuşlar da Allah´ın Varlığının delilidir. Kur´an-ı Kerîm´de Allâîı şöyle buyuruyor :

«Gökyüzünün genişliğinde uçuşan kuşları görmüyorlar mı? On­ları tutan yalnız Allah´tır [43] Bunda inananlar için ibretler var­dır.» [44]

Hayvanlar ve kuşlar konusunda, Allah´ın varlığına delâlet eden sayılamayacak kadar deliller vardır. Bunları belirtmek için ciltlerle kitap yazmak gerekir. Zooloji ilmi bu hakikatleri ihtiva eder. Büyük âlim Newton´un bu konuda bir araştırmasını okuduk. Newton şöyle diyor : «Hayvanların cisimleri bu enteresan san´atla nasıl oluştu? Muhtelif uzuvları hangi maksatlar iğin konuldu ? Görme usul ve sır­larını bilmeden, gören göz yapılması mümkün müdür? Yahut ses kanunları bilinmeden, duyan kulak yapılabilir mi? Hayvanların iradeleri ile hareketlerinin yenilenmesi nasıl oluyor? Bu fıtrî ilham hay­vanlara nereden geliyor?»

Netice olarak, en mükemmel ve en güzel şekilde olan bu kâi­nat, cismâniyetten münezzeh, diri, hikmet sahibi, her şeyin haki­katini gören ve idrâk eden bir yaratıcının varlığına şehâdet etmez mi?

Netice olarak müsbet ilim otoriteleri şu gerçeği ilân ediyorlar :

İlim, îmâna Yöneltir :[45]

«Bazı yarım yamalak bilgi sahibi olan kimseler zannederler ki; inkâr ilmin zarurî bir parçasıdır; en çok bilen insanlar, en çuk in­karcı olan kimselerdir!..

Aslında bu, sakat bir görüştür, ilim hiç bir zaman sahibini din­sizlik ve inkâra sevketmez. Gerçekten, hakikatleri arayan âlim, ken-. dişini, hiçbir karışıklığın bulunmadığı, sağlam bir nizamın hâkim^ olduğu, sınırsız bir âlemde bulur. Düşündükçe o büyük nizamı var eden kudret önünde secdeye kapanır.

Son dört asırda insanların zihinlerini aydınlatan 290 âlimin felsefî görüş ve inançlarını toplayıp neşreden Alman Dr. Dennert´in araştırmalarının neticeleri şöyledir :

28 âlim hiçbir şekilde inanca ulaşamadılar. 242 âlim Allah´a îmân ettiklerini açıkça ilân ettiler. Yalnız 20´si de dînî inançlara Önem vermeyen, inkarcılığa yöneldiler.

Dine önem vermeyen bilginlerin inkarcı olduklarını düşünür­sek, %92 si (gibi büyük bir ekseriyeti)´nin Allah´ın varlığına inan­dıkları ortaya çıkar. Bundan anlıyoruz ki, maddecilerin iddia etti­ği; «İlimle insan arasındaki tenakuz ve inkârın, âlimlerin özel sıfa­tı olduğu» görüşünün, kesinlikle aslı yoktur. Ayrıca, inananların bu büyük nisbeti; ilim ve îmânın birbirinin tamamlayıcısı olduğunun en büyük delillerindendir.

Dr. Leon Voty´den de şu bilgiyi aldık : Geçen asırda ortaya, çıkan en zeki insanlardan biri olan Fastör bir yazısında : «imân, İnsanları hiç bir şekilde ilerlemeden alıkoymaz. Her gelişme, Allah´ın yarattıklarında mevcut düzeni ortaya çıkarır. Eğer ben bu­gün bildiğimden daha fazlasını bilseydim, îmânım bugünkünden daha, kuvvetli ve daha derin olacaktı.» diyerek sözlerini şöyle bitirir : «Sahih ilmin maddeci obuası mümkün değildir, tüm bilâkis bunun hilâfına, Allah´ı bilmeye yöneltir; kâinatın tahlilinde bir maharet ve basirete ulaştırır. (Bu gerçek) insanları; nihayetsiz kemal sahi­bi, mevcutları ve onlardaki gizli kuvvetleri yaratan, hikmet sahibi ilâhî bir iradeye yöneltir.» Yani, Yüce Allah´a îmânı gerektirir.

Doktor, kimyacı, Paris İlimler Akademisi Üyesi ve Tıp Fakül­tesi Dekanı Wutz, bir yazısında şöyle diyor : «Her ne zaman Al­lah´a îmânımın zayıfladığını hissedersem, hemen Akademiye yöne­lir, îmânımı kuvvetlendirmeye çalışırım.»

ilimler Akademisi Üyesi ve «Âlemlerin Aslı» adlı eserin yaza­rı büyük Astronom Faye´de «İlim sahibini Allah´ın varlığını inkâra götürür sözü, çok büyük bir hatadır.» diyor.

Sorbon Üniversitesi Profesörlerinden meşhur Jeolog Edmond Herbert şöyle diyor : «İlim insanları kat´iyyen küfre ve maddecili­ğe yöneltmediği gibi, şüpheciliğe de ulaştırmaz.»

Ünlü Matematikçi Chushy de; «Benim inançlarım, tevarüsle geçmiş vehimlerin neticesi değildir. Bilâkis derin araştırmalarımın sonucudur.» der.

Tabiat tarihçisi büyük âlim Faber de : «Her devrin delice ar­zuları vardır. Bana göre küfür de delice bir heves olup, zamanımızın hastalığıdır. Benim derimi yüzüp soymak, Allah´a inancımı so­yup ortadan kaldırmaktan daha kolaydır.»

Bunlar, tabiî ve musbet ilimlerde otorite olmuş bazı bilginlerin görüşleridir. Bi? bunları Leon Voty´nin zikrettiği birçok söz arasın­dan seçip çıkardık[46]

Prof. Dr. Andro Cinoyoviy, [47] kendisi sorduğu bir soruyu şöyle cevaplandırır : «İlimlerle meşgul olanların, inkâra yöneldik­lerini duydum. Bu doğru mudur? Ben bu sözün doğru olduğuna inanmıyorum. Tam bunun aksine, okuduğuma ve araştırdığıma göre, ilim sahasında otorite olan insanlar dinsiz değildirler. Fakat bazı insanlar onların anlayışlarım ve sözlerini yanlış değerlendirdiler. Şüp­hesiz dinsizlik, yahut maddecilikten dolayı inkâr, ilim sahibinin dü­şünce, iş ve hayatında uyduğu yola ters düşer. Çünkü o, herhangi bir yapıcı olmadan bir âletin yapılamayacağı prensibine uymak zo­rundadır. Aklını bilmen hakikatlerin aslını bulmak için kullanır, la-boratuvarma girer, ümitleri onu yöneltir, kalbi îmânla dolar. Bir çok ilim adamı, işlerini bilgiyle, insan ve Allah sevgisi ile yürü­türler.» [48]

Dr. Albert Makomp Winsthis [49] ´in şu sözlerini de naklede­lim : «îîimle meşgul olmam, daha öncekine nisbetîe îmânımı çok çok sağlamlaştırdı. Şüphesiz, ilimler insanın kâinatta Allah´ın kud­ret ve celâlini görmeye yardım ediyor, tnsan kendi araştırma sa­hasında yeni bir şey keşfettiği zaman Allah´a îmânı artıyor.» [50]

Lord Cliffen [51]de : «Derin düşündüğünüzde, ilimler sizi Al­lah´ın varlığını kabule mecbur edecektir.» [52] diyor.

Einstein da : «îmân, ilmî araştırmaların en kuvvetli ve en asil-sonuçlarıdır.» [53] der.

Bu sözleri büyük ingiliz Filozofu Francois Bacon´un şu görüş­leri ile bitirelim : «Bazı sathî felsefeler insanı inkâra yaklaştırır. Fakat felsefede derinleştikçe, o insanı dine yöneltir.»

Bu âlimlerin naklettiğimiz sözlerinden anlaşılıyor ki, Allah´a inanmalarının sebebi, ilimleridir.

Halbuki Kur´an-ı Kerîm bu hakikati ondört asır önce ortaya koymuş. Allah´ın yüceliği karşısında korkan kimselerin yalnız âlim­ler olduğunu belirtmiştir. «Kulları içinde Allah´tan ancak âlimler korkar...» [54] Zira âlimler, derin dikkat ve hassasiyet içindeki in­celemeleriyle varlıklardaki, insanı âciz bırakan yaratılışı başkasının göremeyeceği şekilde görür ve değerlendirirler.

Ceza Kur´an alimleri aehâdetine değer vererek : «Allah, me­lekler ve ilim sahipleri de adaleti teyid ederek Allah´tan başka ilâh olmadığına şehâdet ettiler» [55] buyurur. Bu âyetle ilim sahipleri­nin görüşlerine oldukça büyük değer verilmiş oluyor.

Kur´an´ın çok daha önce belirttiği delilleri; ilim, kâinat kitabın­da ortaya koymaya muvaffak oldu. «Bu konuda Kur´an´ın getirdiği ile kâinat kitabının ortaya koyduğu iki kesin delil de ittifak etmiş oldu.»

Batılı müsbet ilim otoritelerinin kitap ve makalelerinden seçe­rek derlediğimiz ve herbiri maddeci inkarcılara susturucu cevap, Yüce Allah´ın Varlığına ve Kudretine açık delil teşkil eden yukar-daki sözlerden sonra, kültürlü Türk okuyucuların kendisini iyi ta­nıdığı bir Türk ilim adamı doktorumuzun sunduğu aşağıdaki değerli ve veciz bilgileri kitabımıza almayı faydalı buluyoruz.[56]

3 — Pozitif İlimden «Gerçek Hakk»´A Varan Fikir İncileri [57]

Son asırlarda hızla ilerleyen ve hâlâ da amansız bir hızla ge­lişmekte olan müsbet ilimler, gerçekten iyi incelenirse; onun veri­lerinde insanı hayrette bırakan bir mutlak şuurun var olduğu dai­ma sezilecektir. Bazılarının zannettikleri gibi, pozitif ilimler «Al­lah» inancını tamamen sarsacak neticeler vermemektedir. Nasıl verebilirler ki; onların, konu olarak ele aldıkları eşyalar, yalnız onun eseridirler. Hiç eser, sahibini inkâr ettirir mi? Yeter ki eseri İnce­lerken aklı selim sahibi, basireti açık, kimseler bulunmuş olsun.

îşte bu gerçeği büyük ingiliz bilgini BACON (1560 -1626) şöy­le ifade eder : «Az ilim bizi Allah´tan uzaklaştırır. Çok ilim ise Al­lah´a yaklaştırır. Felsefî bir mevzu olarak Allah´a inanmakla iktifa etmeli, Allah´ın ne olduğunun takdirini de ilahiyata terketmelidir. İnsan, hayvanlıktan uzaklaşmak için, manevî bir dayanağa muhtaç­tır. Köpek nasıl insanla münasebeti dolayısıyla yükselirse, insan da ulûhiyetle münasebet kurarsa yükselir ve asalet kazanır.»

Şimdi Müsbet ilim Yolu ile Allah´a Giden Fildişi Yoldan Örnekler Verelim :

a) Fizik Yolu ile Allah´ın Varlığına Gidiş :

Yukarıda bahsettiğimiz (Manyetik), aynen atomda da mevcut­tur. Bu suretle hem yukarıdaki bahsi daha iyi açıklamış olmak ve

maddedeki aşkı fennen beyan etmiş bulunmak için, fizikteki örne­ği atomdan alıyorum. Evvelâ atom hakkında biraz malûmat vere­yim : Misâl olarak (Karbon = Kömür «c») atomunu alıyorum. Prensip itibariyle, her atomda olduğu gibi, merkezinde müsbet yük­lü bir çekirdek vardır. Bu çekirdek de (stabil) elektriksiz (nötron) ile (dinamik) elektrikli olan (pozitron)´dan ibarettir. Bu merkez et­rafında, karbonda 12 menfi yüklü (elektron) mevhum mahreklerde hareket halindedir. Bu elektronlar çekirdekten 2000 defa daha kü­çüktür. Atomun küçüklüğünü ifade edecek sayının beyanı oldukça müşküldür. Bir Fransız fizikçisinin söylediği gibi; bir toplu iğne ba­şındaki atomları cımbızla çekmek kabil olsa, 200.000 nüfuslu bir şehrin bütün fertleri ellerine birer cımbız alarak saniyede ikişer tane atmak şartıyla iğnenin başındaki atomları ayıklamaya çalış­salar, iki ay sonunda bu işi başarabilirler. Bu rakamlar neyi ifade ediyor? Yukarıda zikrettiğimiz gibi toplu iğne başı kadar bir kö­mür parçasında bu kadar korkunç sayıda atom var. Bu atomların her biri de, oniki seyyareli bir âlem vasfı taşıyor. İşte bu elektron­lardan birindeki kudret ölçüsü kâinat manzumesi içinde arzm rolü­nü ifade eder. Boş yere kâinatta canlı varlık olacağını tahmin eden astronomlar, acaba sonsuz kudretin bir elektronda dahi milyarlar­ca enerji sembolü olabilecek varlıkları düşündüler mi? Atomların taşıdığı enerji arzm yaratıldığı günden beri güneşten aldığı enerji­nin bir kaç mislidir. Bu küçük cirme rağmen atomların üzerinde mevcut elektronlar kâinatın evvelinden sonuna kadar dönecek kud­reti depo halinde bulunduruyorlar. Allah´ın ol emriyle yaratıldığı saniyede, peşinen aldığı, bu enerji, yok ol emrine kadar devam ede­cektir. Elektronların yorulmaz bir düzenle atom çekirdekleri etra­fında hâlik´ım zikrettiklerini çok açık bir şekilde tasdik etmemiz gerekiyor.

Bütün bu hakikatlerden sonra Allah´ın varlığını açıklayan atomdaki sırra, bir de şu noktadan nüfuz edelim :

Çok mâruf bir tabiat kanunu şu şekilde ifade olunabilir : Na-turel hâdiseler meydana gelirken, daima en kısa ve çabuk yolu ter­cih ederler: Oluş, bu mânânın taşıdığı ve bizim mantığımızdaki kolaylık hududu dahilinde cereyan ediyor. Meselâ, bir menekşe yap-rağındaki endigo maisi terkibindeki maddeyi yaparken, sekiz on tane kimyevi usulden en kolay ve en serisini tercih eder. Nitekim biz laboratuarlarda bu maddeyi çok defa karışık usullerle yapabil liriz. însan hayatiyeti için en önemli hâdise olan teneffüs etme key­fiyeti dahi böyle basit ve kısa yoldan cereyan eder. Biz teneffüsü

(nefesi) alırken, husûsî bir mekanizma ile alırız. Fakat verirken, oto­matik olarak alışın bir neticesi halinde nefes veririz, yâni nefes ver­mek için vücutta ayrı bir mekanizma cereyan etmez. Bu misâlleri an­latmaktan gayemiz şudur : Acaba atom muvazenesini temin eden elektrikî müsavat daha basit bir usulle düzenlenemez miydi? Nite­kim Fiziko - Kimya ve Bio - Kimyada bir takım elektronik muvazene usulleri böyle bir hâdisenin mümkün olabileceğini gösteriyor. Eğer kâinat kör bir tesadüfün eseri olsaydı atomda da böyle daha basit bir elektrik müsavatı sistemine rastlayacaktık. Onun maddede man­tık ufukları Ötesindeki ufaklığı ve bu ufaklık içerisinde namüte­nahi kudret sim bir tek mânâ taşır.

Sahibi Tarafından, Zik­rini Terennüm Etmek Gayesiyle Bu Kadar Muhte­şem Yaratıldı. [58]

b) Naturel Bilgiler Metodu ile Allah´ın Varlığına Gidiş :

Kuru madde kanunlarının dışında her hâdisede şiddetle kendi­ni hissettiren büyük bir kanunun hâkimiyetini belirterek bu haki­kati açıklayacağız.

Bu kanunu Aynştayn (Einstein), son yıllarda garip bir şekilde ifade etti : «Kâinatta her hâdise cazibe kanunlarının teshindedir.» Bunu isbatla : «Kâinatın kör bir kuvvet tarafından idare edildiği» iddiasında bulunan zavallılara, hiç bir mantık ve ilim payı bırakmı­yoruz. Zira bu iddiada bulunanlara göre «Tabiatın yaptığından ha­beri yokmuş!»

Sözlerime, son senelerde vukubulan bir keşifle başlayacağım : 50.000 defa büyütülerek görülen toz zerrelerinin kozmik şua ve gü­neş ışığı altında ihtizaz ettikleri tesbit edilmiştir. Büyük kitleler arasındaki mâruf cazibe kanununun tamamen dışında olan bu hâl bize gösteriyor ki, birbirine tamamen zıt iki unsur olan madde ve enerji arasında dahi gizli, binlerce defa gördüğümüz bu prensip, muhtelif hâdiselerde çeşitli isimlerle az çok tanıtılmıştır. Yıldızlar­dan tutunuz da atoma varıncaya kadar mevcut, bu alâkayı cazibe­ye bağlıyoruz.

Peki, cazibe nedir?

İşte bunun cevabı çok zor. Her ne kadar cazibe riyazi bir ifa­de taşırsa da; enerji ve madde .tezahürleri gibi bir vasıftadır diyemeyiz. Cazibe, enerjinin gizli bîr Özelliği ise, yalnız benzer enerji sistemleri arasında olması icabederdi. Yeni keşif ve tecrübe, -işte bu son ciheti yalanladığı için çok mühimdir. Pek yakın yılların fi­zik kanaatları madde ve enerjiyi birbirinden tamamen ayırmıştır. Hattâ bu ekole göre, bu enerji ve madde müşterek bir cazibeden intikalle hâsıl olur. Bu kanaate göre, cazibeye madde ötesi bir mânâ veriyoruz. Ben, cazibeyi şöyle tarif ediyorum :

«Cazibe maddeden eski, çünkü enerji maddeden yaşlıdır ve onda mevcut bir mânâ cevheridir.» Cazibenin muhtelif şekilde tezahürle­ri de bu tarifi isbat eder. Affinite şimik (kimyevî alâka) manyetik (mıknatısı) sahalar, adeziyon hattâ enerji ve maddedeki atalet hep cazibe diye vasfettiğimiz Allah´ın kudretinden, (bu kudretin ese­rinden) başka bir şey değildir. [59]

c) Kimya Yolu ile Allah´ın Mevcudiyetine Varış :

Kimyanın her zerresi bir hakikat taşırken, misâlimizi, en ba­sit kimya maddesi olan «su»´dan alacağız.

Suya ait iki mühim vasıf vardır İd, kâinatın kör bir şuur tara­fından yaratılması ile izah edilemez. Suyun bu özelliklerinden birin­cisi : Hacim ve kesafetinin hararetle değişme vaziyetine aittir. Bi­liyoruz ki, her madde ve cisim kesafet bakımından hararetle düz orantılı bir değişiklik yapar. Yâni hararet yükseldikçe cismin kesa­feti nisbet dahilinde azalarak hacmi büyür ve aksine hararet düş­tükçe de bir cismin kesafeti çoğalarak hacmi de küçülür. Suda ise, hararet yükseldikçe hacmi küçülür, kesafeti artar Ve hararet düş-dükçe de hacmi büyür. Bu hâdise yalnız bir istisna teşkil etmekle de kalmaz, ayrıca aynı mevzuda ikinci bir mucize taşır. + 4 derece­deki su, kendinden sıcak veya kendinden daha soğuk sulardan daha ağırdır. Eğer yukarıda zikrettiğimiz istisnaî ve mucizevî özellikleri su taşımasaydı, kışın denizler buzla dolar ve bu denizlerin dibinde nebat ve hayvan hayatı olmazdı.

(D. ÖRZ) taraftarlarının saçmaladıkları gibi kâinat ne yaptı­ğım bilmeyen bir kuvvetler topluluğu olsaydı, denizdeki nebatları da düşünmez, hayatı karada olduğu ile iktifa ederdi.

Halbuki Cenab-ı Hak, zevk-i ilâhisi için donattığı bu âlemde o nebatların da bulunmasını arzu etmiş ve suya bu mucizeyi bahşetmistir. Suya ait ikinci mühim özellik : Suyun (iyonize) vasfıdır, lyonizasyon hakkındaki fennî mütalâaları şöyle hülâsa edebiliriz : Normal ahvaldeki bileşik cisimler iki atomun birleşerek meydana getirdikleri (Moleküllerinde) elektrik bakımından mutlak bir sükû­net (Nötral durum) arzederler. tşte biz bu cisimlere biokimya ta­biriyle (câmid cisimler) diyoruz. Halbuki canlı cisimlerin kimyaları bize göstermiştir ki, bir uzvun hayatta olabilmesi için elektrik ba­kımından seyyal manzara arzeden (moleküller) ihtiva etmesi lâzım­dır. Tabiatta bu hâdise şöyle olur : Su içinde, yukarıda zikrettiği­miz câmid cisimler molekülleri arasında muvakkat bir çözülme gös­tererek, elektrik bakımından canlı hale inkılâp ederler. Meselâ tuz molekülü sodyum ve klor atomlarının meydana getirdiği câmid bîr madde iken, suya atıldığı zaman bu atomlar yeniden bir gevşeme ve elektrikiyet manzarası arzeder. Ve o zaman canlı olabilir. îyon mes´elesine ait araştırmalar göstermiştir ki, bu cansız molekülleri canlı ve aktif bir şekle sokan madde «su»dur. Halbuki, su, kimyevî olarak tam bir câmiddir. Çünkü hidrojen ve oksijen gibi birbirleri­ne çok muhteris atomların doymuş halinde birleşmesinden husule gelmiş, kimyevî tâbirle bir nevi doymuş birleşik bir cisimdir. Nor­mal ahvâlde suyun oksijeninin aktif bir hâle konulabilmesi fevka­lâde zor olduğu halde, nasıl oluyor da diğer cisimleri elektrik bakı­mından aktif hale sevkedebiliyor ? Neden her cisim suda iyonize ol­duğu halde, su iyonize olamıyor? İşte bu sual kimyanın normal pren­sipleri ile cevaplandınlamaz. Eğer tabiatı meydana getiren kudret şuursuz olsaydı, suya bu iki mühim hassayı şüphesiz ki bu özellik­le vermiyecekti. O zaman dünya, yıldız ışıklarının banyosuna mah­sus yüzme havuzundan başka bir şey olmayacaktı.

Suyun mucizesine ait şu üçüncü vakıayı da zikretmek isterim :

Bugün arzın (Atmosfer havayı nesimisi)´nden daha dışarda hidrojen ve arza hemen yakın bölgede oksijen vardır. Bütün garp ilim adam­larının kabul ettiği dünyanın yaradılış nazariyesine göre mezkûı iki gazda, arzda enerjinin birikimi anında Mendelyef in sırasınca te­şekkül etmiştir. Oksijen ile hidrojenin birbirlerine fevkalâde muh­teris oldukları malûmken, nasıl olur da hidrojen bu oksijen taba­kasını rahat rahat geçer ve onun üzerinde sakin olarak arzı, se­mavî tehlikelere karşı korumak üzere toplanır. Oksijen nasıl olur da arzın o patlama zamanında bu en samimî arkadaşından, binlerce sene sonra yer üzerinde meydana gelecek canlılara hayat ver­mek gayesiyle Vazgeçebilir?

Eğer Yine Kâinatı Meydana Getiren Kudret İs­tikbale Göre Onlara Nizam Vermemiş Olsaydı, Ta Arzın O İlk Ana Baba Gününde Hepsinden Suyu Mey­dana Getirmiş Olsaydı, Oksijen Ve Hidrojen Kal­mazdı Ve Arz Semada Deli Taş Gibi Döner Durur­du.[60]

Bütün bu hâdiseler karşısında Rabbülâlemin olan Allah´ın adı­nı zikirden başka söylenecek söz yoktur.

Patoloji İlmi ile Allah´ın Varlığını tsbat :

Madde ilimlerinin en müşahhası olan patolojik (Teşrih-i Mara­zı)´nin baş dümencilerinden Şivartz, Allah hakkında kendisine so­rulan bir suali şöyle açıkladı : «Ben maddeci hocalar yanında ça­lıştığım günden beri uzun müddet Allah fikrinden kaçtım. Fakat o beni bırakmadı. Yine yakaladı, kanser hakkındaki koordinasyon hâ­disesi, bana ikrar zevkini verdi.»

Kanser hücresinin normal hücreden farklı, diğer hücrelerle olan müşterek yaşama hassasını kaybetmesidir. Buna tıp lisanında, koor­dinasyon bozukluğu denir. Normal ahvalde hücreler birlikte yaşamak mecburiyetini hissettikleri nesiçlerde, madde ile tarif edilemeyen, bir ahenk bütünlüğü arzederler. Şöyle ki : Kan damarlarından gıda sel gibi aksa da, damar iç cidar hücreleri kendi paylarına tesbit edi­len gıdadan fazlasını emme selâhiyetini hâiz değildirler. Bizatihi kan içinde yaşayan hücreler dahi evvelce tesbit edilen gıdadan faz­lasını alamazlar. Eğer böyle olsaydı, ayak parmağındaki hücre, gı­dasızlıktan hayatiyetini kaybederdi. Bu ahenk o kadar muntazam-dır ki, kansız bir insanla bütün hücreler aynı gıda fakirliğine ka­naat mecburiyetindedirler. Bu ahlâk bütünlüğü ifade eden, ayarla­manın hormonların tesiri ile yapıldığı iddia ediliyorsa da, hayatiye­tin ana maddesi olan bu girift ahengin sebebini Biokimya usullerle çözmeye imkân yoktur. Koordinasyon bütünlüğü deyip geçiyoruz. İşte hücreler bu koordinasyon bütünlüğüne itaat etmez ve kendisi­ne hasredilenden fazlasını isterse, o zaman kanser hücresi meydana gelmiş oluyor. Tıbbın en korkunç hastalığı olan kanser hücresinin normal hücrelerden farkı, verilenle değil de isteyiş şekliyle gıda-lanmasından ibarettir. Modern nazariyelere nazaran, bu kabil ahenk bozucu hücreler vücutta husule gelir gelmez, vücut bilmediğimiz bit metodla bu hücreleri derhal öldürür. Yani hepimiz bilmeden bir çok defa böyle kanser tehlikeleri" atlatmışızdır. Şivartz´m tâbirince bu müşterek yaşama ahengi bütün canlılar hattâ cansızlar âleminin en temel kanunudur. Bu ahenk hücrede, nebatta, insanlar arasında, atomlar arasında, hep mevcuttur. Ve doğrudan doğruya Allah´ın bir tecellisidir. Allah´a has bir vasıftır. Yâni, eğer kâinatı Cenab-ı Hak yaratmamış olsaydı* hücre teşekkülüne kadar hâdiseler kendi başına olsa bile, bu andan itibaren insan ve uzuv teşekkülü bahis mevzuu olmayacak ve bu hücreler kanser urları halinde, üremeyen kesik varlıklar meydana getirecekti. Bu dejenere vaziyet bulunma­dığı ve çok şükür olmayacağı tahakkuk ettiğinden, bu tatlı ahenk mevcut olduğuna göre, kâinatın yaratıcısı her şeyi mutlak bilen, herşeye kaadir olan, bütün canlıların rızıklarını veren ALLAH-U TEÂL´dır. [61]

e- Anatomi timi ile Allah´ın Varlığı Mes´elesi

Tıbbın temel mütefekkirlerinden büyük âlim Clod Bernar, kalb üzerinde ilk laboratuar tecrübelerini yaptığı zaman, taşıdığı cins kafanın hassasiyetine uygun olarak demiştir ki : «Kalb hakkında bildiğimiz çok noksan ve kabadır. Halbuki onun bünyesinde en ince his ve idrâk melekelerimize mahfazaîık ettiğini gösterecek kadar ince ve girift bir mimarî vardır.»

Tıp âleminde yepyeni bir ufuk açan bu ilim adamından önce tababet; senelerce kalbi, basit bir et yığınından ve maddî fonksi­yona memur mekanizmadan ibaret sandı. Bugün ise ilim, kalbin bir kelebek kanadı üzerine nakşedilmiş sırlarını ruhî hâdiselere merkez telâkki edecek derecede, ileriye gitmiş bulunuyor. Tıp bu gidişi ile kalbin mahrem iklimlerine doğru daima yeni bir adım atmakta­dır [62] İşte bu mahremiyetlerden biri de, kalbin maddesinde; ya­ratıcısının imzasını taşıyan riyazî bir hakikatin mevcudiyetini izah ve isbat edeceğiz. Şematik şekilde göreceğiniz gibi, insan kalbinin sol avrukula ismi verilen sol yukarı ucunda Kuran harfleri ile aynen ve çizgisi çizgisine "Allah" ism-i celâlini gösteren açık bir yazı; vardır. Avuç içindeki sabit ve ana çizgilere benzeyen bu teşekkül Mü´min - kâfir, her insanın kalbinde mevcut, ağız, burun gibi kat´î bir vakıadır. Her hangi bir ölünün kalbi açılıp da, kalbe bu nokta­sından normal gerginliği verildiği takdirde, fotoğrafla tesbit edile­cek şekilde bu anatomik vakıayı görmemiz mümkündür. Bu çizgi taazzuvunun açık şekilde Allah yazısı, Almanca Zobota Atlası´nda, kalb bahsinde aynen görülmesi mümkündür. Teknik imkânlar bula­madığımız için bu bahse ait güzel fotoğraflar sunamamış bulunu­yoruz. Evvelce bir makale halinde neşrettiğimiz bir mecmuada böy-. le bir fotoğraf vermiştik. Kitap baskısında yanlış tefsirlere yol aça­cak bir fotoğraf vermektense, okuyucuların arzu ettikleri takdirde şematik resmimizdeki resmi Zoboto Atlasının ikinci cildinde riyazi bir Alman realizmasıyla rötuşsuz olarak insan kalbi ifadesinin en açık anatomik resminde bu hakikati te´kit etmelerini daha uygun bulduk. Bütün renkli anatomi atlaslarının kalbin bu yüzüne ait fo­toğrafları tetkik edilirse, hepsinde de aynı teşrihi çizgileri görmek mümkündür.

Koskoca kâinat muammasını, her türlü tesir edici ve son illet (sebsp) ihtiyacından uzak bir tesadüf (kendi kendine) oluş ile iza­ha çalışan maddecinin teşhisimize dudak bükerek alayını seziyoruz. Onlara, kendileri de dahil her ölünün kalbini göstermekten başka yapacağımız mukabele yoktur. Bu tesbitimizi müsbet ilimlerin, apa­çık uzviyet ifadesine bağlı, sırrî bir tecellî olarak kabul ediyoruz. Şüphesiz ki herkesin inanması veya inanmamasıyla değerini kay­betmez. [63]

f) Fizyopatoloji timi Yolile Allah´ın Varlığını tsbat :

Bu branşta da vücudun anormal şartlar altında hayatım koru­mak için aldığı ince sanat dolu tedbirleri inceleyelim Bu mevzu-daki ince oluş mimarisi bize, daha ötelerden Allah´ın hücreye nak­şettiği ALÎM şuuru ikrar ettirecektir. Evvelâ, bir mikropla vücut arasındaki mücadeleyi takip edelim. Bir mikrop, meselâ elimizin açık yarasından (Porte-antre) vücuda girerse; evvelâ o mıntıka­dan neşrettiği kimyevî maddelerden haber alma kaabiliyetinde olan beyaz kan hücrelerinin taarruzuna uğrar. Bu ilk muharebe cereyan ederken, elin birinci derecede karakol merkezi olan koltuk altında ihtiyatî tedbirler alınır : Vücudun bütün askerleri muharebe düze­nine sokulur, ilk çarpışmanın neticesi %90´a yakın vücut lehine ce­reyan eder. İlk çarpışma, mikrobun lehine dönerse, o zaman mik­rop saatte 17 milyon gibi korkunç bir rakam halinde çoğalarak kana geçer, Hk karakol veya koltuk altı tehlikeyi önleyemezse, o zaman vücut umumî seferberlik ilân eder. Şimdi bu büyük kurmayca tab-yeyi takip edelim. Misâl olarak hummadaki vücut-mikrop savaşını anlatalım : Humma âmili vücuda girdikten sonra vücut seferberli­ğini tamamlar ve onun işaretçisi ateş yükselir. Vücutta müdafaa, maddelerinin yapılması cihetinden enteresan vakıa da bazı kerre bir insanın evvelce hiç karşılaşmamış olduğu mikroplara karşı mü­dafaa maddelerinin bulunuşu keyfiyeti olur. Bu olay kısmen irsen ve çocukların ana rahminde iken kan yoluyla bu kimyevî madde­leri almaları şeklinde izah edilmiş ise de, bazı vakalarda bu izaha sığmayan durumlar görülmüştür. Bizzat maddeciler bile bu hari­kayı (neslin idamesi yolunda iç müdafaalar)´la izah etmek mecbu­riyetinde kalmışlardır.

Tabiatta onların kabul ettikleri kör kuvvet, meydana gelen nesli, on sene sonra karşılaşacağı mikroba karşı müdafaa maddeleri ile mücehhez yaratmış öyle mi? İnsan hakka teslim olmayınca işte böyle saçmalar.

Yarattığı namütenahi küçükler âleminin askerleri ile en ideal varlık olan insanı, Allah tam bir yaratıcılık adaleti içinde zekâ ve beşerin ulaşamıyacağı kimya formüllerine karşı mücadele ettirir­ken bizlere de şu açık ilânı irad etmiyor mu? SİK insanlar hayatı­nızın devamı süresince zekânızın hiç bir zaman erişemiyeceği geniş (Biyokimya) metod ve kanunları ile sağlığınız konmuyor. Her dâ­vayı halletmeye kalkışan kafanız, dünyanın en muhteşem laboratua­rı olan karaciğerimizin yaptığı işleri tam manâsıyla kavrayamaz-ken ve muazzam laboratuarlarımız da onun yaptıklarından bir ta­nesini olsun, bir saniye bile idamede âcizken, nasıl olur da beni d-râk edemez ve bulamayınca da inkâra kalkışırsınız?

Ey Allah´a inanmayan adam!... Sen imansızlığına zırh tuttu­ğun bir avuç bilgi ile şuurlusun da, idrâkinde âciz olduğun mucize­ler taşıyan karaciğerin yapıcısı mı şuursuz?[64]

Bir Türk Tıp uzmanı ve Müsbet ilim bilgininin bu dikkate de­ğer ilmî makalesinden sonra; John Clover MONSMA´mn yukarda adı geçen kitabının türkçe tercemesinden seçtiğimiz iki ilmî maka­leyi iktibas ederek ve Amerika´nın 3. Feza adamı John GLEEN´in tarihî sözlerini naklederek bu bölüme son vereceğiz.[65]

İlimler Allah´a Îmânımı Daha Çok Kuvvetlendiriyor [66]

Prof. Dr. Albert Macop Winsthis

(Moleküler Biyoloji Mütehassısı)

«Acaba ilimle iştigal etmeyen diğer kimseler gibi ilim adamla­rının da Allah´ın varlığına inanması ve onun kudsiyetini kabul et­mesi normal midir?

ilmî buluşlar arasında insanın çok yüce bir yaratıcının gücüne inancını azaltabilecek keşifler de yer almakta mıdır?

İşte zaman zaman ilim adamlarının birçok sahalarda bazı din yorumcularının yorumlarına ters düşen gerçekleri açığa çıkardıkla­rını zannedenlerin kafalarında dolaşan sorulardan birisi budur.

Ben Üniversitede okurken ilim felsefesi branşını seçmiştim. Ve ilimler üzerinde tahsil yapacaktım. Yukardakilere benzer bir örnek geçmişti başımdan. Halalarımdan birisinin beni yanına alarak ilim­ler felsefesi tahsiline devam etmekten vazgeçirmek için ne kadar ça­lıştığını çok iyi hatırlarım. Çünkü ona göre ilimler felsefesi üze­rindeki çalışmalarım, benim Allah´a olan îmânımı, yıkacaktı. Bir­çokları gibi o da, ilimle dinin birbiriyle çarpışan iki kuvvet olduğu­nu ve bir kişinin gönlünde ikisinin birlikte yer edemeyeceğini ka­bul ediyordu. [67]

Ben değişik bilim dallarında çalışma yapmış ve uzun yıllarını hu yola vermiş birisi olarak ilim dünyasında Allah´a îmânımı sar-sacak hiçbir şeyle karşılaşmadığımı bütün kalbî samimiyetimle ifa­de ederim, timi çalışmalar benim Allah´a îmânımı sarsacağına bilâ­kis daha da kuvvetlendirdi. Ve eskisinden çok daha sağlam ve me­tin hale getirdi.

Şüphesiz ki ilim, insanın, Allah´ın kudret ve azametini daha fazla görmesine yardım etmektedir, insanoğlu kendi etüd ve çalış­ma sahasında yeni bir şey keşfettikçe Allah´a karşı îmânı da faz-lalaşır...» «Nasıl ki müsbet ilim tıp dünyasında eskiden geçerli olan hacemat ve benzeri metodlan kaldırarak, teşhis ve tedavi gibi yeni metodlar getirmişse, modern ilmin diğer dallan da, insanın Al­lah ile olan münasebetleri konusunda birçok sapık inançları değiş­tirerek sağlam esaslar getirmiştir...» «Biz bu gerçekleri bildik diye Allah´a îmânımız sarsılacak değil, bilâkis ne kadar ilmimiz artar­sa, onun yarattığı mahlûkatı ne kadar iyi bilirsek, îmânımız da o derece artacaktır.»

«İnsanoğlu herhangi bir san´atkâraı elinden çıkan san´at eseri­ni o san´at eserini meydana getiren san´atkârla ilgili birtakım bil­gilere sahip olmadan inceleyip anlayamaz. Aynı şekilde biz, kâina-tm esrarı ve yeryüzünde yaşayan varlıkların -bilinmez yanları ko­nusunda derin bilgiler elde ettikçe, onları yoktan varedip yaratan varlığın, yani Allah´ın kudret ve azametini daha çok anlayabiliriz. Ben canlı organizmayı konu edinen geniş bir ilim dalı olan «Mole-küler Biyoloji» üzerinde çalıştım. Ve gördüm ki, bu kâinatta Al­lah´ın yarattığı nesneler içerisinde canlı varlıklardan daha üstün bir yaratık mevcut değildir.

Yürüdüğünüz bir patika yolun kenarında kendiliğinden bitmiş bir yoncaya bakınız. İnsan elinin mamulü olan sayısız ve harikula­de yapılmış şeylerden hiç birisi onun kadar güzel ve onun kadar alımlı olabilir mi? İşte gördüğünüz o küçücük yonca canlı bir fab­rikadır. Gece gündüz durmadan çalışır. Mütemadiyen binlerce kim­yevî ve fizikî reaksiyonlar cereyan eder içinde. Protoplazmamn buy­ruğu altında neler olmaz neler. Protoplazma, bütün canlı varlıkla­rın birleşiminde bulunan ana maddenin adıdır.

Peki bu akıllan durduracak karmakarışıklıktaki canlı makine nereden gelmiştir? Onu Yüce Allah yalnız yaratmakla kalmamış, yaşamasını sağlamış, varlığını korumasını temin etmiş, nesilden ne-sile bütün kendi türünün özelliklerini ve hususiyetlerini devam ettirmesini takdir buyurmuş ve böylelikle bizim onu diğer bitkiler

den ayırmamıza yardımcı olmuştur.

Biyolojinin inceleme konuları arasında en büyük yeri; cai varlıkların üremesi konusu işgal eder. Bu husus Allah´ın kudretinin en belirgin şekilde ortaya çıktığı alanlardan birisidir. Bir koca bit­kinin üreyeceği bir hücre o derece küçük varlıktır ki, ancak binler­ce defa büyülten mikroskoplar kullanılarak onu gözlemek mümkün olur. Ama ne gariptir ki o koca bitkinin bütün özellikleri, damar­ları, kabuğu, dah, budağı, kökü ve yaprağı, hacimleri son derece küçük mühendislerin gözetimi altında sonsuz bir dikkat ve itina ile inşa edilmektedir. Bu küçücük mühendisler, bitkinin meydana gel­diği hücrenin içinde yaşarlar. İşte bu dikkatli mühendisler toplu­luğunun adına «kromozomlar» diyoruz. Bu son derece küçük yapı­daki mühendisler, çok nadir zamanlarda bu küçücük hücrelerin üret­tikleri bitkinin özelliklerini değiştirebilirler...»

«Bugün bilginler son derece önemil yeni bir keşfin eşiğinde bu­lunuyorlar. Bu keşif, laboratuarlarda ve deney tüpünde canlı varlık meydana getirmektir. Laboratuarlarda yaşayan bir varlık meyda­na getirme imkânı, ancak bugün elde edilmiş bulunuyor. Fakat bu meydana geliş ameliyesi, son derece basit ilkel ve eksikliklerle dola bir canlı türünün oluşmasından ibarettir. «Des oksiribo nitriklorik asit» adı verilen (DNA) madde belirli nisbette kimyevî maddelerin karışımıyla elde edilmiş bulunmaktadır. DNA bundan Önce ancak canlı hücrelerin içinde elde edilebilmekteydi. Halbuki bugün labora­tuarda elde etmek mümkün olmflştur. DNA kısa formülüyle ifade edilen bu madde, nesiller boyu genetik özellikleri taşıyan ve bileşi­mindeki bütün canlılara kendi damgasını vurarak verasetin geçi­şini sağlayan ana hayat maddesidir.

Ayrıca bazı canlı hücrelerin protopiazm alarmdaki DNA´lann alınarak başka türlerin protoplazmalarına koymak mümkün olmuş­tur. Bu ise, aşılanan maddenin genetik özelliklerinin tamamen fark­lı bir şekilde ortaya çıkmasına sebep olmaktadır.

Biz insanların laboratuarda hazırladıkları DNA asitlerinin canlı hücrelerindeki protoplazmalara aşılanmaları halinde nasıl bir reak­siyonla karşılanacağını bilmiyoruz. Canlı hücre bu asitleri emecek mi, bileşimine kabul edip intibak edecek mi, yoksa tabiî organik maddelerde meydana gelen reaksiyonların aynısı burada da mı mey­dana gelecek? Şu ana kadar bu sualin cevabını verebilmiş deği-

İte [68] Bu güne kadar bu alanda sarfedilen çabalar kaderin eline bağlı bulunmaktadır. Bazı bilginler deney tüplerinde canlı varlıkla­rın meydana getirilebileceğini imkânsız olarak kabul etmekte ve bu çabalar başarılı dahi olsa, kuşkularını belirtmektedirler [69] Peki böyle bir başarı bizim Allah´a karşı îmânımızı sarsabilecek midir? Hayır. Ancak sathî bir inançla Allah´a inanmış olanların îmânım sarsabilir. Ama derin bir düşünce ve tefekkürle inananları kat´iy-yen sarsmaz. Çünkü böyle bir ameliye Yüce Allah´ın yoktan vare-derek meydana getirdiği varlıkların derinliğini anlama bakımından bir yeni adımdan öte birşey olmaz. İnsanların omuz omuza verip keşfetmek için asırlarca çaba sarfettiği varlıkların ilk ve ana mad­desini yoktan vareden yine O´dur.

Şu halde Allah´a îmânımızı kuvvetlendirmek istiyorsak, haki-katları daha çok derinliğine inceleyelim ve gerçeği bütün derinliğiy-le kavramaya çalışalım...»[70]

5 - Balttmtjre Kuşları Ve Çiçekler [71]

Prof. Dr. Cecîl Hanıar - Biyolog

îlim âleminde gözümü nereye çevirsem, yücelerin yücesi bir yaratıcının varlığını gösteren eşi bulunmaz kanun ve nizamlar gör­düm. Fevkalâde üstün yaratılış numunelerine şahit oldum.

Güneşli bir günde ağaçlı bir yolda yürü ve çiçeklerin yapısın­daki eşsiz güzelliği düşün bir an. Kuşların sesine kulak-ver. Ağaç­ların garip yaratılışlarına gözünü dik... Acaba yığınlarca böcekle­ri kendine çeken ve böyleye yeni bir aşılanmayı ve ertesi yıla daha çok mahsul almayı sağlayan o çiçeklerdeki eşsiz tat kendiliğinden meydana gelmiş olabilir mi? Çok küçük aşılayıcı tozların bir çiçe­ğin dişi organına düşmesi veya yumurtacığına girmesi ve böylelikle aşılanma işleminin tamamlanıp tohumun meydana gelmesi tesadü­fen olabilir mi hiç? Mantıkî değil midir ki; bizim farkına varmadı­ğımız bir kudret´in herşeyi düzenleyip bir nizama soktuğunu ve he­nüz başlangıcında bulunduğumuz bir yolun kanunlarını tanzim et­tiğini kabul edelim. Ve Allah´ın varlığına inanalım. Mümkün değil midir ki; bir kuş yalnız alışık olduğu için değil, bizim onun sesine hayran olduğumuz ve Cenab-ı Allah´ın onun ötmesini istediği için ötmüş olsun?

Yeryüzünde her gün sayısız kuşlar öter. Ve yaratanına karşı sayısız medh´ü senalar yaparlar! Ama bizim kısır ve yetersiz ku­laklarımız duymaz onları... Yer yüzünde Allah´ın sayısız lutuflan ve ihsanları var kullarının üzerinde ama insanoğlunun kapalı gözlerini açıp onları görmesini bekliyor hepsi. Baltimure Kuşu´nun yuvasını kim yapıyor?

Kim öğretmiş bu kuşa bu üstün yuva yapma san´atmı ?

Neden benziyor bu kuşların yaptığı yuvaların hepsi birbirine?

içgüdü mü diyeceksin? Belki. Böyle demekle sorudan kurtul­mak mümkün ama, verilen cevap eksiktir elbette... Çünkü içgüdü dediğimiz şey nedir? Bazıları derler ki; canlıların öğrenme yoluyla değil de, doğuştan edindikleri bilgiler... Halbuki buna Allah´ın can­lı varlıklara verdiği kuvvet ve kudret desek daha mantıklı davran­mış olmaz mıyız? Cenab-ı Allah´ın bu varlıkları belirli kanunlara göre yarattığını ve bizim bu kanunların mahiyetini henüz tama­mıyla öğrenmemiş olduğumuzu kabul etsek, daha makul olmaz mı?

Evet ben de inanıyorum Allah´ın varlığına. O´nun bu kâinatı ratıp koruduğunu ve herşeye gücünün yettiğini kabul ediyorum. Yalnız bu kadar da değil. İnsan denilen yaratığın bütün zerreleri­ni, O´nun sonsuz bir dikkatle koruduğunu da kabul ediyorum.

Bu köklü inançlarım, kalbimi dolduran bu derin duygular, yal­nızca Amerika´nın katolik kültürünün mahsulü değil. Bu kültürün yanı sıra, ilmî tecrübelerimin ve müşahedelerimin de katkısı var. Kâinatta gördüğüm akılları durdurucu gerçeklerin şuuruma, hisle­rime ve kendi iç dünyama yaptıkları rolü büyüktür.

insanoğlu gözünü nereye çevirirse çevirsin, yığınlarca cevaplan-dıramıyacağı sorularla karşılaşır. Bu sorulara cevap vermek için çırpınıp dururken sayısız tahminler yapar, hayâller kurar. Sonra onların birçoğundan vazgeçer veya büsbütün değiştirir. Daha soru­lan sorunun cevabını vermeden söylediği sözleri değiştirmek sorun­da kalır. Kâinatla .ilgili ne kadar soruların cevabını bulmuştur in­sanoğlu? Ve daha nicelerini bulacaktır, yıllarından yıllar eskidikçe? Ama ne yazık ki, insanoğlu bilgisinin artmasıyla Allah ile alâkalı bilgisi de artmamış, bilâkis insan kâinatın sırlarından birisini ya­kaladığını hissettikçe, bu yakaladığı bilgi kırıntısı, onun Allah´ın varlığı ile ilgili düşüncesini zayıflatmış ve böyle bir ihtiyacın lüzu­munu azaltmıştır. Halbuki insanlık için bulunan bu gerçekler, gö­rünen kâinatın ötesinde herşeyi yöneten yüce bir tanrının varlığını kabul etmenin apaçık delilleri olmak gerekirdi.

Biz bu laboratuara girip mikroskobun altına koyduğumuz bir damla kültürlü suyu incelediğimiz zaman da, o suyun içerisinde müdhiş bir hâdiseyle karşılaşırız. Gördüğümüz bir âlemdir sanki.

Yavaş yavaş bir amip kımıldanır durur suyun içinde. Küçük bir var­lığın etrafına doğru hareket ettiğini ve onu organlarıyla sardığını görürüz. Bir de bakarsınız ki, organları içerisine giren bu canlı ami-pin çok ince vücudu içerisinde emilip hazmediliyor. Dahası var; bu emilen canlının artıklarının amipin organlarından çıkışım da gözet­leyebiliriz. Sonra bir süre daha bu canlı varlığı gözetlediğimiz za­man onun nasıl ikiye bölündüğünü ve ikiye bölünen bu hayvanın yeni bir canlı meydana getirdiğini müşahede ederiz. Amip, tek hüc­reli bir canlıdır. Diğer büyük varlıkların binlerce, hatta milyonlar­ca hücreyle yapabildikleri biyolojik vazifeleri, o tek bir hücreyle becerir. Şüphesiz ki son derece küçük olan bu garip hayvanın yapı­labilmesi için tesadüfün ötesinde çok büyük şeylere ihtiyaç vardır.

Doğruyu söylemek gerekirse, biyokimya ile uğraşan bilginler, hayat fenomeninin esrarını, Ümî etüdlerin hiçbir alanda keşfedeme­dikleri kadar inceliğine ve derinliğine keşfetmişlerdir. Bir takım kim­seler, midenin hazım ameliyesine, sonra hazmedilen şeylerin organ­lar tarafından emilmesindeki gizli faaliyetlere bakarak bunu kutsal yaratıcının varlığına delil gösteriyorlardı. Ama günümüzde bu ameli­yelerin nasıl meydana geldiği açıklanabilmiş ve bu organların yap­tıkları kimyasal reaksiyonlar öğrenilmiş ve her reaksiyondan son­ra gerçekleşen asit teşekkülü anlaşılabilmiştir. Bütün bunlar aca­ba bu feromenlerin Allah´ın varlığına delâlet eden bir yanının kal­madığına mı delildir? Bir an için öyle kabul edecek olsak bile, bunca reaksiyonların teşekkülünü plânlayan kimdir? Hücre içinde­ki bunca enzimlerin o derece muhkem, ince ve sağlam bir şekilde cereyanını kim temin etmektedir? Organizmadaki sayısız reaksiyon­ları ve iç içe cereyan eden hadiseleri gösteren grafiklerden herhan­gi birisine bakıldığı zaman insanın bu ameliyelerin tesadüf yoluyla kat´iyyen gerçekleşemiyeceğme inanıp kabul etmesi için kâfidir. Öyle tahmin ediyorum ki, biyokimya ilmi, Allah´ın kâinata koyduğu ve hayatı yaratırken câri kıldığı kanunun, başka hiçbir alanda bura­daki kadar açık ve seçik görüldüğünü gösteremez.

Gözümüzü gökyüzüne diktiğimizde üstümüzdeki boşlukta gör­düğümüz yığınlarca yıldızlar ve gezegenler hayretimizi çeker. Ge­celer geceleri kovalamasına, mevsimler mevsimlerden sonra gelme­sine, yılların yılları izlemesine, asırların ve nesillerin geçmesine rağmen bir parmak ucu kadar şaşmayan bu ince nizamı takip eden­ler hayretler içerisinde kalırlar. Bütün gökcisimleri eşsiz bir yörün­gede ve düzen içerisinde dönüp durmaktadırlar. Buradaki düzene bakarak yıllarca önce meydana gelecek bir güneş veya ay tutul-

masını haber verebiliri^ Butun bunlara rağmen, hangi akıllı kalkıp da, bu yıldızların ve gökcisimlerinin bu korkunç fezaya başıboş sav­rulmuş madde yığınlarının tesadüfen birleşmesinden meydana gele­bileceğini iddia edebilir? Eğer bu varlıkların değişmez bir nizamı ve takip etmek zorunda oldukları belirli bir kanunu olmasaydı; in­sanoğlu onlara güvenerek okyanuslara açılabilir, denizlere dalabilir iniydi? Onlara dayanarak göğün boşluğundaki uçaklar atmosfer ta­bakası içerisinde yol alabilir miydi? Allah´ın varlığım kabul etme­yen birçok kişiler vardır ki, yine de bu gökcisimlerinin özel kanun­lara tâbi olduğunu, belirli bir düzeni takip ettiğini ve gökten düşer gibi kendiliğinden düşmüş, oldum olasıya meydana gelmiş bir şey olmadığını kabul ederler.

Hakikaten bir mikroskobun altında gördüğümüz bir damla kirli sudan tutun da, büyük çaplı teleskoplarla seyrettiğimiz yıldızlara ve gökcisimlerine kadar bütün kâinatta hâkim olan bu eşsiz niza­mı ve son derece ince kanun ve prensipleri kavramak, insanoğlu­nun vüs´atının dışındadır. Eğer insanlık keşfedilip anlaşılması ge­reken kanunların tabiî âleme hâkim olduğunu kabul etmeseydi, on­ları araştırmak için yıllarını heba etmezdi, tşte tabiat nizamındaki ahengi ifade eden bu inanç ve güvenç ile yola çikılmamış olsaydı, yapılan çalışmaların hepsi verimsiz, lüzumsuz boş bir çalışma ol­manın ötesine geçemezdi. Eğer tabiatta her tecrübe bir diğerine mu­halif sonuçlar verecek olsaydı, yahut ta, genel geçerli kanunlar ye­rine içinde yaşadığımız âleme tesadüf hâkim olsaydı, insanoğlu il­min hangi dalında ilerleme kaydedebilirdi? Ama bu kanonların var­lığı ve kabulüyle ilim yol alabilmiştir. İşte bütün bu kanunların öte­sinde yücelerin yücesi bir yaratıcı vardır. Bunca kanun ve nizamın gerisinde çok , daha üstün bir yaratıcı ve plânlayıeınm bulunma­ması ihtimalini akıl kabul etmez. İnsanoğlu ne zaman yeni bir ka­nunla karşılaşırsa, duyacağı ses sadece «Beni yaratan Allah´tır İn­sanoğlu sadece Allah´ın yarattığı beni, keşf edebilmektedir.» sedala­rıdır.

Şüphesiz ki Allah´ın varlığı, benim günlük hayatımda hiç şüp­he etmediğim ilmî gerçeklerden çok daha büyük bir gerçektir. Biz

her ne kadar yıldızların yörüngelerini tâyin ediyor, şekillerini an­layabiliyor veya amipi bir mikroskop denilen camdan mamul âletin altında inceleyebiliyorsak da, Allah´ın varlığıyla ilgili elle dokuna­bilir ve maddî cinsten birşey ortaya koyamıyoruz. Ama insanoğlu O´na şahsen yönelmedikçe ve kendini vermedikçe kat´iyyen O´nu an­layıp kavrayamaz. Bir kişi mikroskobun başına geçip inceleyeceği

canlıyı gözleme tabi tutmazsa amipin yaşantısını göremez ve o za­man böyle bir varlığın bulunmadığı konusunda münakaşalara giri­şir ve uzun uzadıya tartışmalar yapar. Fakat mikroskoba kendini verip, amip denilen canlıyı mikroskobun altında görürse, dayandığı bütün inkâr delilleri kendiliğinden yıkılır gider. Allah´ın varlığıyla ilgili durum da böyledir. İnsanoğlu Allah konusunda U2un uzun tar­tışmalara girişebilir. Ama kendini O´na verip O´nu kavramaya ça­lıştığı zaman dayandığı bütün inkâr delilleri yıkılır ve O´nun varlı­ğını kabulden başka yapacağı birşey kalmaz. Şu kadar var ki; bu­radaki deney tamamen kişiseldir, insan başını kaldırmayı ve, ken­dini Allah´a vermeyi reddettiği müddetçe, mânâsız münakaşaları ve tartışmaları uzayıp gidecektir. Allah´ın nuru, ancak O´nu arayanla­rın kalbine doğar.

Evet ben bu kâinatın ve benim Rabbtm olan Allah´a kesin ola­rak inanıyorum. Hem kendi dünyamda, hem de etrafımı saran âlem­de bütünüyle O´nu görüyor ve biliyorum.[72]

6- Amerika´nın 3. Feza Adamı John Gueen Anlatıyor [73]

Feza çalışmalarında vazife aldığım zaman bana verdikleri şey­lerden biri de, feza (uzay) hakkında bir yığın bilgi ihtiva eden bir broşür idi. Bu broşürde fezanın büyüklüğünü anlatan iki paragraf bilhassa dikkatimi çekti.

Bu paragraflarda anlatılanı anlamak için, önce, bir ışık sene­sinin ne olduğunu bilmek gerekiyordu. Bilindiği gibi, ışık, saniye­de 300.000 bin km. kateder. Bu demektir ki, bir saniyede dünyanın etrafını yedi defa döner. Şimdi bir ışık zerreciğinin bir yıl düz yol aldığını düşünelim. Yolun uzunluğu, dokuzbuçuk milyonun milyon defa çarpımına eşittir.

Bu broşürün kâinatımızın boyutları hakkında söylediklerine bir göz atalım : Bizim galaksimizin çapı, aşağı yukarı yüzbin ışıh senesi kadardır. Güneş, bu galaksinin merkezine 30 bin ışık yılı uzaklıkta yer almış bir yıldız. Galaksi ile birlikte kendi yörüngesi etrafında (200 milyon) ışık yılında dönüyor. Güneş sisteminin ne muazzam bir gey olduğunu bu rakamlar anlatmaya yeter.

Fakat mesele, yıldızlar ve gezegenler arası mesafeden ibaret değil. Bu galaksinin dışında milyonlarca galaksi daha var. Hepsi müthiş bir sür´atle birbirinden kaçıyor gibi dönmekte. Teleskopla dört yönümüze bakıp kâinatın ölçüsünü vermek istersek, daha doğrusu, gözlemini yapabildiğimiz kadarını tesbit etmeye kalkar­sak, hududun en az iki milyar ışık yılı uzunluğunda olduğunu söy­leyebiliriz.

Kâinatımız hakkında baş döndürücü rakkamlar bunlardır.

Şimdi, bilinen en küçük eleman olan atomun yapısına gelelim. Atomlar, güneş sistemine ve kâinata çok benzerler. Şu bakımdan ki, atomlar da tıpkı yıldızlar gibi, bir çekirdeğin etrafında munta­zam bîr şemaya göre dönüp dumrlar. Dönenler elektronlardır.

«Atom» dediğimiz «en küçük»´ten, «kâinat» dediğimiz «en bü­yüğe» kadar, bizi çeviren her şey «bir bütün plâna» ve muayyen yörüngelere göre hareket etmektedir.

Bu bir tesadüf eseri olabilir mi? Bir yığın madde, fezada yü­züp dururken, birdenbire bu yörüngeleri çizmeye başlamış ve ora­larda bu kaideye kaza eseri olarak mı uymuşlardır? Buna inana­mıyorum. Çünkü çok belirli bir plân karşısındayız. Feza ve kâina­tın büyüklüğü bana aıxah´ın var olduğunu gösteriyor. Bu bütünü elinde tutan, onu belli bir plân içinde hareket ettiren bü­yük bir «kuvvet» elbette vardır.

Şimdi de yukarıda bahsettiğimiz sür´atlerle bizim projemiz MEercury´nin sür´atîni mukayese edelim. 39 bin km. sür´atle füzeyi yörüngeye oturtabiliyoruz. Bu, saniyede 8 knı.lik bir sür´ati göste­rir. Yerüstü sür´atlerini, yani saatte 160 km.lik bir sür´ati düşünür­sek, bu muazzam bir başarı. Fakat fezada olanlarla bu yaptıkları­mızı mukayese edebilir miyiz? Bu başarı ne ifade eder ki?

Bir uçak en güçlü bir motöre, en güzel bir de rodinamik pro­file sahip olabilir. Fakat mücerret başka bir kuvvet olmadan bir uçak pek işe yaramaz vazifesini yapması için, sevk ve idare edil­mesi lâzım. Onu bir kumpasla idare ediyoruz. Fakat bu kumpası idare eden kuvvet, bütün duygularımızın dışında oluyor.

Onu (Yani Allah´ı) göremiyor, dokunamıyor, tadamıyoruz ama, varlığını biliyoruz. Çünkü tepirlerini (ve eserlerini) görüyoruz.[74]

--------------------------------------------------------------------------------

[1] Ali Arslan Aydın, İslam İnançları, (Tevhid Ve İlm-i Kelam), Gonca Yayınları: 191-193.

[2] Ali Arslan Aydın, İslam İnançları, (Tevhid Ve İlm-i Kelam), Gonca Yayınları:194.

[3] Fazla bilgi için bak: Şerh-i Mevâkıf; c. I, s. 498-515, istanbul H. 1311.

[4] Mebdei illiyyet denilen illiyyet kanununun esası : «Hiçbir hâdise illetsiz (se­bepsiz) var olamaz, her ma´Itil veya hâdisenin bir illeti (sebebi) vardır» kaide-sidir. Bu kaideye göre : Her hadis bir muhdise, her mümkin bir vâcip´e, her mahlûk bir hâlık´a, her ma´lül bir illet´e ve her bina bir bâni´ye muhtaçtır.

[5] Bak : Serhu´l - Mevakıf, c. m, s. 3 - 5, Tevdîhü´l - Akâid, s. 52 - 55

[6] Ali Arslan Aydın, İslam İnançları, (Tevhid Ve İlm-i Kelam), Gonca Yayınları: 195-199.

[7] Teftâzânî : Şerhu´l - Makâsıd, c. I, s. 122. Râzi, El-Erbain

[8] Fazla bilgi için bak : İbn-i Rüşd : Menâhicü´l - Edüle fi Akâidi´l - Mille. s. 150 -154, Kahire 1955.

[9] Bu delil, mufassal Kelâm kitaplarında değişik ifadelerle, birkaç delil halin de zikredilmiştir. Fakat biz burada, bu şekilde ifade etmeyi uygun bulduk. Tafsilât için bak : Şehr-i Msvâkıf c. III, s. 3 -10.

[10] Bak : Şerhu´l - Mevâkıf, c. III, s. 3 - 5, Şerhu´l - Makâsıd, c, II, s. 1 - 3. Tavhıdu´l - Akâid, s. 56

[11] Bazı müellifler bu delili, «îbdaa» ve «Gâiye» diye iki delil olarak ifade et­mişlerse de, biribirini ■ tamamlayıcı mahiyette gördüğümüzden, her ikisini bir delil haline koyarak ifade etmeyi daha uygun bulduk.

[12] Bu âyetlerden bazıları: «O Rabbüıiz ki, yeryüzünü size (ikamet etmeni* ve dinlenmeniz için) bir döşek, göğü de yüksek bir tavan yaptı. Gökten su (yağ­mur) indirerek, onunla size nzık olmak üzere (türlü türlü) meyveler çıkardı. Artık hüe bile Allah´a (hiçbir şeyi) eş koşmayın- (Bakara, 22)

[13] îbn-i Rüşt: Menâhicü´l - Edille fi Akaidi´1 - Mille. Kahire 1955, s. 150-151

[14] Ali Arslan Aydın, İslam İnançları, (Tevhid Ve İlm-i Kelam), Gonca Yayınları: 199-208.

[15] Bu delil, yukarıdaki delilin bir tamamlayıcısı mahiyetindedir.

[16] Bak : Descartes, Metafizik düşünceler III, s. 143 ve müteakip sayfalar. Metod üzerine konuşma : s. 162 -165 Çeviren : M. Karasan. Descartes: Osman Emin, Kahire 1942, s. 1&7 -191.

Ali Arslan Aydın, İslam İnançları, (Tevhid Ve İlm-i Kelam), Gonca Yayınları: 209-210.

[17] Yusuf Kerem : Tarihu el - Felsefe-ti´l - Hadîse s. 231 - 237, Kahire 1949; İsmail Fenni : Maddiyyun mezhebinin İzmihlali, s. 31-32, İstanbul 1928; Abbas Mah­mut Sİ - Akkad : Allah; s. 23P - 232, Kahire Yeni îlm-i Kelâm : c. II, s. 35 - 40.

[18] Ali Arslan Aydın, İslam İnançları, (Tevhid Ve İlm-i Kelam), Gonca Yayınları: 211-212.

[19] Ali Arslan Aydın, İslam İnançları, (Tevhid Ve İlm-i Kelam), Gonca Yayınları: 213.

[20] Ali Arslan Aydın, İslam İnançları, (Tevhid Ve İlm-i Kelam), Gonca Yayınları: 213-214.

[21] Ali Arslan Aydın, İslam İnançları, (Tevhid Ve İlm-i Kelam), Gonca Yayınları: 215-216.

[22] Ali Arslan Aydın, İslam İnançları, (Tevhid Ve İlm-i Kelam), Gonca Yayınları: 217.

[23] Bak: İlim - Ahlâk - îmân. Derleyen: M. Rahmi Balaban. Ankara. 1950), s. 248-255.

[24] Bu konuda genel olarak Bkz : Allahu Yetecellâ fi Asrı´I - tim : İngilizce´­den Arapçaya çeviren Prof. El Demirdaş Abdu´l - Hamid Serhan. Kahire 1958. ( Niçin Allah´a İnanıyoruz?» adıyla dilimize çevrilmiştir. İstanbul, 1977). Ab-dürrezzak Nofel: Allahu ve´l - İlmû´l - Hadîs, Kahire 1957; («Allah ve Mo­dern İlim» başlığı altında dilimize çevrilmiştir. İstanbul 1978). Abbas Mahmud el-Akkâd : Allah; Kahire 1949; İsmail Fennî : Maddiyyun Mezhebinin İz­mihlali; İzmirli İsmail Hakkı : Yeni İlm-i Kelâm e. I, Afif Abdulfettah et-Tabbara : Ruhu´l - Dini´l - İslâmî, Kahire 1964. İlim - Ahlâk - îmân : Derle­yen : M. Rahmi Balaban, Ankara 1950.

(«timin Işığı Altında İslâmiyet» adıyla dilimize çevrilmiştir. İstanbul, 1977.)

Ali Arslan Aydın, İslam İnançları, (Tevhid Ve İlm-i Kelam), Gonca Yayınları: 217-222.

[25] Prof. Dr. George Gamow´un
[26] John Clover Monsman´m yazdığı ve Dr. ed-Demirtaş Abdulmeeid Serhan´ın arapçaya çevirdiği .Allahu Yetecellâ fî Asrı´l - İlin» adlı eser. s. 22.

[27] Prof. Dr. Ahmet Zeki : Allah´la Semada : İlmin Işığında İslâmiyet s. 85 - i dan naklen

[28] A. Gressey Morrison : tnsan Yalnız Değildir ; (Muhammed el - Felekî´nin ■el • llmu Yed´û li´l - îman» adlı arapça tercemesi, s. 186. Bu eser «İlim İman Etmeyi Gerektirir> adıyla dilimize çevrilmiştir. Dr. N. Boyacılar, Ank. 1974).

[29] A. G. Morrison : a.g.e., arapça terceme, s. 193.

[30] Nitekim Yüce Allah Ra´d Sûresi âyet 3´de (meâlen) :

[31] Rûm sûresi, âyet, 24. Yıldırımlar konusunda ihtisas sahibi olan Kari Makson, yüdırımlann yılda yaklaşık 100 milyon ton azot meydana getirdiğini belirti­yor. Bu rakam, dünya azot üretiminin yaklaşık on katıdır.

[32] Bkz : Afif Abdulfettah et - Tabbâra. Ruhu´l - Dini´l - tslâmî : a.g. terc´emesi s. 87-88, İst. 1977

[33] John C. MONSMA´nın a.g.e. arapça tercemesi (Allahu Yetecellâ fi Asrı´l

îlm : s. 124 -126.)

Bu gerçeklere Cenab-ı Hak el - Enam sûresi âyet 99´da (meâlen) şöyle işaret buyuruyor :

«O, gökten su (yağmur) indirendir. Sonra her çeşit nebatı (bitkiyi) onan­la çıkardık. İçlerinden yeşillikler meydana getirdik. Ondan da birbirine ben­zeyen ve benzemeyen yığın yığın taneler çıkarırız; hurma tomurcuklarından sarkan salkımlar, üzümlerden bağlar, zeytin ve narlardan bahçeler yetiştiri­riz. Bir meyve verince bakıc onlara, bir de (meyve) olgunlaşınca. Şüphesi» bütün bunlarda, inananlar İçin âyetler (deliller) vardır.»

[34] a.g.e., s. 92-95.

[35] Rûm sûresi, âyet, 20

[36] Mü´minûn sûresi, âyet, 78.

[37] Rûm sûresi, âyet, 21.

[38] Bkz.: M. Ferid Vecdi :

[39] Nahl sûresi, âyet. 72.

[40] Gâşiye sûresi, âyet, 17

[41] A. G. Morrison : a.g.e., arapça tereemssi, s. Î46

[42] Nûr sûresi, âyet, 45.

[43] Bakınız, Yüce Allah, kuşları nasıl yarattı. İki kanat, ön kısım, yani baş ve

son bölümü olan kuyruk. İşt& Allah´ın yarattığı bu şekille gökyüzünde uça­biliyorlar. Bununla beraber, onları gökyüzünde tutan yalnız Allah´tır. Çünkü kuşlara semada durabilme özelliğini veren yalnız O´dur.

[44] Nahl sûresi, âyet, 79.

[45] Afif Abdulfettah et-Tabbâra: a.g.e., tercemesi, s. 99 -101 den nakledilmiştir

[46] Bu sözleri Üstad M. Ferid Vecdi, arapçaya terceme ederek. «Ezher Mec muası.´mn 19. cildinde neşretmiştir

[47] 8u zât, dünyaca meşhur bir fizikçidir

[48] J. Clover MONSMA. a.g.e.. arapça tercemesi. s. 152.

[49] Bu zât. Moleküler Biyoloji Profesörü ve Flourida IBmter Akademisi başkanıdır

[50] J. G. Monsma, a.g.e., arapça tercemesi. s. 106.

[51] Dünyadaki en meşhur Fizik bilginlerindendir

[52] a.g.e., s. 23

[53] Bkz.: -Âlem ve Einstein» adlı kitap

[54] Fâttr sûresi, âyet. 28.

[55] Âli İmrân sûresi, âyet, 18.

[56] Ali Arslan Aydın, İslam İnançları, (Tevhid Ve İlm-i Kelam), Gonca Yayınları: 223-236.

[57] Dr. Haluk Nur Baki : Tek Nur. s. 14 - 32, İstanbul, 1958. (Seçilerek iktibas edilmiştir.) Bu zât, halen Ankara Ahmed Andiçen Kanser Hastanesi Baştabi­bidir

[58] a.g.e., s. 14 -16

[59] a.g.e., s. 17

[60] a.g.e., s. 19 - 21.

[61] a.g.e.. s. 21-22.

[62] a.g.e., s. 23.

[63] a.g.e., s. 25-26

[64] ) a.g.e.. s. 31-32.

[65] Ali Arslan Aydın, İslam İnançları, (Tevhid Ve İlm-i Kelam), Gonca Yayınları: 237-246.

[66] John Clover MONSMA : The Evider.ce of God in Expanding Universe (Genişleyen Kâinatta Allah´ın Varlığının Delili) Terceme, î. Sıtkı Eröz, .Niçin Allah´a İnanıyoruz?» c. I, s. 200-206 (İstanbul, 1977) Arapça tercemesi «Al-lahu Yetecellâ fi Asrı´l - tim

[67] Bu anlayış, ilimle bağdaşmayan Hristiyanlığın bazı za´fından kaynaklanmak­tadır. (Müellif)

[68] Bu söz 1958 yılında söylenmiştir

[69] İngiliz Tıp otoritelerinin bu konuda sağladıkları ve «Tüp Bebek« adıyla şöh­ret bulan tıbbî başarıyı okuyucularımıza hatırlatmak isteriz. "(Müellif)

[70] Ali Arslan Aydın, İslam İnançları, (Tevhid Ve İlm-i Kelam), Gonca Yayınları: 247-250.

[71] John Clover MONSMA´nm a.g.e., tercemesi. c. I. s. 258-265´den-naklen

[72] Ali Arslan Aydın, İslam İnançları, (Tevhid Ve İlm-i Kelam), Gonca Yayınları: 251-255.

[73] Şule Mecmuası, sayı 4, s. 19 (iktibas). İstanbul, 1982.

[74] Ali Arslan Aydın, İslam İnançları, (Tevhid Ve İlm-i Kelam), Gonca Yayınları: 256-257.