Hoca Hazretlerinin Keramet Ve Harikalarından
«Reşahat» sahibi : -
— Hoca hazretlerinin sultanlar, emirler ve nice kimseler üzerindeki tasarruflarını bildiren aşağıdaki menkıbeler, evlât ve yakınları tarafından nakledilmiş olmayıp öz lisanlariyle kendilerinden veya bizzat şahitlerinden zaptedilmiştir.a
Bizzat naklettiler :
— Himmet, herhangi bir işte iradeyi toplamaktan ibarettir. Öyle ki, aksi hatıra gelemesin. Himmet böyle olursa murat ele geçer. Yetiştiricilere düşen, arada bir nefsini himmet imtihanından geçirmek ve ilâhî isimlerle münasebetlerinin ne derecede olduğunu, tesirlerinin hangi noktaya kadar varmış bulunduğunu yoklamaktır.
*
Bizzat naklettiler :
— Delikanlılık devrimizde Mevlânâ Sadeddin Kaşgari ile Heri´deydik. Seyir ve panayır yerlerine gidiyor ve güreşenler üzerinde tesir ve himmet «derecemizi imtihan ediyorduk. Himmet ettiklerimiz galip geliyordu. Sonra onu bırakıp öbür tarafa dönüyor ve bu defa onu galip kılıyorduk. Bir gün yine gittik. Aramızdan kimse geçmesin diye elele vermiştik. Güreş yerinin bir kenarında mevki aldık. Güreşçilerin biri, heykel gibi bir cüsse sahibiydi, öbürü zayıf, nahif... Mevlânâ Sâdeddin´e : «Şu zayıfı galip kılmaya çalışalım! Sen himmet göster, ben de yardımcın olayım!» dedim. İri vücutlu, zayıf ve nahif adamı paçavra gibi yerden yere vuruyordu. Zayıfa himmet etmeğe koyulduk. O anda zayıfta beklenmedik bir hâl oldu. Ellerini uzatıp o koca gövdeyi havaya kaldırdı ve başının üzerinde döndürüp sırtüstü yere çaldı. Halktan müthiş bir nâra ve çığlık koptu. Herkes bu beklenmedik neticeden çarpılmış, gırtlağından garip sesler çıkarıyordu. Kimse tesirin nereden geldiğini anlayamamıştı. Baktım, Mevlânâ hazretlerinin gözleri yumulu... Kolundan dürttüm ve «Artık himmeti bırakın, her şey olup bitti!» dedim ve onu çekip seyir yerinden uzaklaştırdım.
*
Bizzat naklettiler :
— Kur´an ile cidalleşmek mümkün olmadığı gibi, arifin himmetine karşı durmak da kabil değildir. Ona karşı çıkan mutlaka mağlûp olur. Hattâ demişlerdir ki, bir kâfir bile iradesini bir nokta üzerinde yoğunlaştırıp himmet sarfedecek olursa muvaffak olur. îman ve iyi iş bu mevzuda hususî bir âmil teşkil etmez. Saf kalplerin tesiri gibi kötü nefslerin de tesiri sabittir.
*
Hoca hazretlerine, rüyalarında demişler ki :
— Şeriat, senin mededinle kuvvet bulacaktır. Hoca hazretleri düşünmüşler ki, bu mâna, sultan ve emirleri vasıta etmeden yerine gelemez. Bunun için, zamanın sultaniyle görüşmek üzere Semerkant´a gitmişler.
Refakatlerindeki zat anlatıyor :
— Sultan ile mülakat istediler. O zaman Mirza Abdullah Semerkant´a hükmetmekteydi. Semerkant´a vardığımız zaman Mirza´nın beylerinden biri hoca hazretlerinin istikbaline geldi. Hoca hazretleri dediler ki : «Bizim buralara kadar gelmekten muradımız, sizin Mirza´nız ile görüşmektir.» Bey, hoca hazretlerine edepsizce cevap verdi: «Bizim Mirzamız pervasız bir delikanlıdır ve onunla görüşmek kolayca kabul edilebilir bir iş değildir. Hem dervişlerin bir sultanla görüşmekte ne maksatları olabilir?» Hoca hazretleri bu karşılıktan öfkelendiler ve dediler : «Bize sultanlar ile görüşmek emredilmiştir. Ben buraya kendi kendime, kendi kararımla gelmiş değilim. Sizin Mirza´nız eğer pervasız ise, onu değiştirip pervalı olan birini getirirler!»
Bey, fena halde bozulup gitti. Bey gider gitmez, hoca hazretleri, onun adını mürekkeple duvara yazıp, sonra parmağını ağzında ıslatarak sildiler ve dediler : «Bizim işimiz o padişahtan ve onun emirlerinden beklenemez! gidelim!» Ve o gün Taşkent yolunu tuttular. Bir hafta sonra o bey vefat etti. Bir ay sonra Türkistan´da Mirza Ebu Said zuhur edip Mirza Abdullah´ı öldürdü ve mülküne el koydu.
*
Yine şahitlerden biri:
— Bu yola henüz atılmış ve hâlimizin başında bulunuyorduk. Firket isimli yerde hoca hazretlerinin hizmetindeydik. Bir gün kâğıt ve kalem istediler ve kâğıdın üstüne birkaç isim yazdılar. Bu sırada «Sultan Ebu Said Mirza» diye bir isim yazıp ceplerine koydular. O sırada Ebu Said Mirza´nın hiç bir yerde nam ve nisam yoktu. Yakınlarından biri küstahlık edip sormaya cesaret etti: «Bir takım isimler yazdıktan sonra sultan Ebu Said Mirza ismine saygı gösterip onu cebinize koydunuz. Bu isim kimindir ve böyle davranışınızın hikmeti nedir?» Buyurdular : «Bu o kişidir ki, biz, siz, Semerkant, Taşkend ve Horasan, yakında onun tebaası olsak gerektir.» Pek kısa bir zaman sonra Türkistan´dan «Mirza Ebu Said!» sesi yükseldi. Meğer o sultan, rüyasında, hoca Ahmet Yesevî hazretlerini görmüş. Rüyada hoca hazretleri, kendisine hoca Ahmet Yesevî delaletiyle fatiha okumuşlar... Sultan, Ahmet Yesevî hazretlerine, hoca Ubeydullah hazretlerinin adını sormuş ve çehrelerini hayalinde muhafaza etmiş. Uyanır uyanmaz da hoca hazretleri hakkında tahkikata girişmiş. Demişler ki: «Evet, Taşkend´te buyurduğunuz gibi bir aziz vardır.» Sultan hemen atına atlayıp maiyetiyle birlikte Taşkend´e yollanmış. Sultanın Taşkend´e gelmekte olduğunu haber alan Hoca Hazretleri oradan çıkıp Firket´e gitmişler. Sultan da vaziyeti öğrenince atını Firket yönüne çevirmiş. Hoca hazretleri, sultanı, Fırket civarında karşıladılar. Sultan, hoca hazretlerine bir göz atar atmaz haykırdı : «İşte rüyada gördüğüm aziz!» Ve atından inip hoca hazretlerinin ayaklarına düştü ve türlü niyazlar etti. Hoca hazretleri de sultana alâka gösterip kendisiyle sohbet ettiler. Mirza o sohbetin cazibesiyle hoca hazretlerinden fatiha rica etti. Bir müddet sonra Semerkant´ı fethetmek isteyen Mirza, tekrar hoca hazretlerinin huzurlarına yüz sürdü ve maksadını açıp medet etti. Hoca hazretleri buyurdular : «Fetih niyetiniz şeriatı kuvvetlendirmek ve tebaaya şefkat göstermek ise zafer sizin tarafımzdadır.» Mirza, şeriati kuvvetlendireceği ve halka şefkat göstereceği ahdiyle hoca hazretlerine söz verdi ve «Öyleyse varın ve başarın!» cevabını aldı.
*
Reşahat» sahibi :
— Hoca hazretleri Mirza Ebu Said´e demişler ki : «Düşmanla karşılaştığınız zaman ardınızdan bir sürü karga sökün edinceye kadar hamle etmeyiniz! Kargalar sökün eder etmez de hücuma geçiniz!» İki tarafın askeri karşılaşıp saf bağlıyorlar. İlk hücum Mirza Abdullah tarafından geliyor... Mirza Abdullah´ın süvarisi, Mirza Ebu Said´in sol cenahı üzerine yükleniyor ve bu cenahı çökertir gibi oluyor. Sağ cenaha da aynı hareketi yapmak üzere toplanırlarken birdenbire Ebu Said Mirza saflarının gerisinden bir sürü karga düşman istikametinde kanat çırpmakta... Sultan Ebu Said ve askeri bu kerameti görünce kalplerine kuvvet ve emniyet doluyor ve hep birden merkez istikametinde hücuma geçiyorlar. İlk hamlede düşman safları çatırdıyor, deliniyor, yıkılıyor ve merkezde boş yere kılıç sallayan Mirza Abdullah atından düşüp çamura batıyor ve atların ayakları altında eziliyor. Hemen başını gövdesinden ayırıyorlar ve zaferi gerçekleştiriyorlar.
*
Hasan Bahadır isimli bir Türkmen oymağının reisi :
— Sultan Ebu Said´in Taşkend´ten alıp Semerkant´a sürdüğü asker içinde ben de vardım. Bîr su kenarında saflar karşılaştı. Ben Sultan Ebu Said Mirza´nın yakınındaydım. Askerimiz aşağı yukarı yedi bin neferdi. Mirza Abdullah´ın askeri hem daha çok, hem de silâhtan yana daha kuvvetliydi.
Bu arada bizim askerimizden karşı tarafa katılanlar da olmuştu. Mirza Ebu Said bu vaziyet karşısında büyük bir ıstıraba düştü ve hayret ve dehşetle bana hitap etti : «Hey Hasan! Söyle, ne düşünüyorsun?» Cevap verdim : «Hoca hazretlerini ben de gördüm. Emniyetim yerindedir. Gönlünüzü hoş tutun ve hücum emri verin!» Askerimiz hep birden hücuma kalktı. Yarım saat içinde düşman perişan oldu ve o gün Semerkant fethedildi. Mirza Abdullah da asker eline düşüp öldürüldü.
*
Bizzat naklettiler :
— Mirza Abdullah´ın üzerine varıldığı zaman ben Taşkend´e yönelmiştim. Gördüm ki, bir beyaz kuş havadan yere düştü. Onu tutup öldürdüler. Anladım ki» o Mirza Abdullahtan işarettir ve o dakikada işi bitirilmiştir.
*
«Reşahat» sahibi :
— Zafer üzerine Hoca hazretleri, Mirza Ebu Said´in istirhamını kabul edip Semerkant´a gittiler. öldürülen Mirza Abdullah´ın akrabasından Mirza Babür´ün büyük bir ordu ile Horasan´dan hareket edip Mirza Abdullah´ın intikamını almak üzere Semerkant´a yöneldiği haberi gelmişti. Muzaffer Sultan Mirza Ebu Said, telâş ve ıstırap içindeydi. Hoca hazretlerine dert yanıp : «Benim, bu gelen orduya karşı koymam imkânsızdır! Ne yapayım?» diyordu. Hoca hazretleri kendisini teselli ve sükûnete davet ettiler ve bulundukları yerde düşmanı beklemesini tavsiye eylediler. O sırada Mirza Ebu Said´in yakınlarından bir topluluk, Mırza´yı Türkistan taraflarına kaçırmak ve orada saklamak üzere hazırlığa başlamışlar ve eşyalarım develere yüklemeğe koyulmuşlar. Hoca hazretleri manzarayı görüyor ve kaçma hazırlığına girişenlere öfkelenip, yükleri develerden indirtiyor. Sonra Mirza´nın karşısına çıkıp ihtar ediyor : «Nereye gidiyorsunuz? Kaçıyor musunuz? Buna ihtiyaç yok!. Müşkülünüzü burada halledebilirim. Buna kefilim! Gönlünüzü hoş tutun ki, Babür´ü sindirmek bizim vazifemizdir!..» Sultan Ebu Said´in beyleri bu sözlerden ıstıraba düştüler. «Hoca hazretleri bizi tbpyekûn kurban etmek istiyor!» diye söylendiler. Fakat Mirza Ebu Said, hoca hazretlerine bağlılık ve güveninden, onlar gibi düşünmedi ve Semerkant´ta kalmaya karar verdi. Beyler «Biz bu kadar askerle koca bir orduya nasıl karşı koyabiliriz?» iddiasında devam ettiler, fakat Mirza Ebu Said´i iknaa muvaffak olamadılar. Mirza Ebu Said, hazretlerinin tavsiyesiyle kalenin zayıf ve harap taraflarını çabucak tamir ettirdi ve düşmanı bekledi. Nihayet Babür´ün ordusu çıkageldi. önde, Halil Hindu isimli birinin kumanda ettiği bir pişdar kolu. Bu kol büyük kuvvetten uzakta bulunduğu için şehirden üzerine huruç hareketleri yapılıyor ve perişan ediliyor. Yaklaşan Mirza Babür, Ebu Said Mirza´mn iç kaleye çekilmiş ve orada kuvvetle muhafaza altına alınmış olduğunu görünce, kendisini eski hisara konuyor ve birdenbire hücumdan çekiniyor. Etrafa yiyecek tedariki için gönderilen askerler, burunlarını ve kulaklarını kaybetmiş olarak dönüyorlar. Semerkant köylüleri, bunları her bulduğu yerde yakalayıp burunlarını ve kulaklarını kesiyor. Bir taraftan açlık bir taraftan hastalık, Mirza Babür ordusunu kasıp kavurmaktadır. O sırada bir de hayvan vebası zuhur edip Babür ordusunun bütün atlarını helak ediyor, öyle oldu ki, at leşlerinin kokusundan o civarlarda barınılamaz oldu. . Nihayet Mirza Babür, Ebu Said ile anlaşma fikrine yattı ve maiyetindekilerden Mevlânâ Mehmet Muamma isimli zatı, Hoca hazretlerine gönderdi. Mevlânâ Mehmet Muamma ile hoca hazretleri uzun bir görüşme yaptılar. Elçi, hoca hazretlerine şöyle dedi: «Bizim Mirzamız son • derece gayretli, yüksek himmetli bir zattır. Ne tarafa yönelirse o tarafı temizler ve zaptetmeden dönmez.» Hoca hazretleri de şöyle cevap verdiler : «Eğer Mirza Babür´ün büyük babası Mirza Şahruh´un kalbimizde olan sevgisi ve üzerimizdeki hakları olmasaydı, neticeyi görürdünüz! Ben dedeleri zamanında Herat´taydım. Onun zamanında çok iyilikler ve himayeler gördük. Hakkını çiğneyemeyiz!» Elçi, Mevlânâ Mehmet Muamma, nihayet lâfı anlaşma noktasına getiriyor ve Mirza Babür´ün Mirza Ebu Said ile anlaşmak istediğini, bunun için hoca hazretlerine baş vurduğunu, kendileriyle yüz yüze görüşmek dilediğini ve kaleden dışarıya çıkıp ordugâha gelmeğe tenezzül buyurmalarını istirham ifadesiyle bildiriyor. Fakat Mirza Ebu Said, hoca hazretlerinin bizzat gitmelerine razı değildir. Aralarında istişareden sonra, yakınlarından Mevlânâ Kaasım´ı gönderiyorlar.
*
Bizzat naklettiler:
— Aradan zaman geçtikten sonra Mirza Ebu Said´e sordum: «Mirza Babür bizi istettiği zaman niçin çıkıp gitmemize izin vermediniz?» Dedi ki: «Mirza Babür gayet zeki, kurnaz, hoşa gitmeği ve riyakârlık etmeği bilen bir gençtir. Korktum ki, kalbinize girip sizi kendisine taraftar kılmasın ve bizi himmetinizden yoksun bırakmasın.»
*
Bizzat naklettiler :
— Mirza Babür´ün bir takım kâfirlerle Semerkant kapısına sokulup halka : «Biz senin kızlarınız ve oğullarınız için geldik!» dediğini işittim. Bu söz üzerine gönlüm Semerkant halkına merhametle doldu. Zira içlerinde salih kimselerden çok insan vardı. Bu yüzden, o tasallut taifesinin defi için birkaç gün gönlümüzü hacet dergâhına yöneltmemiz gerekti. Din düşmanlarının def´i için himmet sarfetmekte mahzur yoktur. Nebiler, ilâhî Tevhid istiğrakı içinde oldukları halde bu yolda çok himmet sarfetmişlerdir.
*
Bizzat naklettiler :
— Duydum ki, Mirza Babür tasavvuftan anlamak iddiasında imiş. Meclisinde tasavvufa dair musahabeler olurmuş. Kendisi bu taifeye itikat halinde imiş. Böyleyken bir gün eski hisarın üstüne çıkıp üstüste haykırmış : «Arifte himmet olmaz! Arifte himmet olmaz!» Ve ilâve etmiş : «Gerçi biz Semerkant´i alamadık ama, şunu anladık ki, Hoca Ubeydullah, bizi himmetiyle harap ettiğine göre her halde ârif değil!» Belli ki, Mirza bu sözün mânasını bilmiyormuş. Bilseydi böyle der miydi? Zira ârif öyle bir fâniliğe kavuşmuştur ki, kendisinin bütün beşerî vasıflan yokluğa karışmış ve kendisinde kendiliğinden eser kalmamıştır. Ondan ne çıkarsa onun değildir.
وَمَارَمَيْتَ اِذْمَيْتَ
Ve mâ rameyte iz rameyte
âyetiyle:
وَمَاقَتَلُوهُمْ وَلَكِنَّ اللَّهَ قَتَلَهُمْ
Vemâ katelehüm Velâ kinnallâhe katelehüm
âyeti bu mâna üzerindedir. Eğer böyle olmasaydı dünyayı kahir kuvvetlerine baş eğdiren nebileri izah etmek mümkün olmazdı. Hazret-i Nuh ile Hazret-i Hûd gibi ki, kavimlerini su ve rüzgârla helak ettiler.
* Bizzat naklettiler :
— Şeyh Muhiddin-i Arabi´nin «Fütuhat» isimli eserlerinde «Arifte himmet olmaz!» buyurmalarında mâna, arifin şahsında ve kendisinde himmet olmadığı, ârif şahsiyle ve kendiliğiyle mevcut olmadığına göre himmetin Allah´tan olduğu şeklinde anlaşılmak icap eder. Bu mânayı kestiremeyen, arifte hiç bir veçhile himmet yoktur farzeder.
*
Bu defa Semerkant sultanı Ahmet Mirza üzerine yürüyen öz kardeşi Mahmud Mirza´yı Hoca Hazretleri tarafından gönderilen nâme :
«— Ulular Semerkant şehri için «korunmuş belde» demişlerdir. Tarihler de böyle yazmıştır. Semerkant´a kasdetmek size uygun olamaz. Bu fakir, sizi çok sevdiğimden hizmet vazifemi yerine getirmek için bu işten vaz geçmenizi tavsiye ederim. Bugüne kadar öğütlerimi kabul etmediniz ve halkın heva ve hevesini dinleyip ikazlarımı nazara almadınız! Ne garip vaziyet!. Halk, kendi heva ve hevesine çalışır, bense size çalışıyorum. Semerkant´ta iyi ve sâlih insanlarla, muhtaç fakirler pek çoktur. Onları daha fazla darıltmak ve incitmek doğru değildir. Hususiyle yanık gönüllerin neye sebep olduğu malûmdur. Sâlihlerin ve mü´minlerin gönüllerini yaralamaktan korkmak lâzımdır. Bu fakirin, hiç bir şahsî garazı olmaksızın sırf Allah için ettiği iltimas ve ricasını kabul ediniz! Siz ve kardeşiniz, karşılıklı olarak birbirinize yardımcı olun ki, Allah´ın rıza ve inayetini kazanasınız!. Ve birlik, beraberlikle, tek istikamet üzerinde nizam bulaşınız!. Allah´ın öyle kulları vardır ki, Hak onları korumuş, «onlarla muharebe etmek benimle cenkleşmektir!» buyurmuştur. «Nice hadîs de aynı hikmeti tekrarlamıştır.»
*
Bizzat naklettiler :
— Mirza Ebu Said´in emirlerinden olup sonradan Mirza Mahmud´a katılan birine haber gönderdim : «İnat ve muhalefetten dönünüz! Bilmez misiniz ki, yüz bin kişi Hoca Abdülhalik silsilesinden bir kişiyle başa çıkamamıştır? Onlara saldıranlar yenilir. Bu taife tasarruf sahipleridir ve ne dileyecek olurlarsa o olur.»
«Reşahat» sahibi:
— Sultan Mahmud Mirza ve emirleri bunca nâme ve ikazlara rağmen akıllarını başlarına devşirmeyip Semerkant muhasarasına giriştiler. Askeri sayısız. Ayrıca dört bin nefer Türkmen muhafız. Sultan Ahmed Mirza bu kuvvete karşı duramayacak vaziyette... Kaçmak istedi ve bunun için hoca hazretlerinden izin rica etti. Hoca hazretleri şehir medresesindeydiler. Mirza´ya dediler ki: «Siz kaçarsanız tekmil Semerkant halkı başsız kalır ve esir düşer. Yerinizde kalıp gönlünüzü hoş tutun! Ben işe kefilim!. Düşman mağlûb olmazsa beni suçlu sayın!» Sonra medresenin tek kapılı bir hücresini açtırıp Mirza´yı içeriye soktular ve kendileri kapının eşiğine oturdular. Bir de kocaman bir hurç getirtip günlerce yetecek kadar erzakı içine doldurttular. Ondan sonra yüzleri sultana gelecek surette eşiğe oturup kendisini tatmine çalıştılar : «Semerkant düşecek olursa, siz bu hurcu yanınıza alıp ailenizle beraber, düşmanın gireceği kapının mukabil tarafındaki kapıdan çıkar, gidersiniz!» Peşinden, yakınları, Mevlânâ Seyyid Hüseyin, Mevlânâ Kaasım ve Mîr Abdülevvel ve Mevlânâ Cafer´i çağırttılar ve emir verdiler: «Tez gidin, surların burcuna çıkın ve Sultan Mahmud Mirza´nın askeri bozguna uğramadan benim yanıma gelmeyin!. Fareza o asker mağlûp olmazsa siz de gelmeyin!»
Mevlânâ Kaasım :
— Burcun üzerine çıktık ve murakabeye vardık. Bir an geldi ki, kendimizi göremez ve bulamaz olduk. Gördük ki, biz yokuz, ortada yalnız hoca hazretleri var... Sanki âlem, hoca hazretlerinin vücudu ile dolmuştu.
*
Muharebede bulunmuş bir sipahi:
— Biz, bir alay süvari, Sultan Mahmud Mirza askeriyle muharebe etmekteydik. Üstünlük düşman taraîındaydı. Ben arada bir surların burcunda murakabeye varmış olan azizlere göz atıyordum. Başlarını göğüslerine dayamış, sessiz ve hareketsiz, oturuyorlardı. Muharebe uzun sürdü. Az kaldı ki, karşı taraf bizi tepeleyip bitirsin.. Şehir halkı ümitlerini kaybetmiş, ne yapacağını bilemez hâle gelmişti. Birden, kıpçak çölü tarafından korkunç bir kasırga... Kasırga Sultan Mahmud ordusuna öylesine girdi ki, kimse gözünü açamaz oldu. insanlar ve hayvanlar devrilmeğe başladı. Çadır ve karargâh, sancak ve elbise havada uçuşuyor, bazı damlar bile kuru yapraklar gibi havaya savruluyordu. Sanki kıyamet!. Bu esnada Sultan Mahmud Mirza ve birkaç yakını bir hendeğe atlayıp ancak korunabilmiş. Fakat bir dağın kenarındaki bu hendeğin üzerine de dağdan kopan büyük bir kaya parçası düşmüş ve içindekilerden çoğunu öldürmüş.. Kaya parçasının düşüşünden öyle bir korkunç bir ses çıkmış ki, Türkmen süvarilerinin atları boşanmış ve sahiplerini çiğneyerek kaçmaya başlamış. Herkesin birbirini çiğneyip ezeceği bir ana-baba günüdür kopmuş...
*
«Reşahat» sahibi:
— Bu vaziyetten dehşete düşen Mirza Mahmud, atına atlayıp kasırga istikametinde dört nala kaçmaktan başka çare bulamıyor. Ordusu da arkasından... Onları gören Mirza Ahmed askeriyle Semerkant halkı da peşlerine düşüyorlar ve kendilerini beş fersah boyunca takip ediyorlar. Ellerine geçeni kılıçtan geçiriyorlar, sayısız mal ve silâh topluyorlar. İlâhî lütufla bu tepeden inme zafer karşısında, burç üzerinde murakabeye varmış olanlar, efendileri´ Hoca hazretlerinin huzurlarına dönüyorlar. Hoca hazretleri de Mirza Ahmed´i hücreden çıkarıp sarayına gönderiyor ve kendileri saadetle evlerine gidiyorlar.
«Reşahat» sahibi :
— Hoca hazretlerinin sultanlar üzerindeki tesirleri ve onları tasarruf etmekteki kudretleri gayet açıktı. Nitekim bu husustaki menkıbelerini öz ağızlariyle ifade buyurmuşlardır.
*
Bizzat naklettiler :
— Eğer ben şeyhlik etmeğe kalksaydım benim devrimde hiç bir şeyh kendisine mürid bulamazdı. Lâkin bize başka iş buyurdular. Bizim işimiz, müslümanları zalimlerin şerrinden korumaktır. Bu yüzdendir ki, padişahlarla ihtilâtımız vardır. Onların gönlünü avlamak ve dilediğimiz istikamete çevirmek bize vazife olmuştur.
*
Bizzat naklettiler :
— Allah bize öyle bir kuvvet vermiştir ki, eğer murat etsem, ülûhiyet dâvası eden Hata padişahını bir nâmeyle öylesine teşhir ederdim ki, sultanlığını bırakıp yalınayak ve üst baş perişan, kapımın eşiğine sürüklerdim. Ama bunca kuvvet ve kudretle, Allah´ın bu husustaki fermanını beklemekteyim. Bizim makamımıza edeb lâzımdır; ve edeb odur ki, kul, kendisini ilâhî iradeye tâbi kılsın.
*
«Reşahat» sahibi :
— Bir gün sultan Ahmed Mirza, Matürid köyünde Hoca hazretlerini ziyarete gelmişti. Sultan, huzurda, uzakça ve iki dizi üstünde edeple oturmuştu. Hoca hazretleri ise bir dizini dikip sultanla musahabe etmekteydi. Bir aralık sultanı hoca hazretlerinden gelen heybet öyle istilâ etti ki, kendisini bir titreme sardı ve alnında boncuk boncuk ter taneleri toplandı. Koca bir sultanın bu şekilde,teşhir ve tasarrufu, bütün müridlerin gözleriyle gördükleri bir vakıa oldu.
*
«Reşahat» sahibi :
— Hoca hazretleri, Sultan Mahmud Mirza ile, Ömer Şeyh Mirza ve Sultan Ahmed Mirza´yı muharebede barıştırdılar. Bu vakıayı, Mevlânâ Mehmed Kaadi´nin «Silsile-tül-Arifin» isimli eserinden takip edebiliriz : «Bir gün Semerkant´a haber geldi ki, Ömer Şeyh Mirza, Kıpçak çölü hanlarından Mahmud Mirza ile buluşup Ahmed Mirza´ya karşı harekete geçmek üzere yardımlaşmaya karar vermişler... Sultan Ahmed Mirza´da büyük bir kuvvetle üzerlerine varmaya davranmış ve Hoca hazretlerini yanma almış. Halk arasında rivayet şu : «Mirza, hoca hazretlerini sulh için götürüyor!» Hoca hazretleri asker arasında kırk gün kadar kalmışlar. Muayyen bir yere gelip te iki taraf karşılaşınca, ne muharebe, ne sulh teşebbüsü, ne bir şey... Kendisine, askerlerden bir kabalık vâki olmasın diye sultanın karargâhında büyük bir yer ayrılan hoca hazretleri Mirza´ya demişler ki: «Beni buralara niçin getirdiniz? Eğer cenk ise ben dövüşecek asker değilim! Sulh ise, günlerdir ne diye hareketsiz duruyorsunuz?» Ve dönüp gitmek istemişler. Mirza cevap vermiş : «Benim, sizin murat ve kararınızdan başka murat ve kararım yoktur. Her işde hüküm sizindir! Ne dilerseniz öyle eyleyelim!» Hoca hazretleri ata binip yola düştüler. Ardlarında, emirleriyle, bir bölük süvari... Doğru, Ömer Şeyh Mirza ve sultan Mahmud Mirza istikametini tuttular. Onlar da hoca hazretlerinin kendilerine geldiğini haber almış bulundukları için yarı yola kadar ilerleyip karşılamaya çıktılar. Ondan sonra hep beraber Şahrutî kasabasına gidildi. Hoca hazretleri sultan Mahmud Mirza´ya haddinden fazla iltifatta bulundular ve bütün konuşmalarında ona bakarak sözü idare ettiler. Ondan sonra sulh şartlarını tesbit ettiler : İki tarafın askeri karşılıklı saf bağlayacak ve ara yere büyük bir çadır kurulacak. Çadırda sultanlar toplanacak ve hoca hazretlerinin idaresi altında sulh şeklini kararlaştıracak. Bu tesbitlerden sonra hoca hazretleri Mirza Ahmed tarafına avdet ettiler ve kararı bildirdiler. Ertesi sabah sultan Ahmed Mirza´nın askeri, kararlaştırıldığı gibi, zırh giymeden, fakat silâhlarını kuşanmış olarak tayin edilen yere geldi. Saf olup durdular. Hoca hazretleri de Mirzaları almak ve getirmek üzere Şahrutî kasabasına gittiler. Hoca hazretlerinin tasarrufları Mirza Mahmud´un yüzünden okunmaktaydı; fakat Ömer Şeyh Mirza´nın halinde garip bir tutukluk ve ihtiyat vardı. Nitekim hoca hazretlerinin daveti üzerine Mahmud Mirza şevkle dışarı çıktığı halde öbürü, içinden hesaplı bir tavır göstermekten kendisini alamamıştı. Hoca hazretleri bu tavırdan alındılar ve Mirza Mahmud´u ikaz ettiler ve herhangi bir hileye karşı tedbirli olmaya davet eylediler. Peygamberler peygamberinin buyurdukları gibi «Deveni bağla, sonra tevekkel et!» Mirza Mahmud, askerini toplayıp, karşı tarafta olduğu gibi zırhsız, fakat silâhlı olarak hareket etti. Kısa zamanda üç padişahın askerleri birbirleri karşısında saf tuttular. Çadır orta yere kurulunca, her birlik «Çadır bana uzak, sana yakın!» gibilerden bir çekişmeye girişti. Münazaa uzadı. Hoca hazretleri iki saf arasındaydılar. öğle abdestini orada ve askerin karşısında aldılar. Sonra Mirza Ahmed´e haber gönderdiler : «Ben tek kişiyim ve bilhassa ihtiyarlık zaafı içindeyim. Sizin bunca meşakkatli yolunuza dayanmaya çalışmam birbirinize girmemeniz içindir. Kuvvet ancak bu kadar olur. Artık takatim kalmadı. Eğer bana güveniniz varsa çekişmeyi kesiniz! Çadırı hangi noktaya kurarlarsa kursunlar...» Mirza Ahmed bu ihtarı alınca hemen emir verdi: «Mâni olmayın! Çadırı düşmanlar nerede isterlerse orada kursunlar!. Benim itimat ve itikadım hoca hazret-lerinedir.» Çadır kuruldu. Sultan Ahmed Mirza maiyetleriyle geldiler. Hoca hazretleri de Mahmud Mirza ile Ömer Şeyh Mirza´yı getirdiler. Ahmed Mirza onları uzaktan karşıladı ve hoca hazretlerinin işaretleriyle Mahmud Mirza ile el sıkıştı. Ondan sonra Hoca hazretleri Ömer Şeyh Mirza´yı ağabeyi Ahmed Mirza´nın yanma götürdü. Ömer Şeyh Mirza ağabeyinin elini öpüp yüzüne gözüne sürerek ağladı. Manzarayı görenler de gözyaşlarını tutamadılar. Ondan sonra sultanlar çadıra çekildiler. Heybetli bir meclis oldu ve Mirzalar her noktada anlaşarak birbirlerine kılıç çekmemeğe ahdettiler. Ahitname yazıldı ve üçü tarafından imzalandı. Ahit gereğince, Taşkend, hoca hazretlerinin delaletiyle Ah-
med Mirza´dan Mahmud Mirza´ya geçmişti. Fatiha okundu ve Mirzalar birbirlerine veda edip ayrıldılar.
*
«Reşahat» sahibi:
— Hoca hazretlerinin Mirzaları birbirleriyle barıştırdıkları sırada", yakınlarından biri keşif âleminde şöyle bir levha görmüş : Bir meydanda üç azgın deve... Üçü de birbirini dişleme ve parçalama vaziyetinde... Hoca hazretleri bunları yularlarından yakalıyorlar ve birbirini ısırmaktan alakoyuyorlar.
*
Mevlânâ Mehmed Kaadi´nin eserinden :
«— O gün halk, hoca hazretlerinin tasarruflarından hayret ve dehşetler içinde kaldı. Herkes birlik halinde hoca hazretlerinin ululuğunu ikrar etti ve kuvvet ve tasarrufun hoca hazretlerinde kemâl bulduğunu kabul etmek zorunda kaldı. Anlaşma ve barışmadan sonra Hoca Hazretleri Mahmud Mirza´ya «Siz Taşkend´e gidin! Ben de başka bir yoldan gelir, size kavuşurum!» buyurdular ve yakınlariyle yola çıkıp memleketlerine yöneldiler. Yolda şöyle buyurdular : «Bu işlere ne dersin? Bunlar kitaba yazılacak şeyler!» .
*
Hoca hazretlerinin ticaret işlerine bakan Mevlânâ Necmeddin :
— Bir kere büyükçe bir topluluk halinde, develerimize ticaret eşyası yüklemiş, gelirken, yolumuzu eşkıya kesti. Kervan halkı onları görür görmez büyük bir dehşete kapıldı. Hepsi birden, mallarını gitmiş ve kendilerini esir düşmüş farz etti. Ben içimden düşündüm ki, Hoca hazretlerinin bana emanet edilmiş mallarını cenk etmeden eşkıyaya teslim etmek müridlik şanına uymaz. Böyle bir hareket merdlik ve insanlıktan uzaktır; ve en iyisi, o mallarını muhafaza yolunda şehit olmaktır. Bu fikirle hoca hazretlerinin ruhaniyetine sığındım ve kılıcımı çektim. O anda kendimi hoca hazretlerinin şeklinde gördüm ve eşkiya üzerine at sürerek, kılıç çalmaya başladım. Bir de ne göreyim? Eşkiya kervanı bırakıp kaçmıyor mu? Halbuki eşkiya bizden fazlaydı ve benim muradım şehitlikten başka bir şey değildi. Kervan halkı bu hâle benden ziyade hayret etti. Kaldı ki, ben, ömrümde cenk etmiş, cenk nedir bilmiş bir insan değildim. Bu işin hoca hazretlerinin tasarrufundan olduğunu anladım ve dönüşümde inanılmaz hâdiseyi kendilerine bütün teferruatiyle bildirdim. Buyurdular : «Zayıflar kuvvetli düşmana rastladıkları zaman kendi kuvvetlerinden geçerler ve büyüklerin ruhaniyetine yapışırlarsa Allah onlara öyle bir kuvvet verir ki, onunla din düşmanlarını yenerler.»
*
«Reşahat» sahibi :
— Hoca hazretlerine edepsizlik ve yakınlarına haksızlık eden kimselerin uğradıkları feci akıbetler sayıp dökmekle bitmez.
*
«Reşahat» sahibi:
— Şeyh zâde İlyas isimli, mürşidlik dâvasında biri Hoca hazretlerine karşı edeb dışı tavırlar almıştı. Bir gün Hoca hazretleri kırlardan geçerken bir tarlada bir harman yeri görüyorlar. isçiler buğdayı savurmakta ve taneyi samandan ayırmaktadır. Harmanın kime ait olduğunu soruyorlar ve Şeyh zade İlyas´a ait olduğunu öğrenince atlarından inerek yerden bir başak alıyor ve
tanesini samanından ayırıp savuruyorlar. Haber Şeyh zade İlyas´a gidince son derece üzülüyor ve diyor : «Hoca bizim harmanımızı yele verdi!» Doğrudur! Artık onun silsilesi kesik ve perişan... Şeyh zade İlyas, hoca hazretlerini şeriat dışı işler yapmakla suçlandıran adam...
*
Kaadi Ebu Nasr Taşkendî :
— Hoca hazretlerinin zuhurları sırasında Taşkend´de irşad makamına kurulmuş şeyhler pek çoktu. Bunlar hoca hazretlerine kıskançlık ve aykırılık gösterdiler ve teker teker silinip gittiler. Hoca hazretleri Bağistan´dan Taşkend´e gelip isteklileri irşada koyuldukları zaman orada, zahirî ve bâtınî ilimlerde kuvvetli bir şeyh vardı ve etrafına kalabalık bir halka çekmişti. Hoca hazretlerinin tasarruflarını görünce hasedinden çatlayacak hale geldi ve kendilerini tasarruf edip müflis göstermek için bir gün meclislerine gitti. Gözlerini hoca hazretlerine dikti ve ona altından kalkılmaz bir yük havale etmek için çalışmaya başladı. Hoca hazretleri de onun tasarrufunu defetmeye baktılar. Böylece bir saat geçti. Nihayet Hoca hazretleri birdenbire ayağa kalkıp şeyhe yaklaştı. Şeyhin yanında duran havluyu çekti ve onun yüzüne çarparak buyurdu : «Aklını bozmuş bir dîvane ile ne diye uğraşıyorum?» Ve çekilip gittiler. Bu karşılık üzerine kendinden geçip yere yuvarlanan şeyh, aklını bozdu ve bütün bilgisini kaybetti. Pazarlarda çırıl çıplak gezmeğe kalkışacak kadar muvazeneden yoksun kaldı.
*
«Reşahat» sahibi:
— Semerkant müftüsü, hoca hazretleri hakkında söylemediğini bırakmayan bir adam... Bir gün meclisinde yine ağzına geleni söylerken, hazır bulunanlardan biri ona diyor ki : «Bu ettiğiniz gıybet gayet kötü bir şeydir ve hakka tam aykırıdır. Siz de tasdik edersiniz ki, eğer hoca hazretleri mükemmel bir velî değilse, her halde devlet sahibi bir insandır. Böyle bir insanın meziyetlerini görmemek size reva mı?» O anda çekiştiriciye öyle bir hâl olmuş ki, öz ağziyle şu itirafta bulunmuş : «Haklısınız! Ama ne yapayım ki, nefsim beni bırakmıyor, böyle konuşmaya zorluyor!» Herkesin ağzı açık kalmış.
*
Mevlânâ Kadızade´nin eserinden : Bizzat naklettiler :
— Sultan Ebu Said Mirza´nın ölüm haberi geldiği gün yolda o müftüye rastladım. Gözlerini benden ayırıp başka tarafa bakarken tahkir edici bir sesle : «Esselâmü aleyküm» dedi ve durmadan atını sürüp gitti. Halbuki iki gün evvel yolda yine bize rastlamış ve türlü alâkalar göstermişti. Bu tavrı üzerine anladım ki, bir maksadı var... Birkaç gün sonra öğrendim ki, müftü, şehrin büyükleriyle birlik olmuş ve artık meclisimize gelmemek ve sözümüze itibar etmemek hususunda bir çoğunu kandırmış. Hattâ mal ve mülkümüze el konabileceğine dair fetva vermeğe bile kalkışmış.
*
«Reşahat» sahibi:
— Hoca Mevlânâ ismindeki bu müftünün hoca hazretlerine etmediği düşmanlık kalmamıştı. Hoca hazretlerinin dünya nimetlerini toplamaktan, mal ve para cemetmekten başka emeli olmadığını yayıyor, onu bir sahtekâr olarak belirtiyordu. Nihayet bütün itibarını kaybetti ve tek başına sefil ve perişan, ortada kaldı. Bu haliyle bile «Bizim bu perişanlığımızı hocanın tasarruf ve kerametine yormayınız!» diyor ve hakka yanaşmıyordu. Nihayet feci bir ishale tutuldu ve necaset içinde öldü. öleceğine yakın, daha önce de olduğu gibi suçunu itiraf ediyor, her şeyi nefsine uymak yüzünden yaptığını söylüyor ve hoca hazretlerinden af rica ediyor. Hâle şahit olan, eski müftünün bu sözlerini hoca hazretlerine anlatmış... Diyor ki «Hoca hazretlerine arzettim. Gayet müteessir oldular. Öyle hissettim ki, onun suçundan geçip af buyurdular.»
— Hoca hazretlerinin sultanlar, emirler ve nice kimseler üzerindeki tasarruflarını bildiren aşağıdaki menkıbeler, evlât ve yakınları tarafından nakledilmiş olmayıp öz lisanlariyle kendilerinden veya bizzat şahitlerinden zaptedilmiştir.a
Bizzat naklettiler :
— Himmet, herhangi bir işte iradeyi toplamaktan ibarettir. Öyle ki, aksi hatıra gelemesin. Himmet böyle olursa murat ele geçer. Yetiştiricilere düşen, arada bir nefsini himmet imtihanından geçirmek ve ilâhî isimlerle münasebetlerinin ne derecede olduğunu, tesirlerinin hangi noktaya kadar varmış bulunduğunu yoklamaktır.
*
Bizzat naklettiler :
— Delikanlılık devrimizde Mevlânâ Sadeddin Kaşgari ile Heri´deydik. Seyir ve panayır yerlerine gidiyor ve güreşenler üzerinde tesir ve himmet «derecemizi imtihan ediyorduk. Himmet ettiklerimiz galip geliyordu. Sonra onu bırakıp öbür tarafa dönüyor ve bu defa onu galip kılıyorduk. Bir gün yine gittik. Aramızdan kimse geçmesin diye elele vermiştik. Güreş yerinin bir kenarında mevki aldık. Güreşçilerin biri, heykel gibi bir cüsse sahibiydi, öbürü zayıf, nahif... Mevlânâ Sâdeddin´e : «Şu zayıfı galip kılmaya çalışalım! Sen himmet göster, ben de yardımcın olayım!» dedim. İri vücutlu, zayıf ve nahif adamı paçavra gibi yerden yere vuruyordu. Zayıfa himmet etmeğe koyulduk. O anda zayıfta beklenmedik bir hâl oldu. Ellerini uzatıp o koca gövdeyi havaya kaldırdı ve başının üzerinde döndürüp sırtüstü yere çaldı. Halktan müthiş bir nâra ve çığlık koptu. Herkes bu beklenmedik neticeden çarpılmış, gırtlağından garip sesler çıkarıyordu. Kimse tesirin nereden geldiğini anlayamamıştı. Baktım, Mevlânâ hazretlerinin gözleri yumulu... Kolundan dürttüm ve «Artık himmeti bırakın, her şey olup bitti!» dedim ve onu çekip seyir yerinden uzaklaştırdım.
*
Bizzat naklettiler :
— Kur´an ile cidalleşmek mümkün olmadığı gibi, arifin himmetine karşı durmak da kabil değildir. Ona karşı çıkan mutlaka mağlûp olur. Hattâ demişlerdir ki, bir kâfir bile iradesini bir nokta üzerinde yoğunlaştırıp himmet sarfedecek olursa muvaffak olur. îman ve iyi iş bu mevzuda hususî bir âmil teşkil etmez. Saf kalplerin tesiri gibi kötü nefslerin de tesiri sabittir.
*
Hoca hazretlerine, rüyalarında demişler ki :
— Şeriat, senin mededinle kuvvet bulacaktır. Hoca hazretleri düşünmüşler ki, bu mâna, sultan ve emirleri vasıta etmeden yerine gelemez. Bunun için, zamanın sultaniyle görüşmek üzere Semerkant´a gitmişler.
Refakatlerindeki zat anlatıyor :
— Sultan ile mülakat istediler. O zaman Mirza Abdullah Semerkant´a hükmetmekteydi. Semerkant´a vardığımız zaman Mirza´nın beylerinden biri hoca hazretlerinin istikbaline geldi. Hoca hazretleri dediler ki : «Bizim buralara kadar gelmekten muradımız, sizin Mirza´nız ile görüşmektir.» Bey, hoca hazretlerine edepsizce cevap verdi: «Bizim Mirzamız pervasız bir delikanlıdır ve onunla görüşmek kolayca kabul edilebilir bir iş değildir. Hem dervişlerin bir sultanla görüşmekte ne maksatları olabilir?» Hoca hazretleri bu karşılıktan öfkelendiler ve dediler : «Bize sultanlar ile görüşmek emredilmiştir. Ben buraya kendi kendime, kendi kararımla gelmiş değilim. Sizin Mirza´nız eğer pervasız ise, onu değiştirip pervalı olan birini getirirler!»
Bey, fena halde bozulup gitti. Bey gider gitmez, hoca hazretleri, onun adını mürekkeple duvara yazıp, sonra parmağını ağzında ıslatarak sildiler ve dediler : «Bizim işimiz o padişahtan ve onun emirlerinden beklenemez! gidelim!» Ve o gün Taşkent yolunu tuttular. Bir hafta sonra o bey vefat etti. Bir ay sonra Türkistan´da Mirza Ebu Said zuhur edip Mirza Abdullah´ı öldürdü ve mülküne el koydu.
*
Yine şahitlerden biri:
— Bu yola henüz atılmış ve hâlimizin başında bulunuyorduk. Firket isimli yerde hoca hazretlerinin hizmetindeydik. Bir gün kâğıt ve kalem istediler ve kâğıdın üstüne birkaç isim yazdılar. Bu sırada «Sultan Ebu Said Mirza» diye bir isim yazıp ceplerine koydular. O sırada Ebu Said Mirza´nın hiç bir yerde nam ve nisam yoktu. Yakınlarından biri küstahlık edip sormaya cesaret etti: «Bir takım isimler yazdıktan sonra sultan Ebu Said Mirza ismine saygı gösterip onu cebinize koydunuz. Bu isim kimindir ve böyle davranışınızın hikmeti nedir?» Buyurdular : «Bu o kişidir ki, biz, siz, Semerkant, Taşkend ve Horasan, yakında onun tebaası olsak gerektir.» Pek kısa bir zaman sonra Türkistan´dan «Mirza Ebu Said!» sesi yükseldi. Meğer o sultan, rüyasında, hoca Ahmet Yesevî hazretlerini görmüş. Rüyada hoca hazretleri, kendisine hoca Ahmet Yesevî delaletiyle fatiha okumuşlar... Sultan, Ahmet Yesevî hazretlerine, hoca Ubeydullah hazretlerinin adını sormuş ve çehrelerini hayalinde muhafaza etmiş. Uyanır uyanmaz da hoca hazretleri hakkında tahkikata girişmiş. Demişler ki: «Evet, Taşkend´te buyurduğunuz gibi bir aziz vardır.» Sultan hemen atına atlayıp maiyetiyle birlikte Taşkend´e yollanmış. Sultanın Taşkend´e gelmekte olduğunu haber alan Hoca Hazretleri oradan çıkıp Firket´e gitmişler. Sultan da vaziyeti öğrenince atını Firket yönüne çevirmiş. Hoca hazretleri, sultanı, Fırket civarında karşıladılar. Sultan, hoca hazretlerine bir göz atar atmaz haykırdı : «İşte rüyada gördüğüm aziz!» Ve atından inip hoca hazretlerinin ayaklarına düştü ve türlü niyazlar etti. Hoca hazretleri de sultana alâka gösterip kendisiyle sohbet ettiler. Mirza o sohbetin cazibesiyle hoca hazretlerinden fatiha rica etti. Bir müddet sonra Semerkant´ı fethetmek isteyen Mirza, tekrar hoca hazretlerinin huzurlarına yüz sürdü ve maksadını açıp medet etti. Hoca hazretleri buyurdular : «Fetih niyetiniz şeriatı kuvvetlendirmek ve tebaaya şefkat göstermek ise zafer sizin tarafımzdadır.» Mirza, şeriati kuvvetlendireceği ve halka şefkat göstereceği ahdiyle hoca hazretlerine söz verdi ve «Öyleyse varın ve başarın!» cevabını aldı.
*
Reşahat» sahibi :
— Hoca hazretleri Mirza Ebu Said´e demişler ki : «Düşmanla karşılaştığınız zaman ardınızdan bir sürü karga sökün edinceye kadar hamle etmeyiniz! Kargalar sökün eder etmez de hücuma geçiniz!» İki tarafın askeri karşılaşıp saf bağlıyorlar. İlk hücum Mirza Abdullah tarafından geliyor... Mirza Abdullah´ın süvarisi, Mirza Ebu Said´in sol cenahı üzerine yükleniyor ve bu cenahı çökertir gibi oluyor. Sağ cenaha da aynı hareketi yapmak üzere toplanırlarken birdenbire Ebu Said Mirza saflarının gerisinden bir sürü karga düşman istikametinde kanat çırpmakta... Sultan Ebu Said ve askeri bu kerameti görünce kalplerine kuvvet ve emniyet doluyor ve hep birden merkez istikametinde hücuma geçiyorlar. İlk hamlede düşman safları çatırdıyor, deliniyor, yıkılıyor ve merkezde boş yere kılıç sallayan Mirza Abdullah atından düşüp çamura batıyor ve atların ayakları altında eziliyor. Hemen başını gövdesinden ayırıyorlar ve zaferi gerçekleştiriyorlar.
*
Hasan Bahadır isimli bir Türkmen oymağının reisi :
— Sultan Ebu Said´in Taşkend´ten alıp Semerkant´a sürdüğü asker içinde ben de vardım. Bîr su kenarında saflar karşılaştı. Ben Sultan Ebu Said Mirza´nın yakınındaydım. Askerimiz aşağı yukarı yedi bin neferdi. Mirza Abdullah´ın askeri hem daha çok, hem de silâhtan yana daha kuvvetliydi.
Bu arada bizim askerimizden karşı tarafa katılanlar da olmuştu. Mirza Ebu Said bu vaziyet karşısında büyük bir ıstıraba düştü ve hayret ve dehşetle bana hitap etti : «Hey Hasan! Söyle, ne düşünüyorsun?» Cevap verdim : «Hoca hazretlerini ben de gördüm. Emniyetim yerindedir. Gönlünüzü hoş tutun ve hücum emri verin!» Askerimiz hep birden hücuma kalktı. Yarım saat içinde düşman perişan oldu ve o gün Semerkant fethedildi. Mirza Abdullah da asker eline düşüp öldürüldü.
*
Bizzat naklettiler :
— Mirza Abdullah´ın üzerine varıldığı zaman ben Taşkend´e yönelmiştim. Gördüm ki, bir beyaz kuş havadan yere düştü. Onu tutup öldürdüler. Anladım ki» o Mirza Abdullahtan işarettir ve o dakikada işi bitirilmiştir.
*
«Reşahat» sahibi :
— Zafer üzerine Hoca hazretleri, Mirza Ebu Said´in istirhamını kabul edip Semerkant´a gittiler. öldürülen Mirza Abdullah´ın akrabasından Mirza Babür´ün büyük bir ordu ile Horasan´dan hareket edip Mirza Abdullah´ın intikamını almak üzere Semerkant´a yöneldiği haberi gelmişti. Muzaffer Sultan Mirza Ebu Said, telâş ve ıstırap içindeydi. Hoca hazretlerine dert yanıp : «Benim, bu gelen orduya karşı koymam imkânsızdır! Ne yapayım?» diyordu. Hoca hazretleri kendisini teselli ve sükûnete davet ettiler ve bulundukları yerde düşmanı beklemesini tavsiye eylediler. O sırada Mirza Ebu Said´in yakınlarından bir topluluk, Mırza´yı Türkistan taraflarına kaçırmak ve orada saklamak üzere hazırlığa başlamışlar ve eşyalarım develere yüklemeğe koyulmuşlar. Hoca hazretleri manzarayı görüyor ve kaçma hazırlığına girişenlere öfkelenip, yükleri develerden indirtiyor. Sonra Mirza´nın karşısına çıkıp ihtar ediyor : «Nereye gidiyorsunuz? Kaçıyor musunuz? Buna ihtiyaç yok!. Müşkülünüzü burada halledebilirim. Buna kefilim! Gönlünüzü hoş tutun ki, Babür´ü sindirmek bizim vazifemizdir!..» Sultan Ebu Said´in beyleri bu sözlerden ıstıraba düştüler. «Hoca hazretleri bizi tbpyekûn kurban etmek istiyor!» diye söylendiler. Fakat Mirza Ebu Said, hoca hazretlerine bağlılık ve güveninden, onlar gibi düşünmedi ve Semerkant´ta kalmaya karar verdi. Beyler «Biz bu kadar askerle koca bir orduya nasıl karşı koyabiliriz?» iddiasında devam ettiler, fakat Mirza Ebu Said´i iknaa muvaffak olamadılar. Mirza Ebu Said, hazretlerinin tavsiyesiyle kalenin zayıf ve harap taraflarını çabucak tamir ettirdi ve düşmanı bekledi. Nihayet Babür´ün ordusu çıkageldi. önde, Halil Hindu isimli birinin kumanda ettiği bir pişdar kolu. Bu kol büyük kuvvetten uzakta bulunduğu için şehirden üzerine huruç hareketleri yapılıyor ve perişan ediliyor. Yaklaşan Mirza Babür, Ebu Said Mirza´mn iç kaleye çekilmiş ve orada kuvvetle muhafaza altına alınmış olduğunu görünce, kendisini eski hisara konuyor ve birdenbire hücumdan çekiniyor. Etrafa yiyecek tedariki için gönderilen askerler, burunlarını ve kulaklarını kaybetmiş olarak dönüyorlar. Semerkant köylüleri, bunları her bulduğu yerde yakalayıp burunlarını ve kulaklarını kesiyor. Bir taraftan açlık bir taraftan hastalık, Mirza Babür ordusunu kasıp kavurmaktadır. O sırada bir de hayvan vebası zuhur edip Babür ordusunun bütün atlarını helak ediyor, öyle oldu ki, at leşlerinin kokusundan o civarlarda barınılamaz oldu. . Nihayet Mirza Babür, Ebu Said ile anlaşma fikrine yattı ve maiyetindekilerden Mevlânâ Mehmet Muamma isimli zatı, Hoca hazretlerine gönderdi. Mevlânâ Mehmet Muamma ile hoca hazretleri uzun bir görüşme yaptılar. Elçi, hoca hazretlerine şöyle dedi: «Bizim Mirzamız son • derece gayretli, yüksek himmetli bir zattır. Ne tarafa yönelirse o tarafı temizler ve zaptetmeden dönmez.» Hoca hazretleri de şöyle cevap verdiler : «Eğer Mirza Babür´ün büyük babası Mirza Şahruh´un kalbimizde olan sevgisi ve üzerimizdeki hakları olmasaydı, neticeyi görürdünüz! Ben dedeleri zamanında Herat´taydım. Onun zamanında çok iyilikler ve himayeler gördük. Hakkını çiğneyemeyiz!» Elçi, Mevlânâ Mehmet Muamma, nihayet lâfı anlaşma noktasına getiriyor ve Mirza Babür´ün Mirza Ebu Said ile anlaşmak istediğini, bunun için hoca hazretlerine baş vurduğunu, kendileriyle yüz yüze görüşmek dilediğini ve kaleden dışarıya çıkıp ordugâha gelmeğe tenezzül buyurmalarını istirham ifadesiyle bildiriyor. Fakat Mirza Ebu Said, hoca hazretlerinin bizzat gitmelerine razı değildir. Aralarında istişareden sonra, yakınlarından Mevlânâ Kaasım´ı gönderiyorlar.
*
Bizzat naklettiler:
— Aradan zaman geçtikten sonra Mirza Ebu Said´e sordum: «Mirza Babür bizi istettiği zaman niçin çıkıp gitmemize izin vermediniz?» Dedi ki: «Mirza Babür gayet zeki, kurnaz, hoşa gitmeği ve riyakârlık etmeği bilen bir gençtir. Korktum ki, kalbinize girip sizi kendisine taraftar kılmasın ve bizi himmetinizden yoksun bırakmasın.»
*
Bizzat naklettiler :
— Mirza Babür´ün bir takım kâfirlerle Semerkant kapısına sokulup halka : «Biz senin kızlarınız ve oğullarınız için geldik!» dediğini işittim. Bu söz üzerine gönlüm Semerkant halkına merhametle doldu. Zira içlerinde salih kimselerden çok insan vardı. Bu yüzden, o tasallut taifesinin defi için birkaç gün gönlümüzü hacet dergâhına yöneltmemiz gerekti. Din düşmanlarının def´i için himmet sarfetmekte mahzur yoktur. Nebiler, ilâhî Tevhid istiğrakı içinde oldukları halde bu yolda çok himmet sarfetmişlerdir.
*
Bizzat naklettiler :
— Duydum ki, Mirza Babür tasavvuftan anlamak iddiasında imiş. Meclisinde tasavvufa dair musahabeler olurmuş. Kendisi bu taifeye itikat halinde imiş. Böyleyken bir gün eski hisarın üstüne çıkıp üstüste haykırmış : «Arifte himmet olmaz! Arifte himmet olmaz!» Ve ilâve etmiş : «Gerçi biz Semerkant´i alamadık ama, şunu anladık ki, Hoca Ubeydullah, bizi himmetiyle harap ettiğine göre her halde ârif değil!» Belli ki, Mirza bu sözün mânasını bilmiyormuş. Bilseydi böyle der miydi? Zira ârif öyle bir fâniliğe kavuşmuştur ki, kendisinin bütün beşerî vasıflan yokluğa karışmış ve kendisinde kendiliğinden eser kalmamıştır. Ondan ne çıkarsa onun değildir.
وَمَارَمَيْتَ اِذْمَيْتَ
Ve mâ rameyte iz rameyte
âyetiyle:
وَمَاقَتَلُوهُمْ وَلَكِنَّ اللَّهَ قَتَلَهُمْ
Vemâ katelehüm Velâ kinnallâhe katelehüm
âyeti bu mâna üzerindedir. Eğer böyle olmasaydı dünyayı kahir kuvvetlerine baş eğdiren nebileri izah etmek mümkün olmazdı. Hazret-i Nuh ile Hazret-i Hûd gibi ki, kavimlerini su ve rüzgârla helak ettiler.
* Bizzat naklettiler :
— Şeyh Muhiddin-i Arabi´nin «Fütuhat» isimli eserlerinde «Arifte himmet olmaz!» buyurmalarında mâna, arifin şahsında ve kendisinde himmet olmadığı, ârif şahsiyle ve kendiliğiyle mevcut olmadığına göre himmetin Allah´tan olduğu şeklinde anlaşılmak icap eder. Bu mânayı kestiremeyen, arifte hiç bir veçhile himmet yoktur farzeder.
*
Bu defa Semerkant sultanı Ahmet Mirza üzerine yürüyen öz kardeşi Mahmud Mirza´yı Hoca Hazretleri tarafından gönderilen nâme :
«— Ulular Semerkant şehri için «korunmuş belde» demişlerdir. Tarihler de böyle yazmıştır. Semerkant´a kasdetmek size uygun olamaz. Bu fakir, sizi çok sevdiğimden hizmet vazifemi yerine getirmek için bu işten vaz geçmenizi tavsiye ederim. Bugüne kadar öğütlerimi kabul etmediniz ve halkın heva ve hevesini dinleyip ikazlarımı nazara almadınız! Ne garip vaziyet!. Halk, kendi heva ve hevesine çalışır, bense size çalışıyorum. Semerkant´ta iyi ve sâlih insanlarla, muhtaç fakirler pek çoktur. Onları daha fazla darıltmak ve incitmek doğru değildir. Hususiyle yanık gönüllerin neye sebep olduğu malûmdur. Sâlihlerin ve mü´minlerin gönüllerini yaralamaktan korkmak lâzımdır. Bu fakirin, hiç bir şahsî garazı olmaksızın sırf Allah için ettiği iltimas ve ricasını kabul ediniz! Siz ve kardeşiniz, karşılıklı olarak birbirinize yardımcı olun ki, Allah´ın rıza ve inayetini kazanasınız!. Ve birlik, beraberlikle, tek istikamet üzerinde nizam bulaşınız!. Allah´ın öyle kulları vardır ki, Hak onları korumuş, «onlarla muharebe etmek benimle cenkleşmektir!» buyurmuştur. «Nice hadîs de aynı hikmeti tekrarlamıştır.»
*
Bizzat naklettiler :
— Mirza Ebu Said´in emirlerinden olup sonradan Mirza Mahmud´a katılan birine haber gönderdim : «İnat ve muhalefetten dönünüz! Bilmez misiniz ki, yüz bin kişi Hoca Abdülhalik silsilesinden bir kişiyle başa çıkamamıştır? Onlara saldıranlar yenilir. Bu taife tasarruf sahipleridir ve ne dileyecek olurlarsa o olur.»
«Reşahat» sahibi:
— Sultan Mahmud Mirza ve emirleri bunca nâme ve ikazlara rağmen akıllarını başlarına devşirmeyip Semerkant muhasarasına giriştiler. Askeri sayısız. Ayrıca dört bin nefer Türkmen muhafız. Sultan Ahmed Mirza bu kuvvete karşı duramayacak vaziyette... Kaçmak istedi ve bunun için hoca hazretlerinden izin rica etti. Hoca hazretleri şehir medresesindeydiler. Mirza´ya dediler ki: «Siz kaçarsanız tekmil Semerkant halkı başsız kalır ve esir düşer. Yerinizde kalıp gönlünüzü hoş tutun! Ben işe kefilim!. Düşman mağlûb olmazsa beni suçlu sayın!» Sonra medresenin tek kapılı bir hücresini açtırıp Mirza´yı içeriye soktular ve kendileri kapının eşiğine oturdular. Bir de kocaman bir hurç getirtip günlerce yetecek kadar erzakı içine doldurttular. Ondan sonra yüzleri sultana gelecek surette eşiğe oturup kendisini tatmine çalıştılar : «Semerkant düşecek olursa, siz bu hurcu yanınıza alıp ailenizle beraber, düşmanın gireceği kapının mukabil tarafındaki kapıdan çıkar, gidersiniz!» Peşinden, yakınları, Mevlânâ Seyyid Hüseyin, Mevlânâ Kaasım ve Mîr Abdülevvel ve Mevlânâ Cafer´i çağırttılar ve emir verdiler: «Tez gidin, surların burcuna çıkın ve Sultan Mahmud Mirza´nın askeri bozguna uğramadan benim yanıma gelmeyin!. Fareza o asker mağlûp olmazsa siz de gelmeyin!»
Mevlânâ Kaasım :
— Burcun üzerine çıktık ve murakabeye vardık. Bir an geldi ki, kendimizi göremez ve bulamaz olduk. Gördük ki, biz yokuz, ortada yalnız hoca hazretleri var... Sanki âlem, hoca hazretlerinin vücudu ile dolmuştu.
*
Muharebede bulunmuş bir sipahi:
— Biz, bir alay süvari, Sultan Mahmud Mirza askeriyle muharebe etmekteydik. Üstünlük düşman taraîındaydı. Ben arada bir surların burcunda murakabeye varmış olan azizlere göz atıyordum. Başlarını göğüslerine dayamış, sessiz ve hareketsiz, oturuyorlardı. Muharebe uzun sürdü. Az kaldı ki, karşı taraf bizi tepeleyip bitirsin.. Şehir halkı ümitlerini kaybetmiş, ne yapacağını bilemez hâle gelmişti. Birden, kıpçak çölü tarafından korkunç bir kasırga... Kasırga Sultan Mahmud ordusuna öylesine girdi ki, kimse gözünü açamaz oldu. insanlar ve hayvanlar devrilmeğe başladı. Çadır ve karargâh, sancak ve elbise havada uçuşuyor, bazı damlar bile kuru yapraklar gibi havaya savruluyordu. Sanki kıyamet!. Bu esnada Sultan Mahmud Mirza ve birkaç yakını bir hendeğe atlayıp ancak korunabilmiş. Fakat bir dağın kenarındaki bu hendeğin üzerine de dağdan kopan büyük bir kaya parçası düşmüş ve içindekilerden çoğunu öldürmüş.. Kaya parçasının düşüşünden öyle bir korkunç bir ses çıkmış ki, Türkmen süvarilerinin atları boşanmış ve sahiplerini çiğneyerek kaçmaya başlamış. Herkesin birbirini çiğneyip ezeceği bir ana-baba günüdür kopmuş...
*
«Reşahat» sahibi:
— Bu vaziyetten dehşete düşen Mirza Mahmud, atına atlayıp kasırga istikametinde dört nala kaçmaktan başka çare bulamıyor. Ordusu da arkasından... Onları gören Mirza Ahmed askeriyle Semerkant halkı da peşlerine düşüyorlar ve kendilerini beş fersah boyunca takip ediyorlar. Ellerine geçeni kılıçtan geçiriyorlar, sayısız mal ve silâh topluyorlar. İlâhî lütufla bu tepeden inme zafer karşısında, burç üzerinde murakabeye varmış olanlar, efendileri´ Hoca hazretlerinin huzurlarına dönüyorlar. Hoca hazretleri de Mirza Ahmed´i hücreden çıkarıp sarayına gönderiyor ve kendileri saadetle evlerine gidiyorlar.
«Reşahat» sahibi :
— Hoca hazretlerinin sultanlar üzerindeki tesirleri ve onları tasarruf etmekteki kudretleri gayet açıktı. Nitekim bu husustaki menkıbelerini öz ağızlariyle ifade buyurmuşlardır.
*
Bizzat naklettiler :
— Eğer ben şeyhlik etmeğe kalksaydım benim devrimde hiç bir şeyh kendisine mürid bulamazdı. Lâkin bize başka iş buyurdular. Bizim işimiz, müslümanları zalimlerin şerrinden korumaktır. Bu yüzdendir ki, padişahlarla ihtilâtımız vardır. Onların gönlünü avlamak ve dilediğimiz istikamete çevirmek bize vazife olmuştur.
*
Bizzat naklettiler :
— Allah bize öyle bir kuvvet vermiştir ki, eğer murat etsem, ülûhiyet dâvası eden Hata padişahını bir nâmeyle öylesine teşhir ederdim ki, sultanlığını bırakıp yalınayak ve üst baş perişan, kapımın eşiğine sürüklerdim. Ama bunca kuvvet ve kudretle, Allah´ın bu husustaki fermanını beklemekteyim. Bizim makamımıza edeb lâzımdır; ve edeb odur ki, kul, kendisini ilâhî iradeye tâbi kılsın.
*
«Reşahat» sahibi :
— Bir gün sultan Ahmed Mirza, Matürid köyünde Hoca hazretlerini ziyarete gelmişti. Sultan, huzurda, uzakça ve iki dizi üstünde edeple oturmuştu. Hoca hazretleri ise bir dizini dikip sultanla musahabe etmekteydi. Bir aralık sultanı hoca hazretlerinden gelen heybet öyle istilâ etti ki, kendisini bir titreme sardı ve alnında boncuk boncuk ter taneleri toplandı. Koca bir sultanın bu şekilde,teşhir ve tasarrufu, bütün müridlerin gözleriyle gördükleri bir vakıa oldu.
*
«Reşahat» sahibi :
— Hoca hazretleri, Sultan Mahmud Mirza ile, Ömer Şeyh Mirza ve Sultan Ahmed Mirza´yı muharebede barıştırdılar. Bu vakıayı, Mevlânâ Mehmed Kaadi´nin «Silsile-tül-Arifin» isimli eserinden takip edebiliriz : «Bir gün Semerkant´a haber geldi ki, Ömer Şeyh Mirza, Kıpçak çölü hanlarından Mahmud Mirza ile buluşup Ahmed Mirza´ya karşı harekete geçmek üzere yardımlaşmaya karar vermişler... Sultan Ahmed Mirza´da büyük bir kuvvetle üzerlerine varmaya davranmış ve Hoca hazretlerini yanma almış. Halk arasında rivayet şu : «Mirza, hoca hazretlerini sulh için götürüyor!» Hoca hazretleri asker arasında kırk gün kadar kalmışlar. Muayyen bir yere gelip te iki taraf karşılaşınca, ne muharebe, ne sulh teşebbüsü, ne bir şey... Kendisine, askerlerden bir kabalık vâki olmasın diye sultanın karargâhında büyük bir yer ayrılan hoca hazretleri Mirza´ya demişler ki: «Beni buralara niçin getirdiniz? Eğer cenk ise ben dövüşecek asker değilim! Sulh ise, günlerdir ne diye hareketsiz duruyorsunuz?» Ve dönüp gitmek istemişler. Mirza cevap vermiş : «Benim, sizin murat ve kararınızdan başka murat ve kararım yoktur. Her işde hüküm sizindir! Ne dilerseniz öyle eyleyelim!» Hoca hazretleri ata binip yola düştüler. Ardlarında, emirleriyle, bir bölük süvari... Doğru, Ömer Şeyh Mirza ve sultan Mahmud Mirza istikametini tuttular. Onlar da hoca hazretlerinin kendilerine geldiğini haber almış bulundukları için yarı yola kadar ilerleyip karşılamaya çıktılar. Ondan sonra hep beraber Şahrutî kasabasına gidildi. Hoca hazretleri sultan Mahmud Mirza´ya haddinden fazla iltifatta bulundular ve bütün konuşmalarında ona bakarak sözü idare ettiler. Ondan sonra sulh şartlarını tesbit ettiler : İki tarafın askeri karşılıklı saf bağlayacak ve ara yere büyük bir çadır kurulacak. Çadırda sultanlar toplanacak ve hoca hazretlerinin idaresi altında sulh şeklini kararlaştıracak. Bu tesbitlerden sonra hoca hazretleri Mirza Ahmed tarafına avdet ettiler ve kararı bildirdiler. Ertesi sabah sultan Ahmed Mirza´nın askeri, kararlaştırıldığı gibi, zırh giymeden, fakat silâhlarını kuşanmış olarak tayin edilen yere geldi. Saf olup durdular. Hoca hazretleri de Mirzaları almak ve getirmek üzere Şahrutî kasabasına gittiler. Hoca hazretlerinin tasarrufları Mirza Mahmud´un yüzünden okunmaktaydı; fakat Ömer Şeyh Mirza´nın halinde garip bir tutukluk ve ihtiyat vardı. Nitekim hoca hazretlerinin daveti üzerine Mahmud Mirza şevkle dışarı çıktığı halde öbürü, içinden hesaplı bir tavır göstermekten kendisini alamamıştı. Hoca hazretleri bu tavırdan alındılar ve Mirza Mahmud´u ikaz ettiler ve herhangi bir hileye karşı tedbirli olmaya davet eylediler. Peygamberler peygamberinin buyurdukları gibi «Deveni bağla, sonra tevekkel et!» Mirza Mahmud, askerini toplayıp, karşı tarafta olduğu gibi zırhsız, fakat silâhlı olarak hareket etti. Kısa zamanda üç padişahın askerleri birbirleri karşısında saf tuttular. Çadır orta yere kurulunca, her birlik «Çadır bana uzak, sana yakın!» gibilerden bir çekişmeye girişti. Münazaa uzadı. Hoca hazretleri iki saf arasındaydılar. öğle abdestini orada ve askerin karşısında aldılar. Sonra Mirza Ahmed´e haber gönderdiler : «Ben tek kişiyim ve bilhassa ihtiyarlık zaafı içindeyim. Sizin bunca meşakkatli yolunuza dayanmaya çalışmam birbirinize girmemeniz içindir. Kuvvet ancak bu kadar olur. Artık takatim kalmadı. Eğer bana güveniniz varsa çekişmeyi kesiniz! Çadırı hangi noktaya kurarlarsa kursunlar...» Mirza Ahmed bu ihtarı alınca hemen emir verdi: «Mâni olmayın! Çadırı düşmanlar nerede isterlerse orada kursunlar!. Benim itimat ve itikadım hoca hazret-lerinedir.» Çadır kuruldu. Sultan Ahmed Mirza maiyetleriyle geldiler. Hoca hazretleri de Mahmud Mirza ile Ömer Şeyh Mirza´yı getirdiler. Ahmed Mirza onları uzaktan karşıladı ve hoca hazretlerinin işaretleriyle Mahmud Mirza ile el sıkıştı. Ondan sonra Hoca hazretleri Ömer Şeyh Mirza´yı ağabeyi Ahmed Mirza´nın yanma götürdü. Ömer Şeyh Mirza ağabeyinin elini öpüp yüzüne gözüne sürerek ağladı. Manzarayı görenler de gözyaşlarını tutamadılar. Ondan sonra sultanlar çadıra çekildiler. Heybetli bir meclis oldu ve Mirzalar her noktada anlaşarak birbirlerine kılıç çekmemeğe ahdettiler. Ahitname yazıldı ve üçü tarafından imzalandı. Ahit gereğince, Taşkend, hoca hazretlerinin delaletiyle Ah-
med Mirza´dan Mahmud Mirza´ya geçmişti. Fatiha okundu ve Mirzalar birbirlerine veda edip ayrıldılar.
*
«Reşahat» sahibi:
— Hoca hazretlerinin Mirzaları birbirleriyle barıştırdıkları sırada", yakınlarından biri keşif âleminde şöyle bir levha görmüş : Bir meydanda üç azgın deve... Üçü de birbirini dişleme ve parçalama vaziyetinde... Hoca hazretleri bunları yularlarından yakalıyorlar ve birbirini ısırmaktan alakoyuyorlar.
*
Mevlânâ Mehmed Kaadi´nin eserinden :
«— O gün halk, hoca hazretlerinin tasarruflarından hayret ve dehşetler içinde kaldı. Herkes birlik halinde hoca hazretlerinin ululuğunu ikrar etti ve kuvvet ve tasarrufun hoca hazretlerinde kemâl bulduğunu kabul etmek zorunda kaldı. Anlaşma ve barışmadan sonra Hoca Hazretleri Mahmud Mirza´ya «Siz Taşkend´e gidin! Ben de başka bir yoldan gelir, size kavuşurum!» buyurdular ve yakınlariyle yola çıkıp memleketlerine yöneldiler. Yolda şöyle buyurdular : «Bu işlere ne dersin? Bunlar kitaba yazılacak şeyler!» .
*
Hoca hazretlerinin ticaret işlerine bakan Mevlânâ Necmeddin :
— Bir kere büyükçe bir topluluk halinde, develerimize ticaret eşyası yüklemiş, gelirken, yolumuzu eşkıya kesti. Kervan halkı onları görür görmez büyük bir dehşete kapıldı. Hepsi birden, mallarını gitmiş ve kendilerini esir düşmüş farz etti. Ben içimden düşündüm ki, Hoca hazretlerinin bana emanet edilmiş mallarını cenk etmeden eşkıyaya teslim etmek müridlik şanına uymaz. Böyle bir hareket merdlik ve insanlıktan uzaktır; ve en iyisi, o mallarını muhafaza yolunda şehit olmaktır. Bu fikirle hoca hazretlerinin ruhaniyetine sığındım ve kılıcımı çektim. O anda kendimi hoca hazretlerinin şeklinde gördüm ve eşkiya üzerine at sürerek, kılıç çalmaya başladım. Bir de ne göreyim? Eşkiya kervanı bırakıp kaçmıyor mu? Halbuki eşkiya bizden fazlaydı ve benim muradım şehitlikten başka bir şey değildi. Kervan halkı bu hâle benden ziyade hayret etti. Kaldı ki, ben, ömrümde cenk etmiş, cenk nedir bilmiş bir insan değildim. Bu işin hoca hazretlerinin tasarrufundan olduğunu anladım ve dönüşümde inanılmaz hâdiseyi kendilerine bütün teferruatiyle bildirdim. Buyurdular : «Zayıflar kuvvetli düşmana rastladıkları zaman kendi kuvvetlerinden geçerler ve büyüklerin ruhaniyetine yapışırlarsa Allah onlara öyle bir kuvvet verir ki, onunla din düşmanlarını yenerler.»
*
«Reşahat» sahibi :
— Hoca hazretlerine edepsizlik ve yakınlarına haksızlık eden kimselerin uğradıkları feci akıbetler sayıp dökmekle bitmez.
*
«Reşahat» sahibi:
— Şeyh zâde İlyas isimli, mürşidlik dâvasında biri Hoca hazretlerine karşı edeb dışı tavırlar almıştı. Bir gün Hoca hazretleri kırlardan geçerken bir tarlada bir harman yeri görüyorlar. isçiler buğdayı savurmakta ve taneyi samandan ayırmaktadır. Harmanın kime ait olduğunu soruyorlar ve Şeyh zade İlyas´a ait olduğunu öğrenince atlarından inerek yerden bir başak alıyor ve
tanesini samanından ayırıp savuruyorlar. Haber Şeyh zade İlyas´a gidince son derece üzülüyor ve diyor : «Hoca bizim harmanımızı yele verdi!» Doğrudur! Artık onun silsilesi kesik ve perişan... Şeyh zade İlyas, hoca hazretlerini şeriat dışı işler yapmakla suçlandıran adam...
*
Kaadi Ebu Nasr Taşkendî :
— Hoca hazretlerinin zuhurları sırasında Taşkend´de irşad makamına kurulmuş şeyhler pek çoktu. Bunlar hoca hazretlerine kıskançlık ve aykırılık gösterdiler ve teker teker silinip gittiler. Hoca hazretleri Bağistan´dan Taşkend´e gelip isteklileri irşada koyuldukları zaman orada, zahirî ve bâtınî ilimlerde kuvvetli bir şeyh vardı ve etrafına kalabalık bir halka çekmişti. Hoca hazretlerinin tasarruflarını görünce hasedinden çatlayacak hale geldi ve kendilerini tasarruf edip müflis göstermek için bir gün meclislerine gitti. Gözlerini hoca hazretlerine dikti ve ona altından kalkılmaz bir yük havale etmek için çalışmaya başladı. Hoca hazretleri de onun tasarrufunu defetmeye baktılar. Böylece bir saat geçti. Nihayet Hoca hazretleri birdenbire ayağa kalkıp şeyhe yaklaştı. Şeyhin yanında duran havluyu çekti ve onun yüzüne çarparak buyurdu : «Aklını bozmuş bir dîvane ile ne diye uğraşıyorum?» Ve çekilip gittiler. Bu karşılık üzerine kendinden geçip yere yuvarlanan şeyh, aklını bozdu ve bütün bilgisini kaybetti. Pazarlarda çırıl çıplak gezmeğe kalkışacak kadar muvazeneden yoksun kaldı.
*
«Reşahat» sahibi:
— Semerkant müftüsü, hoca hazretleri hakkında söylemediğini bırakmayan bir adam... Bir gün meclisinde yine ağzına geleni söylerken, hazır bulunanlardan biri ona diyor ki : «Bu ettiğiniz gıybet gayet kötü bir şeydir ve hakka tam aykırıdır. Siz de tasdik edersiniz ki, eğer hoca hazretleri mükemmel bir velî değilse, her halde devlet sahibi bir insandır. Böyle bir insanın meziyetlerini görmemek size reva mı?» O anda çekiştiriciye öyle bir hâl olmuş ki, öz ağziyle şu itirafta bulunmuş : «Haklısınız! Ama ne yapayım ki, nefsim beni bırakmıyor, böyle konuşmaya zorluyor!» Herkesin ağzı açık kalmış.
*
Mevlânâ Kadızade´nin eserinden : Bizzat naklettiler :
— Sultan Ebu Said Mirza´nın ölüm haberi geldiği gün yolda o müftüye rastladım. Gözlerini benden ayırıp başka tarafa bakarken tahkir edici bir sesle : «Esselâmü aleyküm» dedi ve durmadan atını sürüp gitti. Halbuki iki gün evvel yolda yine bize rastlamış ve türlü alâkalar göstermişti. Bu tavrı üzerine anladım ki, bir maksadı var... Birkaç gün sonra öğrendim ki, müftü, şehrin büyükleriyle birlik olmuş ve artık meclisimize gelmemek ve sözümüze itibar etmemek hususunda bir çoğunu kandırmış. Hattâ mal ve mülkümüze el konabileceğine dair fetva vermeğe bile kalkışmış.
*
«Reşahat» sahibi:
— Hoca Mevlânâ ismindeki bu müftünün hoca hazretlerine etmediği düşmanlık kalmamıştı. Hoca hazretlerinin dünya nimetlerini toplamaktan, mal ve para cemetmekten başka emeli olmadığını yayıyor, onu bir sahtekâr olarak belirtiyordu. Nihayet bütün itibarını kaybetti ve tek başına sefil ve perişan, ortada kaldı. Bu haliyle bile «Bizim bu perişanlığımızı hocanın tasarruf ve kerametine yormayınız!» diyor ve hakka yanaşmıyordu. Nihayet feci bir ishale tutuldu ve necaset içinde öldü. öleceğine yakın, daha önce de olduğu gibi suçunu itiraf ediyor, her şeyi nefsine uymak yüzünden yaptığını söylüyor ve hoca hazretlerinden af rica ediyor. Hâle şahit olan, eski müftünün bu sözlerini hoca hazretlerine anlatmış... Diyor ki «Hoca hazretlerine arzettim. Gayet müteessir oldular. Öyle hissettim ki, onun suçundan geçip af buyurdular.»
REŞAHAT
- Önsöz
- Hoca Ubeydullah Taşkendi
- Hoca Yusuf Hemedani
- Hoca Ubeydullah Bekri
- Hoca Ahmed Yesevi
- Mansur Ata
- Said Ata
- Süleyman Ata
- Hakim Ata
- Zengi Ata
- Uzun Hasan Ata
- Seyyid Ata
- İsmail Ata
- İshak Hoca
- Sadb Ve Bedr Atalar
- Şeyh Cemaleddin
- Abdulhalık Gucdevani
- Abdulhalik Gucdevanî Hazretlerinin 8 düsturu vardır ki, tarikatın temel ölçülerini temsil, kemâl rejiminin muhteşem planını teşkil eder:
- Hoca Ahmed Sıddık
- Evliya-Yı Kebir
- Hoca Dehkan Kılleti
- Hoca Zeki Hudabadi
- Hoca Sokmani
- Hoca Garib
- Hoca Evliya-yı Parisa
- Hoca Hasan Saveri
- Hoca Evketman
- Hoca Evliya-yı Garibi
- Hoca Süleyman Kermini
- Hoca Mehmed Şah Buharı