Safa Getirip Safa Bulurduk
Aralarındaki kardeşlik ve dostluğun dünya işleriyle gölgelenmediği zamanlarda, müminler birbirlerini arar sorar, türlü vesilelerle sık sık ziyaret ederlerdi. Sıla-i rahimde bulunmak ihmal edilemez bir vazifeydi onlar için. Sırf Allah Tealâ’nın rızasını kazanmak ümidiyle bir arada olmayı istediklerinden, gelen hoş gelir, safa getirir; hoşluk ve safa bulurdu.
Selamlaşmadan sonraki “– Hoş geldin, safalar getirdin. – Hoş bulduk, safalar bulduk.” mükâlemesi laf olsun diye söylenmiş sözler değildi. Bugün misafir karşılama faslının sadece adet olmuş bir nezaket kaidesi zannettiğimiz bu sözler, dostluğumuzun ve ziyaretimizin mahiyetini, neyi gözettiğimizi, birbirimizden ne beklediğimizi de anlatıyordu.
Bu seremoniyi, mana ve maksadını unutup kuru bir söz halinde günümüze taşıdığımız için olmalı, münasebetlerimiz zayıfladı, dostluklarımız yavanlaştı. Hakiki dostluk bir safa halini icap ettiriyordu çünkü ve dünyalık hesaplarla yapılan ziyaretlerde safaya yer olamazdı.
Tasavvufun maksadı
Birisini “hoş geldin, safa getirdin” iltifatıyla karşılamak, o kişinin ziyaretinden dolayı hoşnut olduğumuzu, güzellik ve huzur bulduğumuzu, zevk aldığımızı beyan etmektir. Buradan hareketle safanın “üzüntü ve kederden uzak olma hali, endişesizlik, rahatlık, huzur, gönül ferahlığı, memnuniyet” manalarına geldiği düşünülebilir. Doğrudur, fakat bunlar safa halinin kendisi değil, tezahürleridir. Safa, “saflık, halislik, duruluk, latiflik, şeffaflık, maddeden arınmışlık hali”dir. “Bulanıklık, maddenin ağırlık ve kesafetiyle malûl olmak” manasına “keder”in zıddıdır. Safa Âlem-i Ervah’ta; keder Âlem-i Esbâb’da, yani bu dünyada yaşadığımız haldir. Safa âdemiyetten, keder beşeriyetten sâdır olur.
Ceddimizin, “kesif”in zıddı olan “latif”e “güzel”, yahut “safa”ya “hoşnutluk” manasını yükleyen irfanı, güzellik ve hoşluğun ancak safa haliyle yaşanabileceğine işaret ediyor. Dostlar safa getirdiği için hoşnutluk getiriyor; safa bulduğu için hoşnutluk buluyor. Tabii ki getirilen veya bulunan safanın, bihakkın yaşanan bir hal olması gerekmiyor başlangıçta. Müminlerin birbirlerine ayna olup safa haline yönelme yolunda birbirlerini gözetmesi, teşvik etmesi de neticede safa getirip safa bulduruyor.
Öte yandan demek ki dostun dosta ihsanı, sunabileceği en kıymetli hediye safadır. Tasavvuf bu ihsan ve hediyenin imkanı olduğu içindir ki geçmişte yetmiş iki millete bir göz ile bakabilenler tarafından yaygınlaştırılmış bir tasfiye, yani saflaştırma, safa haline ulaştırma metodudur. Sufi’nin safa’dan geldiği, “safa ehli” olduğundan böyle adlandırıldığı söylenir. Hatta Hucvirî, “Keşfü’l-Mahcûb” adlı eserinde, “Safâ, mana ve maksattır; tasavvuf bu mananın nakl ve hikâye edilmesidir” der.
Bir kalp tasfiyesi işlemi olan tasavvufta, günahlardan sakındırmakla, tevbe ile, zikir ile kalplerin temizlenmesi, mutlak hakikate ve güzelliklere mazhar olabilecek bir duruluk kazanması esastır. Safa, heva ve hevesten kurtulma, vahdeti müşahede eyleme, ölmeden evvel ölüp Hakk’ın huzurunda zehabı ve zevali olmayan bir huzura erişme halidir ki ancak temizlenmiş bir kalple yaşanabilmektedir.
Sıddîk-i Ekber gibi dost
Safa getirip safa bulmanın bu vechesi dost ziyaretlerinin nasıl bir maksat gözetilerek, hangi çerçevede yapılacağına işaret ediyor. Aynı tabir dostun tarifini de veriyor. Safa halini kemâl mertebesinde yaşayan Allah dostlarına, “saf hale gelmiş, maddeden arınmış, nefsinin tasallutundan kurtulmuş” manasına “asfiya” denir. Kastedilen, hususen evliyanın ilimde mütebahhir olan müçtehit ve muhakkikleridir ama asıl asfiya “sıddîk”lerdir. Çünkü Elest Meclisi’ndeki ahdimize sadık kalmakla ulaşılır safa haline. Sıdk ve sadakatin timsali Hz. Ebubekir r.a. asfiyanın en büyüğüdür bu sebeple. Sıddîklere mahsus sadakatin alameti, Dost’un gayba dair verdiği haberlere şeksiz şüphesiz inanmaktır. Sorulan keyfiyeti müşahede etmemesine rağmen “O söylüyorsa doğrudur!” diyebilecek kadar dostundan emin olmaktır. Her badirede dostunun yanıbaşında bulunmak, O’na asla muhalefet etmemek, O’nu tehlikelere karşı korurken yaşadığı acıya rağmen “of” bile dememektir. Böyle bir dostluk elbette Allah’a dost olmanın eseridir. Cenab-ı Hakk’ı dost edinenler O’nun dostlarını da dost edinecektir.
Şu halde dost ziyaretlerinde daha çok bir temenni sadedinde söylenen “– Safa getirdin. – Safa bulduk.” sözleri Hz. Ebubekir r.a.’in örneklediği dostluğun talep edilmesidir aynı zamanda. Hz. Ebubekir r.a.’ın dostluğu asfiya olmanın neticesidir madem, evvelemirde safa halinin aranmasını gerektirir. Safa arayışı, temenni seviyesinde bile Sıddîk-i Ekber’e benzeme gayretinin, O’nun gibi bir dost olma niyetinin ifadesidir. Böyle bir niyet samimiyse eğer, mutat ziyaretlerdeki temenni ile yetinmeyecek, safa halinin hakikaten yaşandığı Allah dostlarının meclislerine akacaktır. Dost orada belli olur. Kibir, enaniyet ve iradesini terk edip bütün ağırlıklarını atabiliyor, soyunup vahdet denizine dalabiliyorsa dosttur; safa bulmuştur. Gittiği her yere safa götürecektir artık.
Safadan sefahate
Hal böyle iken bugün “safa” deyince çoğu insanın nefsanî bir hazzı, zevki yahut eğlenceyi kastettiği de bir vakıa. Tasavvurlarımızdaki kaymanın, neyi yitirdiğimizi, yerine neyi ikame ettiğimizi gösteren çok önemli bir değişim bu. “Safa sürmek, zevk ü safa içinde yaşamak” deyimleri süflî bir konforu anlatıyor şimdilerde. Safa gitmiş, yerine sefahat gelmiş. Dolayısıyla dostluk, sevgi, merhamet, himaye gitmiş; birbirinin kurdu olan insanlar peyda olmuş.
“Safa vereni al, keder vereni bırak” manasıyla tasavvufî bir yönlendirmeyi ifade eden ve Arapça bir kelam-ı kibar olan “huz mâ-safâ, da’ mâ-keder” sözü hayli zaman önce işret meclislerine düşmüş. Fakat öte yandan safa bulmak adına hiçbir şeye aldırmayıp hayatın tadını çıkarmak üzere zevk ve eğlence peşinde koşanlar dünyevî ölçekte dahi huzur ve mutluluk bulamamışlar. Böyle bir anlayışın hoşnutluk getirmesi mümkün değil çünkü. Ahmaklıktan, akledememekten kaynaklanan ölçüsüz ve manasız bir eğlence düşkünlüğü demek olan sefahat huzur getirmez. Sefahati artanın dünyaya bağlılığı artar, ölüm korkusu büyür; bu korku her türlü lüks ve eğlenceye rağmen hayatı zehir eder insana.
Dünyadaki safa ve huzur, nefsin hevasını tatmin için koşturmakla değil, ölüm sonrasına hazırlanıp ölüm korkusundan sıyrılmakla temin edilir. Kaldı ki mümin, ölümün bir tasfiye olduğunun farkındadır. Azrail mümine hoş gelmiş, safa getirmiştir. “Safa getirdin”le hoşça karşılanan bir ölüm, safa bulduran bir ölümdür.
Eskisi gibi yeniden safalar getirip safalar bulmak, hakikaten safa sürmek istiyorsak eğer, safa tasavvurumuzu tasfiyenin vaktidir.
Semerkand Dergisi
Selamlaşmadan sonraki “– Hoş geldin, safalar getirdin. – Hoş bulduk, safalar bulduk.” mükâlemesi laf olsun diye söylenmiş sözler değildi. Bugün misafir karşılama faslının sadece adet olmuş bir nezaket kaidesi zannettiğimiz bu sözler, dostluğumuzun ve ziyaretimizin mahiyetini, neyi gözettiğimizi, birbirimizden ne beklediğimizi de anlatıyordu.
Bu seremoniyi, mana ve maksadını unutup kuru bir söz halinde günümüze taşıdığımız için olmalı, münasebetlerimiz zayıfladı, dostluklarımız yavanlaştı. Hakiki dostluk bir safa halini icap ettiriyordu çünkü ve dünyalık hesaplarla yapılan ziyaretlerde safaya yer olamazdı.
Tasavvufun maksadı
Birisini “hoş geldin, safa getirdin” iltifatıyla karşılamak, o kişinin ziyaretinden dolayı hoşnut olduğumuzu, güzellik ve huzur bulduğumuzu, zevk aldığımızı beyan etmektir. Buradan hareketle safanın “üzüntü ve kederden uzak olma hali, endişesizlik, rahatlık, huzur, gönül ferahlığı, memnuniyet” manalarına geldiği düşünülebilir. Doğrudur, fakat bunlar safa halinin kendisi değil, tezahürleridir. Safa, “saflık, halislik, duruluk, latiflik, şeffaflık, maddeden arınmışlık hali”dir. “Bulanıklık, maddenin ağırlık ve kesafetiyle malûl olmak” manasına “keder”in zıddıdır. Safa Âlem-i Ervah’ta; keder Âlem-i Esbâb’da, yani bu dünyada yaşadığımız haldir. Safa âdemiyetten, keder beşeriyetten sâdır olur.
Ceddimizin, “kesif”in zıddı olan “latif”e “güzel”, yahut “safa”ya “hoşnutluk” manasını yükleyen irfanı, güzellik ve hoşluğun ancak safa haliyle yaşanabileceğine işaret ediyor. Dostlar safa getirdiği için hoşnutluk getiriyor; safa bulduğu için hoşnutluk buluyor. Tabii ki getirilen veya bulunan safanın, bihakkın yaşanan bir hal olması gerekmiyor başlangıçta. Müminlerin birbirlerine ayna olup safa haline yönelme yolunda birbirlerini gözetmesi, teşvik etmesi de neticede safa getirip safa bulduruyor.
Öte yandan demek ki dostun dosta ihsanı, sunabileceği en kıymetli hediye safadır. Tasavvuf bu ihsan ve hediyenin imkanı olduğu içindir ki geçmişte yetmiş iki millete bir göz ile bakabilenler tarafından yaygınlaştırılmış bir tasfiye, yani saflaştırma, safa haline ulaştırma metodudur. Sufi’nin safa’dan geldiği, “safa ehli” olduğundan böyle adlandırıldığı söylenir. Hatta Hucvirî, “Keşfü’l-Mahcûb” adlı eserinde, “Safâ, mana ve maksattır; tasavvuf bu mananın nakl ve hikâye edilmesidir” der.
Bir kalp tasfiyesi işlemi olan tasavvufta, günahlardan sakındırmakla, tevbe ile, zikir ile kalplerin temizlenmesi, mutlak hakikate ve güzelliklere mazhar olabilecek bir duruluk kazanması esastır. Safa, heva ve hevesten kurtulma, vahdeti müşahede eyleme, ölmeden evvel ölüp Hakk’ın huzurunda zehabı ve zevali olmayan bir huzura erişme halidir ki ancak temizlenmiş bir kalple yaşanabilmektedir.
Sıddîk-i Ekber gibi dost
Safa getirip safa bulmanın bu vechesi dost ziyaretlerinin nasıl bir maksat gözetilerek, hangi çerçevede yapılacağına işaret ediyor. Aynı tabir dostun tarifini de veriyor. Safa halini kemâl mertebesinde yaşayan Allah dostlarına, “saf hale gelmiş, maddeden arınmış, nefsinin tasallutundan kurtulmuş” manasına “asfiya” denir. Kastedilen, hususen evliyanın ilimde mütebahhir olan müçtehit ve muhakkikleridir ama asıl asfiya “sıddîk”lerdir. Çünkü Elest Meclisi’ndeki ahdimize sadık kalmakla ulaşılır safa haline. Sıdk ve sadakatin timsali Hz. Ebubekir r.a. asfiyanın en büyüğüdür bu sebeple. Sıddîklere mahsus sadakatin alameti, Dost’un gayba dair verdiği haberlere şeksiz şüphesiz inanmaktır. Sorulan keyfiyeti müşahede etmemesine rağmen “O söylüyorsa doğrudur!” diyebilecek kadar dostundan emin olmaktır. Her badirede dostunun yanıbaşında bulunmak, O’na asla muhalefet etmemek, O’nu tehlikelere karşı korurken yaşadığı acıya rağmen “of” bile dememektir. Böyle bir dostluk elbette Allah’a dost olmanın eseridir. Cenab-ı Hakk’ı dost edinenler O’nun dostlarını da dost edinecektir.
Şu halde dost ziyaretlerinde daha çok bir temenni sadedinde söylenen “– Safa getirdin. – Safa bulduk.” sözleri Hz. Ebubekir r.a.’in örneklediği dostluğun talep edilmesidir aynı zamanda. Hz. Ebubekir r.a.’ın dostluğu asfiya olmanın neticesidir madem, evvelemirde safa halinin aranmasını gerektirir. Safa arayışı, temenni seviyesinde bile Sıddîk-i Ekber’e benzeme gayretinin, O’nun gibi bir dost olma niyetinin ifadesidir. Böyle bir niyet samimiyse eğer, mutat ziyaretlerdeki temenni ile yetinmeyecek, safa halinin hakikaten yaşandığı Allah dostlarının meclislerine akacaktır. Dost orada belli olur. Kibir, enaniyet ve iradesini terk edip bütün ağırlıklarını atabiliyor, soyunup vahdet denizine dalabiliyorsa dosttur; safa bulmuştur. Gittiği her yere safa götürecektir artık.
Safadan sefahate
Hal böyle iken bugün “safa” deyince çoğu insanın nefsanî bir hazzı, zevki yahut eğlenceyi kastettiği de bir vakıa. Tasavvurlarımızdaki kaymanın, neyi yitirdiğimizi, yerine neyi ikame ettiğimizi gösteren çok önemli bir değişim bu. “Safa sürmek, zevk ü safa içinde yaşamak” deyimleri süflî bir konforu anlatıyor şimdilerde. Safa gitmiş, yerine sefahat gelmiş. Dolayısıyla dostluk, sevgi, merhamet, himaye gitmiş; birbirinin kurdu olan insanlar peyda olmuş.
“Safa vereni al, keder vereni bırak” manasıyla tasavvufî bir yönlendirmeyi ifade eden ve Arapça bir kelam-ı kibar olan “huz mâ-safâ, da’ mâ-keder” sözü hayli zaman önce işret meclislerine düşmüş. Fakat öte yandan safa bulmak adına hiçbir şeye aldırmayıp hayatın tadını çıkarmak üzere zevk ve eğlence peşinde koşanlar dünyevî ölçekte dahi huzur ve mutluluk bulamamışlar. Böyle bir anlayışın hoşnutluk getirmesi mümkün değil çünkü. Ahmaklıktan, akledememekten kaynaklanan ölçüsüz ve manasız bir eğlence düşkünlüğü demek olan sefahat huzur getirmez. Sefahati artanın dünyaya bağlılığı artar, ölüm korkusu büyür; bu korku her türlü lüks ve eğlenceye rağmen hayatı zehir eder insana.
Dünyadaki safa ve huzur, nefsin hevasını tatmin için koşturmakla değil, ölüm sonrasına hazırlanıp ölüm korkusundan sıyrılmakla temin edilir. Kaldı ki mümin, ölümün bir tasfiye olduğunun farkındadır. Azrail mümine hoş gelmiş, safa getirmiştir. “Safa getirdin”le hoşça karşılanan bir ölüm, safa bulduran bir ölümdür.
Eskisi gibi yeniden safalar getirip safalar bulmak, hakikaten safa sürmek istiyorsak eğer, safa tasavvurumuzu tasfiyenin vaktidir.
Semerkand Dergisi
Konular
- Buhârî
- Müslim
- Ebu Dâvud
- Tirmizî
- Nesâî
- Ehl-i Hadis
- Ehl-i Sünnet
- Kaynaklar 1
- Kaynaklar 2
- Zaman Nereye Götürüyor?
- Ölüm: Hayattan Daha Gerçek
- İbadete Sevin Günaha Üzül
- Dört Köşeli Yadigâr
- Duyarsızlaşıyor muyuz?
- İtidal İçin Sabır
- Safa Getirip Safa Bulurduk
- Onbir Ayın Sultanı Ramazan
- Gözümün Nuru Namaz
- Namaza Durmak
- Her Gün Beş Miraç
- Fetih sancağı sergiye çıkıyor
- İstanbul'u Aç Gülzâr Yap
- Bir Fetih Rüyası
- Gazi Mehmed Paşa (Bayraklı) Camii
- Ağa Camii Hakkında
- Bayezid Camii Hakkında
- Süleymaniye Camisi Hakkında Bilgi
- Arap Camii Hakkında Bilgi
- Eyüp Sultan Camii Tarihi
- Sultan Ahmet Camii Hakkında Bilgi