Bir Fetih Rüyası

– Bunu nasıl söylersin? Nasıl yok dersin?

– Ben söylemiyorum. Tarih söylüyor. İnsanlık tarihinde böyle şeyler hep var olagelmiştir. Kendi tarihlerinde önemli hadiseleri ölümsüzleştirebilmek için o hadiseyle ilgili bir kahraman ve bir efsane oluştururlar ve kendi yalanlarına zamanla kendileri inanır hale gelirler. Bizim Ulubatlı Hasanımız da böyle bir şey işte.

– Dikkatli ol. Senin bu kadar basitleştirdiğin husus, bir milletin ruh dünyasının yansımasıdır. Neye nasıl yaklaşacağının farkında değilsin!

– Hissî davranma! Ben sana somut gerçeklerden, araştırmamın neticesinden bahsediyorum. Sense en ufak bir araştırma dahi yapmadan konuyu aklınla, bilginle savunamadığın için inadınla desteklemeye çalışıyorsun.

– Yanlış düşünüyorsun. Beni bunları söylemeye sevk eden sebep inadım değil bakış açım ve inancım. Artık bu tartışma gerçeği ortaya çıkarma gayretinden çok birbirimizi alt etme arzusuna dönüşmeye başladı. Hadi hoşçakal.

– Arkanı dönüp gerçeklerden kaçamazsın. İster inan ister inanma! Ulubatlı Hasan diye biri yok. Hiç olmadı.

– Hâlâ anlamak istemiyorsun değil mi? Böyle bir şahsiyet tarih kitaplarına göre gerçekte olmuş veya olmamış ne fark eder? Milletimizin ruh kitabına yazılmış bir kahraman olarak Ulubatlı bir gerçek! O fetih kahramanlarını temsil ediyor olması sebebiyle senden benden daha gerçek. Anla bunu...

. . .

Yatsıdan sonra epeyce oturmuşlardı. Bir an önce eve varıp kendini yatağa atmalıydı. Adımlarını hızlandırdı. Evin kapısına kadar geldiğinde iyice halsizleşmişti. Kapıyı anahtarıyla açtı. Anne babasını uyandırmak istemiyordu. Alışkanlıkları dolayısıyla yatsıdan sonra yatmış olmalıydılar. Sadece lisede okuyan küçük kardeşinin odasının ışığı yanıyordu.

Kıvılcımı çakmayan, yalnız hedef tuttuğu yeri yakan, ses ve renkten mahrum bir yangın yaşıyordu içinde. Mutfağa gidip bir bardak su içti. Ellerini ıslatıp ensesine ve alnına sürerek ateşini düşürmeye çalışıyordu. Hiç eksilmeyen bir kızgınlık yaşıyordu. Kendince sayıklayarak: “Nasıl, diyordu, nasıl yok der? El sürülmemiş bir kıtayı keşfetmiş kâşif gibi bu ne gurur! İnsan iğdiş edilmekten nasıl bu kadar haz duyar? Git bu millete kıl kadar olsa bile faydası olan şeylerle uğraş. Onları bul, onları göster. Niçin milletin ruh dünyasıyla oynuyorsun? Aptal, bilmiyor ki! Bunun arkasında senelerdir damarlarımıza enjekte edilen kendimizi küçük görme, aşağılama duygusu var. Onun gibiler böyle saldırdıkça daha bir bağlanıyorum bir ömür verilen şeylere.”

Işığı yakmadan odasına geçti. Kendisini erkenden uykunun bilinmezliğine teslim etti. Her uyuyana ait bir rüya saklı olduğu gibi her ayık da bir rüyanın peşinde gezermiş. O şimdi kendisi için saklanan rüyanın içindeydi.

Gözlerinin önünden yavaş yavaş bir sis bulutu aralanıyor. Görebileceği yerleri gören yüksekçe bir yerde. O kadar hafif ki; hava gibi şeffaf, sevgi gibi hudutsuz hissediyor kendini. Evet uçuyor, ayakları yerde değil. Uçuyor. Kollarında kuşların kanat mahkumluğunu dahi taşımadan, çocukça, özgürce, tarifsizce... İlk şaşkınlığın ve heyecanın ardından meşaleler çarpıyor gözüne, gecenin karanlığına vurulan kırbaçlar. Burası neresi?

Ortada büyük bir çadır var. Etrafında irili ufaklı başka çadırlar. Bazı çadırların önünde meşaleler var, bir de nöbet tutan askerler. Etrafında askerlerin pervane olduğu ateşler yakılmış. Edirnekapı’dan Yedikule’ye kadar, onlarca, yüzlerce ateş.

Haliç ve Marmara Denizi’nde yıllarca beklenen bir anın inancıyla tutulmuş gemiler demirlenmiş. Topkapı surlarının önünde büyük toplar duruyor. Evet, bunlar şâhî topları. Bu surlar da İstanbul, hayır henüz Konstantin surları. Bu karanlık gecede belirip kaybolan gölgeler de surları tamire uğraşan Bizans askerleri olsa gerek.

Hâlâ inanamıyordu ama gerçekten mekan İstanbul’du, zaman fetih. Bu nasıl olabilirdi? Ruhu bir kat daha hafifledi, yıldızlar bir kat daha yakınlaştılar. İçinin cümbüşü bir anda yanında hissettiği varlığın, nurdan bir varlığın merakıyla perdelendi. Yavaşça başını çevirdi. Bir şaşkınlık daha yaşadı. Oydu işte, bir nur halesi içinde tam karşısında duruyordu: “Sen o’sun, dedi, gerçeksin, biliyordum!”

İçindeki şüpheleri çürütmek istercesine aynı sözleri tekrar tekrar söylüyordu: “Biliyordum, gerçeksin.” O, “Evet, dedi, insanlık tarihinin başından beri hep vardım. Ve tarihin sonuna kadar da var olacağım. Beni hiçbir akıl inkâr edemedi, hiçbir düşünce benden bağımsız değildi. Nefes alıp vermek gibi, insanın her an içine dolup, her an ondan zuhur eden bir gerçeğim ben. İnsanlık, kendi dışına çıkmak için hep beni aradı. Tarih hep benim ihtirasımla yazıldı. Bundan sonra da bana duyulan ihtiras için yazılacak.”

Bunları söyledikten sonra o ışık huzmesi misafirine baktı. Kendisini anlamadığını biliyordu: “Bir uykudan uyanabilmek için böyle bir uykunun vergisine ihtiyacın vardı.” dedi.

Sonra onu kolundan tutup toprakta benek benek parlayan ateşlerin bulunduğu yere çekti: “Bak, dedi, yaralılara su dağıtan bir ihtiyarı göstererek: Bu altmış üç yaşında tek bacaklı ihtiyar orduya katılıp savaşamayacağı için o ilâhi lütfa mazhar olmak gayesiyle burada sakalık yapıyor. Yaralı askerlerin ihtiyacını gideriyor. Oğlu ve torunu yaşındaki askerlere hizmet ediyor. Toplar surları dövdükçe kalbi bir top güllesinden daha sert vuruyor göğüs kafesine. Savaşamasa da Allah’ın rahmetine güvenerek şehit olmayı ümit ediyor. Her anı bu iştiyakın ateşiyle dolu. Aldığı nefesten uykudaki sayıklamalarına dek hep bu var aklında, ruhunda, öz madeninde.”

Bunları söyledikten sonra onu alıp başka bir yere götürüyor. Bir zenci, yaprakları gür bir ağacın altına oturmuş, geceyle bir olmuş, karanlığı dinliyor. Yalnız elinde tuttuğu kılıcı parlıyor, bir de her gülümseyişinde inci dişleri. O “Bak, diyor, yine: Bu ağacın altında duran zenci bir Afrikalı. O inananlara mahsus bir ateşle yandığından beri gözü yaşlı. O ateş peygamber aşkının ateşidir. O hayatı boyunca halinden hiç şikayet etmedi. Yalnız tek ıstırabı vardı: Âşık olduğu insanı dünya gözüyle göremeyecek olmak, onun iltifatına, tebessümüne, bir sözüne muhatap olamamış olmak. Kendisi de biliyordu imkansız bir şey istediğini. Ne çıkar, diyordu, O’nun için bir Üveys de ben olmuşum. Sonra; kıta kıta, ülke ülke, şehir şehir, belde belde yayılan o haberi, o daveti duydu: Osmanlı Konstantin’i fethetme hazırlığında! Kim ki Peygamber-i Zîşan’ın hadiste belirttiği “İstanbul elbet bir gün fetholunacaktır. Onu fetheden komutan ne güzel komutan, onu fetheden asker ne güzel asker!” müjdesine mazhar olmak isterse o bayrağın altında birleşsin! İşte şimdi burada Konstantinapolis’in fetholunmasına saatlerin kaldığı bu anda, bu ağacın altında, bu karanlıkta, beyaz dişlerinin görünmesi, zaman zaman tebessüm etmesi hep bu sevinçten.”

Daha sonra bir elinde ibrik, abdest alan bir yeniçeriyi göstererek, “Bak, diyor yeniden, bu abdest alan yeniçerinin ömrü cihat etmekle, gaza ile geçti. O son üç yıldır her savaştan önce abdest alır, iki rekât namaz kılar ve gireceği savaşta şehadet için Allah’a niyaz eder. Her sağ çıktığı, kazanılan her savaştan sonra da şehit olmuş arkadaşlarının arasında dolaşarak şehit olamayışına ağlar. Halbuki insanların kaderi bir vakte düğümlüdür. Şimdi de aynısını yapacak, o vakti yarın yakalayabilmek için Rabbine yakaracak.”

Yeniçeri namaza duruyorken ayrıldılar oradan. Ortadaki büyük çadırın, padişah çadırının içine girdiler. Genç padişah aczini itirafla ellerini semaya açmış, küçük yaşlardan beri rüyalarına giren, aklından hiç çıkmayan, damarlarını yakan, aynaya baktığında gördüğü yüzü kadar aşina olduğu o fikrin, fethin gerçekleşmesi için niyaz halinde. Işık hüzmesi ondan etkilenmiş halde, sayıklarmış gibi konuşmaya başlıyor:

“İşte o; hiçbir fatih fethi onun kadar istemedi, onun kadar arzulamadı. Hep onun susuzluğunu çekti. Çocuklukta oynadığı oyunlar, gençliğe adım atarken düşündükleri hep bu hayali bir gün gerçekleştirebilmek içindi. Şimdi amansızca istediği yine onun fethi. Biliyorum, Konstantin’i alamasaydı o kahırla ölürdü. Bazı ruhlar dünyaya fetih için gelir, bazı ruhlar da fethedilmek için. O, kendisini küçük yaşta tahta çıkaran babasına savaşta ordunun başına geçmesi için ‘Eğer sultan sensen gel, kendi ordunun başına geç! Yok eğer sultan bensem emrediyorum; ordumun başına geçesin!’ diyecek hakimiyette; ‘Sırlarımdan, düşüncelerimden bir tanesini sakalımdan bir kıl biliyor olsaydı onu yüzümden yolardım!’ diyecek iradede; Konstantin’in o kalın surlarını yıkacak olan şâhî toplarının planını yapacak ilim ve irfanda; atını denize sürüp ‘Ya Bizans beni alır ya ben Bizans’ı!’ diyecek kararlılıkta; kalbinin rikkatini Avnî mahlasıyla mısralara dökecek incelikte; gemilerin Haliç’e girebilmesi için onları karadan yürütebilecek akıl ve fikirde... O, her şeyiyle dünyaya fetih için gelmiş ruhlardan. Eğer atını denize sürdüğünde, o atta üzerinde taşıdığı cihangirin göğüs kafesini zorlayan kalp atışlarından bir tanesi bağrında çarpsaydı tarihler karadan yol alan gemileri yazdığı gibi denizin üzerinde yürüyen bir atı da yazmak zorunda kalırdı.”

Işık hüzmesinin sayıklar gibi konuşmasından kurtulurken son söylediği söz, “Ben ona aidim.” oldu.
Genç sultanı başı önünde tevekkül halinde bırakarak oradan ayrıldılar. Önünde muhafızların olmadığı, meşalelerin yanmadığı küçük bir çadırın önüne geldiler. İçeri süzüldüklerinde alnı secdede gözyaşları içinde dua eden, secde ettiği kısım gözyaşlarıyla ıslanmış, kendi içinde içli bir niyazın yankılandığı birini buldular. Işık hüzmesi daha bir aydınlandı: “Saygıyla, bu eğilmiş toprağın kalbini dinleyen ve ona gözyaşlarıyla hayat veren pîr Akşemseddin’dir! Hacı Bayram-ı Velî’nin ‘bizim köse’ dediği Akşemseddin. Fatih’in daraldığında ‘Yetiş ya fakih Ahmed!’ diye imdat istediği, sıkıntılı anında eteğine yapıştığı, ‘Bu pîre saygım sonsuzdur, yanında heyecanlanır, ellerim titrer.’ dediği, kâşif-i esrâr olarak anılacak olan Akşemseddin... O ve onun gibi Allah’ın kendisine ayırdığı yüce yaratılışlı insanlar, fatihlik istidadı taşıyan, ruh hamurlarının içinde yoğrulduğu, piştiği birer Hak teknesidir. 2. Mehmed İstanbul’u fethetmeden önce Akşemseddin, hocasının işaretiyle Fatih’i fethetmişti. Şimdi de gösterdiği surdan saldıracak askerler için fetih için ancak öyle kulların hissedebileceği bir titreyişle niyazda... Allah, kendisinden olanın duasını reddeder mi hiç...

Artık beni tanımalısın. Ben, insanlara fert fert, bu millete toptan bağışlanmış bir ruhum. Ben fetih ruhuyum. Evet, ben varım ve olacağım. Kâh askere su taşıyan tek ayaklı bir sakanın inancında, kâh peygamber aşığı bir zencinin gözyaşlarında, kâh şehadet arzusuyla yanan bir yeniçerinin iki rekâtlık namazında, kâh bir sultanın bütün ömründe, kâh yeni fatihler yetiştiren bir bedende... Şu ansa bir milletin ve her müslümanın nabzında atıyorum. Ulubatlı Hasan ise sadece onlardan biri.”

O ışık hüzmesi, o nur yığını şafak sökerken önce fetih için orada bulunan bütün mücahitlerin ruhuna, sonra da yeryüzüne yayıldı. Sancaklar rüzgârda dalgalanmaya başladığında, hücum borusu vurulduğunda bütün askerler bir gül bahçesine giriyormuş gibi neşeli atıldılar kara toprağa. Denizde gemiler burçları top ve ok yağmuruna tutuyor, piyadeler surları aşmaya çalışıyordu. Şâhî topları Topkapı tarafında surları yerle bir ediyor; taş yığını haline getiriyordu. Surlara tırmanan askerlerin üzerine kızgın yağlar dökülüyor, oklar yağmur gibi yağıyor, mancınıkla tutuşturulmuş ateş yığınları atılıyordu. Buna rağmen ateşin üzerine doğru yüzlerce, binlerce asker ateşe semender girermiş gibi giriyorlar, bir an önce huzura çıkmak için adeta birbirleriyle yarışıyorlardı. Bunlardan biri de Hasan ve beraberindeki otuz kadar askerdi. Onlar savaşın en tehlikeli anında Topkapı surlarına tırmanmaya başladılar. Hasan bir elinde bayrak, bir elinde kılıç surların en yüksek yerine doğru koşarken Bizans askerleri de ona hücum ederek ok atıyorlardı. Surların en yüksek yerinde bayrağı hâlâ elinden bırakmayan Hasan’ın her tarafına oklar saplanmıştı. Sanki bir an savaş kareleri donmuş, sadece bu hadise cereyan ediyormuş gibi herkesin bir gözü Hasan’daydı. Hasan yaralarının verdiği acılarını kendince teskin etmek için “Ha gayret, ha gayret, az kaldı!” sözleriyle kendine güç vermeye çalışıyordu. Genç Fatih de durmuş bu kahraman askerini gözleri buğulanarak izliyordu. Oklar art arda üstüne inerken Hasan son bir gayretle “Ya Allah!” deyip bayrağı burçlara dikti. Sonra koskoca bir hükümdarın gözbebeklerinden inen bir damla yaş yere düştü. Sonra Hasan, Ulubatlı Hasan burçlardan inananların kalbine düşüyordu...

. . .

Ulubatlı Hasan, burçlardan düşerken o sıçrayarak uyandı. Sabah ezanları okunmaya başlamıştı. Sabah ezanlarının o esrarlı ahengini ilk defa duyuyormuş gibi öylece dinledi. Sonra okula gitmek için üzerini giyinip dışarı çıktı. Otobüs durağına geldiğinde dün tartıştığı arkadaşıyla karşılaştı. Arkadaşı yine kendinden emin, dünkü alaycı üslubuyla:

– Ne o Ulubatlı Hasan! Burçlara bayrak dikmeye mi gidiyorsun?

Ancak fatihlerin gözlerinde görülebilecek bir ifadeyle şöyle cevap verdi:

– Hayır! Yetmiş milyon Ulubatlı’yı uyandırmaya gidiyorum!..