İctihad ve Müctehidlik Şartları





Müctehid, fıkıh ilminin ıstılahatında, fer'i derecedeki dini bir hükmü delilinden istinbât hususunda takatini tamamen sarf eden kudretli din alimine denilmektedir. Bu tarifin unsurları arasında görülen "fer"i tabiri ile, itikad ve inançlar ile alâkalı mevzular, açık ve kesin naslarla sabit bulunan ibadetler ve diğer hususlarla alâkalı hükümler tarifin dışında kalmıştır. "Dini" kayd-i ihtirâzisi ile de akli veya hissi olan hükümler, tarifin dışında bırakılmış olmaktadır. Çünkü onları anlamak hususunda sarf edilen gayret, fıkhi bir ictihad değildir.
Fer'i olan dini mes'elelerin hepsinde ictihad etmeye ilmi gücü bulunan bir zata "Mectehid-i Mutlak" adı verilmektedir. Fer'i mes'elelerin bir kısmında içtihada muktedir bulunan bir ilim adamına da "Müctehid-i Mukayyed" denilmektedir.
Mectehid-i mutlak yönünden içtihadın şartı, içtihadın ehlinden sadır ve mahalline sarf edilmiş olmasıdır. Bahsi geçen ehliyet, Allah'ın Kitabına, Peygamber Efendimizin sünnetine, nerelerde icma vaki olduğuna ve kıyasın vecihlerine vakıf olmakdadır.
Bir müctehidin devamlı olarak isabet etmesi şart değildir. Bir mes'elede isabet kaydedebileceği gibi, diğer bir mes'elede de hata edebilir. Zira her hadisenin Allah katında hükmü birdir. Bu hüküm, müctehid bulunan ilim adamının içtihadına tabi değildir. Müctehid, bu hükmü bulup tayin edebilmiş ise, isabet etmiş sayılır. Aksi vaki olursa içtihadında hata etmiş kabul edilir. Müctehid herhalde isabetle mükellef değildir. Bu sebepten dolayı, hata eden bir müctehid, düştüğü hatada mazur ve hakkı bulma hususundaki çalışmasından dolayı sevaba nail olur.
Müctehid, belirli bir hükme isabetle mükellef tutulmadığı için, içtihadında hata etmiş olsa bile günahkâr sayılmaz. Bu noktada herhangi bir ihtilâf yoktur. Ancak, bir müctehid, kudretini lâyık olduğu şekilde sarfetmeyecek olursa ve doğru yol açık bulunduğu halde onun aksine ictihadta bulunursa bundan dolayı sorumlu olur.
Kâinatın sonradan meydana gelmesi gibi akli hükümlerde, yüce Allah'ın zât ve sıfatları gibi İlâhi mes'elelerde hak, tek olduğundan, bu hususlarda vaki olacak hata bağışlanmaz.
Sadece şu noktada değişik görüşler ortaya çıkmış bulunmaktadır: Hata eden bir müctehid, hem ictihadta bulunduğu mes'elenin dayandığı delilde, hem de onun ile istidlal ederek verdiği hükümde mi hata etmektedir? Yoksa, delilde değil de sadece o delile dayanarak verdiği hükümde mi hata etmektedir? Bu hususta değişik ve birbirinden farklı açıklamalar vardır. Ebu Mansur Maturidi, müctehidin hem delil, hem de ona dayanarak verdiği hükümde hata edebileceği görüşündedir.
Mutezile taifesi, "Hak müteaddid bulunmaktadır" iddiasında olduktan için, "Her müctehid ictihatında isabet eder" kanaatindedir.
Hata eden müctehid, kudret sarfederek, delilleri tetkik ettiği için, içtihadına herhalde sevap vardır. Resulullah (sav), Amr bin As'a hitaben, "İsabet eder isen senin için on hasene (sevap), hata ettiğin takdirde sana bir sevap olmak üzere (düşünerek) hüküm ver" buyurmuşlardır. Diğer bir hadis-i şerifte, isabet etmesi halinde müctehide iki sevap, isabet edemediği takdirde bir sevap verileceği açıklanmıştır.
İbni Mes'ud (ra), "Şayet içtihadımda isabet edersem bu Allah'tandır. Hata edersem o bendendir" demiştir.
Eğer Mutezilenin sandığı gibi, her müctehid içtihadında isabet etmiş olsaydı, bir işin haram, helâl, sahih ve fâsid gibi birbirine zıt hükümlerle ittisafı lâzım gelirdi.
Mecâmi adlı eserde ifade edildiği üzere, "Mevrid-i nass'da içtihada mesağ yoktur." Bu itibarla, nass ile veya icma yolu ile sabit olan İslâmi hükümler hakkında ictihadda bulunmak, kesinlikle caiz değildir. Meselâ, namazın vakitlerinde, rek'atlerinde ve edâ ediliş keyfiyetlerinde herhangi bir içtihada yol yoktur. Bunlar hakkında içtihad, bu gibi ibadetlerin aslını bozmak ve değiştirmek olur ki, hiçbir İslâm alimi buna rıza gösteremez. Böyle bir teşebbüs, İslâm dinine suikast ve dini esasları "deforme" etmek olur.
Nasslar ile sabit bulunan dini bir mes'elede, meselâ, Ramazan ayında tutulması farz olan orucun başka bir ayda tutulması hususunda içtihada yeltenmek asla caiz değildir. Bu arzuyu taşıyan, cahil değilse gafildir; gafil değilse cahildir. Bunların hiçbiri değilse, yani, bu işi bilerek ve dini esasları zedelemek maksadı ile yapıyorsa iman sahasının dışına çıkmış bir haindir.
Müctehidlik bir özenti değil, büyük bir ilim ve yüksek bir dirayet işidir. Kur'an-ı Kerim'in tamamı ve yüzbinlerce hadis-i şerif hafızasında bulunan ne kadar alim ve dört mezhep üzerinde eser yazmış ne kadar müellif vardır ki, içtihada cür'et göstermemiştir.
Kur'an-ı Kerim'in ayetlerinde hareke bulunmamış olsa onu okumaktan caiz bulunan ve Ahmed kelimesinin masdarını tayinde yaya kalan cücelerin içtihada yeltenmesi Arap şairinin "İzâ kâne'l-vâdi hâliyen, le-kâneti's-salebetü vâliyen" (Mânası: Dere tenha olunca, tilki vali olur") meselesini hatıra getirmektedir.
"Ben koyun muyum başından çekilecek! Kur'an-ı Kerim'in ayetlerinin mealine bakar, hadis-i şeriflerin mânâlarını tetkik eder ve ben de ictihad ederim" diyebilen kimseye, "Allah sana önce akıl versin, sonra hidayete eriştirsin" diye dua etmekten başka ne söylenebilir?
İmam-ı Azam gibi bir ilim kutbunun yanıldığını ve mevzu hadislere dayanarak ictihadda bulunduğunu söyleyecek kadar akıl fukarası bulunan kimsenin kirli ağzı, her türlü yalana müsait bulunur. Alemlerin Fahr-i ebedisi, Resulullah Efendimiz'in mübarek ağzından sâdır olmuş hadis-i şerif, bu gibi kimselerin maksat ve mahiyetlerini şöyle açığa koymaktadır: "Dinin afeti üçtür: Fâcir bilgin, zalim hükümdar ve cahil müctehid (taslağı)dır(Feyzü'l-Kadir, c.1, s.52)