İstanbul'u Aç Gülzâr Yap

Fetih, “kapalı veya örtülü bir şeyi açmak” demektir. Bizim fetihlerimizde açılan şey ise, insanların kafa ve gönüllerini hakikate kapatan, onların ilâhî mesajın ışığını almasına mani olan “küfür örtüsü”dür.

On beşinci asır tarihçilerinden Yazıcıoğlu Ali, “Selçuknâme”sinde Osman Gazi’nin dilinden manzum bir vasiyetnâmeye yer verir.

“Gönül kerestesi ile
Bir yeni şehr ü bâzâr yap
Zulmeyleme rençberlere
Her ne ister isen var yap.”

diye başlayan ve:

“Osman, Ertuğrul oğlusun
Oğuz Karahan neslisin
Hakk’ın bir kemter kulusun
İstanbul’u aç gülzâr yap.”

mısralarıyla biten bu beş kıtalık manzûme Yazıcıoğlu’na mı, yoksa meselâ Hayrullah Efendi Tarihi’nde iddia edildiği gibi Osman Gazi’ye mi aittir, belli değil. Fakat öte yandan bu, üzerinde durulacak bir mesele de değil.

Zira ister Osman Bey söylemiş olsun, ister Osman Bey’in düşüncelerine tercüman olarak Yazıcıoğlu’nun kendisi nazmetmiş olsun, metnin muhtevasına harfiyyen uyulduğu, 1453 Mayıs’ına kadar bu manzum vasiyyetin tamamiyle yerine getirildiği tarihen sabittir.

Bizi bu mevzuda kalem oynatmaya sevkeden sebep, Osmanlı’yı geniş topraklardan, yer götürmez askerlerden, ganimet ekonomisinden, hatta Bizans mirasından ibaret gören seküler tarihçilerin Osman Gazi’yi tashih (!) cür’etidir.

Nitekim zikrettiğimiz şiirin son mısraı “İstanbul’u aç gülzâr yap.” iken değiştirilmekte; “İstanbul’u al gülzâr yap.” şeklinde güya düzeltilmektedir. “Tevârih-i Âl-i Osman” adıyla bilinen bütün klâsik Osmanlı kroniklerinde “il açmak” tabiri yüzlerce defa kullanılmasına rağmen, “açmak” ile “almak” tefrikinden âciz kafalara bu “câhil cür’eti” pek yakışsa da, neticede bizim kavramlarımızdan biri elden gitmektedir.

Fetih’le “açılan” nedir?

Açmak “feth”in, almak ise “zabt”ın Türkçe karşılığıdır ve “fethetmek” ile “zabtetmek” her zaman aynı şey değildir. Lügatte “kapalı veya örtülü bir şeyi açmak” demek olan “fetih”, bilahare “zafer, galebe çalma” ve “hükmetme” manâlarını da kazanmıştır. Kelimenin, “İslâm mesajına muhatap kılınmak üzere bir şehir veya ülkeye hâkim olma” manâsı, Fetih Sûresi’nin inzâlinden sonradır. Demek ki “fetih” Kur’ânî bir ıstılahtır. Türkçeye “açmak” şeklinde tercüme edilen “feth”in bugünkü manâ, hususiyet ve mahiyetini Ümm’ül-Kitâb’dan sürerek anlamaya çalışmamız gerek öyleyse... Ama önce fethedilen yerlerde “açılan” yahut “örtülü olan” nedir, ona bakalım.

İmanın zıddı veya imansızlık manâsına küfür, lügatte “örtmek, bir şeyin üzerini kapatmak, bir şeyi gizlemek ve nankörlük etmek” demektir. Küfrü benimseyene “fıtratını örttüğü, ruhundaki misakı perdelediği, ilahî hakikatleri gizleyip göstermediği, ahdine sadık kalmayıp nankörlük ettiği” için “kâfir” denir. Kâfir’in mübâlâğa sîgasıyla müştâkı “kâfûr”, “çok nankör, azılı kâfir, hiç inanmayan, müfrit derecede inkârcı” manâsınadır ve bizde “gâvur” şeklinde telaffuz edilir.

Kur’an-ı Kerim’de, Allah’a oğul isnadında bulunmaları, Hz. İsa’ya ulûhiyyet pâyesi vermeleri, Kur’an’ı ve Efendimiz s.a.v.’i reddetmeleri, hırıstiyanların küfrüne delil gösterilmiştir. Tabiatıyla böyle bir inanışın hâkim olduğu şehir ve ülkeler “örtülmüş”, oralarda yaşayan insanlar İslâmî tebliğe “kapatılmış” demektir.

İşte “fetih”, insanların kafa ve gönüllerini hakikate kapatan, onların ilâhî mesajın ışığını almasına mani olan bu “küfür örtüsü”nü açmak için yapılır. Osmanlı’nın hep Batı’ya yönelmesi, İstanbul’un fethine bu kadar ehemmiyet vermesi, İmparatorluğun son demlerine kadar Roma idealini muhafaza etmesi, buraların küfrün menbaı olmasındandır. İstanbul ve Roma, o çağlarda küfrün neşredildiği merkezlerdir.

Şu halde “fetih”, bir ülke yahut belde halkının ilahî hakikatleri görmesini mümkün kılan vasatı tesis etmektir; İslâmî tebliğin şartıdır. Fetihler, kâfirlerin direnmesi sebebiyle ekserî harp yoluyla tahakkuk etmiş, bundan dolayı “fetih” denince “kâfirle tutuşulan bir harpte galebe çalma, zafere ulaşma” manâsı anlaşılır olmuştur.

Şüphesiz ilahî mesajın insanlara sürekli ve engelsiz ulaşabilmesi için, bir beldeyi bir defa fethetmiş olmak yetmiyor. Orasının devamlı “açık” tutulması, hüküm altına alınması icap ediyor. Hakimiyet kurmak böylece fethin iktizası haline geliyor ki, kelimenin “hükmetme” manâsı buradan doğmuştur.

Fethin anahtarı

Fethedilen, İslâm’ın mesajına “açılan” ülke veya şehir, neticede bir “yer”dir ama, madem ki maksat Î’lâ-yı Kelimetullah’tır, toprağın değil oradaki insanların akıl ve kalplerinin kazanılması esastır. Bu sebeple İslâm tarihinde fethedilen yerlere tevhid akidesi kadar “adâlet”in götürülmesine de itina gösterilmiş, insanların İslâm’a girmesi için cebir kullanılmamıştır.

Hz. Peygamber s.a.v.’in Tebük Gazvesi’ndeki cizye uygulaması, sonraki fetihlerimizin değişmeyen bir usûlü haline gelmiştir. İstanbul misâlindeki gibi fethedilen yerin ahalisi, müslüman olmak veya bir çeşit güvenlik vergisi sayılabilecek cizye mukabilinde zımmî statüsüyle eski dinlerinde kalmak hususunda hür bırakılmışlardır.

Müslümanların zımmî hukukuna azamî riayeti; gayr-i müslimlerin dinlerine, ibadetlerine ve mabetlerine asla müdahale etmemesi, sözden ziyade güzel davranışlarla nümûne-i imtisâl olarak tebliğ yolunu tutması, İslâmî idarenin şiârından öte “feth”in en esaslı muhteva unsurlarıdır. Gönüller böylece fethedildiği içindir ki toplu ihtidâlar ile müslümanların sayısı kısa zamanda hızla artabilmiş, bir “İslâm medeniyeti” kurulabilmiştir.

Aksi bir tavır, yani şiddet, baskı ve adâletsizlik, İslâm’ın, icbâr edildiği topluluk veya kültürün rengine bulanması neticesini doğurur. Halbuki fethin neticesinden umulan, İslâm’ın gayr-i müslimleşmesi değil, gayr-i müslimlerin İslâmlaşmasıdır.

İslâm’da toprakları genişletmek, ganimet elde etmek, vergi gelirlerini artırmak, bir soy yahut hanedanın hakimiyetini kurmak, şan şeref kazanmak için fetih yapılmaz. Fethin yegâne hedefi kafa ve gönülleri İslâm’a muhatap kılmaktır. Bu sebeple harp yoluyla olduğu gibi, antlaşmayla, sulh içinde öğretme, tanıtma, davet ve tebliğ ile de olur. Nitekim Fetih Suresi’nin başında Rasulullah s.a.v.’in şahsında müslümanlara ikrâm edildiği bildirilen “feth”in Hudeybiye Antlaşması olduğu tefsiri yapılmıştır. Halbuki Hudeybiye, ilk bakışta müslümanların aleyhine gibi görünen, Ashâb-ı Kirâm Efendilerimizden bazılarının hoşnutsuzluğuna sebep olan bir antlaşmadır. Fakat Hudeybiye sayesindedir ki müşrikler müslümanları “resmen” tanımışlar, Kur’an’ın getirdiklerini dinleme imkânı bulmuşlardır.

Kur’an, ilâhî mesajın mecmu’u olarak bütün fetihlerin hem fâtihi hem gâyesidir. Bu “apaçık” Kitâb, kalplerdeki karanlıkları aydınlığa çeviren bir “nûr”dur. Böyle olduğu içindir ki Peygamberimiz s.a.v.’in ifadesiyle “Medine, zorla değil Kur’ân’la fethedilmiştir.” Böyle olduğu içindir ki Hudeybiye’den bir müddet sonra Mekke, neredeyse hiç kan dökülmeden, Efendimiz s.a.v. ve ordusuna gönülden teslim olmuştur. Nihayet bugün bizim üzerinde yaşadığımız topraklar aslında kılıçla değil, ta Horasan’dan buralara “gönüller yapmaya gelen” gâzi-dervişlerin Kur’an ahlâkıyla fethedilmiştir.

Feth-i Mübîn

İslâm tarihindeki bazı fetihler, “feth-i mübîn” olarak nitelenir. Feth-i mübîn “apaçık fetih” demektir. Kur’an-ı Kerim’de Hudeybiye Antlaşması “feth-i mübîn” olarak müjdelenmiştir. Bir kısım müfessirler, bunun “hiçbir şüpheye mahal olmadan katiyyetle gerçekleşecek bir fetih” manâsı taşıdığını, Hudeybiye görüşmeleri sırasında ye’se düşen, endişeye kapılan Ashâb’a sekinet vermek için geldiğini söylerler. Hakikaten de “fetih” Allah Teâlâ’nın “verdiği” bir armağandır. Sayınız, kuvvetiniz, imkânlarınız ve şecaatiniz ne kadar çok olursa olsun, Allah ihsân etmedikçe fethe gücünüz yetmez. Buna mukabil Hudeybiye’de olduğu gibi şartlar ne kadar aleyhte gibi görünürse görünsün, bu armağana lâyık bir ihlâs içindeyseniz Cenab-ı Hak fethi müyesser kılar.

Evet; Kur’an-ı Kerim’de fethin ilahî bir armağan olduğu beyan buyurulmuş, “Allah’a ve Rasulü’ne inanıp mallarıyla, canlarıyla cihat edenler” fetihle müjdelenmiştir. Hudeybiye’de Antlaşmadan evvel çok aleyhte gibi görünen şartlar altında Ashâb’ın Rasullah s.a.v.’e verdiği kayıtsız şartsız “biat”, “Allah’a ve Rasulü’ne iman”ın katıksız bir tezahürüdür. Bu “hâlis iman”ın mükafatıdır ki, müslümanlar “feth-i mübîn” ile müjdelenmiş ve hakikaten neticeleri itibariye Hudeybiye Antlaşması “apaçık, kat’i bir fetih” olmuştur.

Feth-i mübîn’i, “daha sonraki fetihlerin anası, temeli; müteakip fetihleri kolaylaştıran asıl büyük fetih” diye anlayan bazı müfessirler, bu zaviyeden yorumladıkları Hudeybiye Antlaşması’nın neticeleri üzerinde durmuşlardır. Bu yorumu benimseyenler “temel” veya “merkez” durumundaki yerlerin fethini “feth-i mübîn” olarak adlandırmışlardır. Meselâ Mekke’nin yahut İstanbul’un fethi de birer “feth-i mübîn”dir. Eğer Roma’nın fethi nasip olsaydı, şüphesiz bu da bir feth-i mübîn sayılacaktı.

Demek ki İstanbul “alınmamış”, “açılarak” bir gül bahçesi yapılmıştır. Rasul-i Ekrem s.a.v.’in ahlâkının yaşandığı her yer gül bahçesidir. Ve İstanbul’un fethi, tesirleri itibariyle “feth-i mübîn”dir. Bugünün müslümanları için bir tefahür vesilesi olduğu kadar, bir mesuliyetin de ifadesidir. Yaşadığımız dünyayı kendi çevremizden başlayarak “gül bahçesi” yapma vazifemizi ihtar eder.