YAŞADIĞI ÇAĞ VE ETKİLERİ

109- Abbasi Devleti, Emin, Me´tmın Kavgası:

İmam Ahmed´in (Allah ondan razı olsun) yaşadığı çağ, Abbasi­ler devrinin en parlak devridir. Onun yaşadığı devirde, herşey son doruğuna çıktı. Acı, tatlı bütün meyvelerini verdi. Bunların boğazdan * kolay geçeni de var, boğaza tıkılıp kalanı da. Birşey zaten nasıl olursa olsun, bütün özelliği ile olgunlaşır.

Siyasi bakımdan Abbasi Devleti istikrar buldu, bütün kuvvet onun elinde; karşısında hesaba katılacak gibi bir muhalif kuvvet kalmadı. Haricilerin kuvveti kırıldı, bu devlete karşı bir girişimde bulunacak halleri kalmadı. Harun Reşid´den sonra, Hz. Ali evlâdının, amcaları oğulları Abbasilere karşı harekete geçecek kuvvetleri yoktu. Her ne zaman bir harekete kalkışsalar, mağlup oluyorlar, boşuna yorulup eziliyorlardı.

Evet devlet, gerek akrabaları sayılan Ali evlâdından, gerekse ya­bancı olan haricilerden, bu her iki muhaliften kurtulmuştu Fakat devletin içinde, kendi aralarında çekişmeler başgösterdi. Veliahdhk mes´elesi, bunun en açık görüntüsüdür. Halife, kendisinden öncekinin sözünü tutmaz oldu. Emin ile Me´mun kavgası bunun canlı bir delilidir, bu kavga, Emin´İn öldürülmesi, Me´mun´un galip gelmesiyle bitti. Fakat bu her yönden neticesi iyi olmayan bir zaferdir, hattâ kötü neticelen olan bir zafer. Zira Emin, Me´mun kavgası, İran yanlısı ordu ile Arap or­dusu arasında bir kavgadır. Emin mağlup olunca, bu Arapların yenik düşmesi demektir. Artık Abbasi Devleti´nde Arapların sözü geçmeye­cektir.

110- Siyasi Nüfuz Çekişmeleri:

Emin Me´mun Kavgası bitince devlet istikrar buldu. Me´mun içeride sükûnu sağlayınca cihada, fütuhata başladı. Arkasınaan Mu´tasım ve Vâsık da aynı şekilde hareket ettiler. İslâm Devleti, dehşet salan kuvvetli bir devlet oldu. Fakat içinde za´if unsurları taşıyan bir devlet, çünkü bu halifeler hâkimiyetlerinde Acemlere, yani Arap olmayan unsurlara dayandılar. Önce Halife Me´mun İranlılara dayan­dı. Ondan sonra Mu´tasım Türklere dayandı. Bütün kuvvetlerini on­lardan teşkil etti. Harblerde hep onlara itimad etti, kuvvet onlardaydı. Sonra bunlar devlet´te zayıflık âmili oidu. İdareyi ellerine geçirdiler, halifeleri öldürmeye başladılar, iş yalnız onların idaresinde kaldı, başka­ları karışamaz oldu. Her biri kendi baştna buyruk oldu. Kendisine sığını­lan dini kuvveti saymadılar. Bundan sonra İslâm Devleti, bir çok devlet­lere ayrıldı, parçalandı, siyasi bir çatı altında toplanarak bir durumu kalmadı.

111- Bu Çalkantı İçinde Siyasete Karışmadı:

Siyasî durumun görüntüsü işte bu haldeydi, böyle olgunlaştı, böyle diktiler, mahsulünü böyle biçtiler. İmam Ahmed, bunlardan bir bölü­müne yetişti, bunları gözü ile gördü. O ki, Şeybâni kabilesinden bir Arap´tır, dedesi bu devletin kuruluşunda çalışmıştı, babası bir askerdi, ancak arapların böyle zillete düştüğünü görmeden öldü. Bu durum Ahmed´in beğeneceği bir hal değildi. Fakat ne yapabilirdi? Ona harp ilân edecek hali yok, o kılıç adamı değildi. Böyle şeylerde teşvikçi olamazdı. İslâm devletinin yıkılmasında parmağı olsun, böyle şeylere asla razı olamazdı. Çünkü bir fitneye teşvik etmek, devletten bir parça koparmak demek olur. Her fitne bir bağ koparırsa, devlet yıkılır. Onun için o, bu halden memnun olmamakla beraber, kızıp ta halifeleri, idare­cileri tenkit etmedi. Devlete yardımcı olanlara dil uzatmadı, birine dil uzatmak, taan etmek, kötülemek; onun asla âdeti değildi. Onun öfkesi­nin belirtisi, kendi ahlâk ve terbiyesine uygun olanı yapmaktı ki, o da onlarla münasebette olmamak, kendini ilme vermek. Onun için siya­setle alâkayı kesti, onunla ilgili bir şeyde bulunmadı.

112- Ebû Hanife İle Mâlik Arasında Bir Yol Tuttu:

İmam Ahmed´in bu tutumu, kendinden önce geçen iki imamın tutumları arasında bir davranıştır. Onlar da biri İmam Mâlik, diğeri Ebû Hanife dır (Allah cümlesinden razı olsun.) İmam-ı A´zam Ebû Hanife siyasileri, dersinde tenkit ederdi. Fetvalarında geçen bazı ibare­leri, buna insanları teşvik edicidir. O, Siyasete karışırdı. Devlete karşı ayaklanan Hz. Ali Evlâdına yardım etmeye halkı teşvik ettiği yine fetvâ-larındaki sözlerinde var. O siyasilere karşı susmadı. Açıkça onlara karşı durmayı da ilân etmedi. Ancak sözleri arasında buna işaret etti. Onları tenkit eder, levmeder, konuşmalarında onların aleyhinde sözler sarfe-derdi. Bütün bunlardan anlaşılıyor ki, o, onlara karşı gelmeyi, bağıy-isyan saymazdı. Ancak kendisi böyle karşı çıkanlara fiilen katılmış değildir.

İmam Mâlik ise, Devlet´e karşı gelmeyi hiç bir suretle caiz gör­mezdi. Buna asla teşvik etmedi. Onları ıslah ederim ümidiyle idareciler­le, valilerle temas halindeydi. Zulüm yapmalarına meydan vermemek, kötülüklere engel olup iyiliğe çevirmek maksadıyla onlarla görüşürdü.

İmam Ahmed´e gelince, bu iki imam arasında orta bir yol tuttu. Hiç bir suretle fitneye çağırmadı, teşvik etmedi, bir tenkitçi sıfatıyle ne açıktan, ne de kapalı surette bir işaret yoluyla onlara tarizde bulunmadı. Onlara yüzsuyu da dökmedi, onların hediyelerini de kabul etmedi. O, zühd içinde yaşadı, malına şüpheli bir şey karıştırmadı. Onların hediye­lerine bakmadı. Tam mânasiyle kendini ilme verdi.

113- Mu´tezile´ye Karşı Tutumu:

O, İran nüfuzunun hâkim olduğu zamanda yaşadı. Daha ince ve doğru bir deyimle, ilim ve hükümde nüfuzun Mu´tezile taifesinin elinde bulunduğu, Me´mun devrinde bulundu. İmam Ahmed, Mu´tezilenin akaid konusundaki tutumunu, Selef-i Salih´in yolundan bir ayrılış görüyor, bu yolu Sünnete muhalif buluyordu. Matlup olan ilim, Mu´tezile´nin bu yaptığı değildi. İlim ve hakikat arayıcısı böyle yapmaz. Halifelerin, Mu´tezile´yi tutması, Ahmed´in onlardan yüz çevirmesine de sebep oldu. O, Mu´tezile´nin bid´atçı gördüğü bu tutumuna karşı sus­madı. Halkı Mu´tezile ile görüşmekten, onlarla düşüp kalkmaktan, onların yoluna uymaktan nehyederdi. Onlarla bu gibi şeyleri bahsedenleri, onların ipiyle kuyuya inmek sayardı, ip kopar, içinde kalınır. Bu, bid´at kapısını açmaktır, kapı açıldı mı, içeri neler dolar, neler...

İmam Ahmed´le Mu´tezile´nin tutumunu, bir kaç kelimeyle de olsa, biraz açıklamadan bırakmayacağız. Onlann fikir yoluyla, Ahmed´in yolu neden çatıştı, aralarındaki bu ayrılıktan neler doğdu, anlamaya çalışa­lım.

114- Zındıklara Cevap Vermek İçin Mu´tezile Lâzımdı:

Abbasiler devrinde Mu´tezile´nin bulunması zaruri birşey olmuş­tu. Çünkü bu çağda, bir takım zındıklar ortaya çıktı. Bazı dinsizler türedi, bunlar, İslâm Cemaatı arasında bir takım fâsid fikirler yayıyorlar, İslâmı yıkıcı plânlar hazırlıyorlar, Müslümanlara karşı hileler düzüyorlar, onları , küçük düşürücü işler kuruyorlardı. İçlerinden bir kısmı, İslâm hâkimiye­tine son verip İran hâkimiyetini kurmaya çalışıyordu. Halife Mehdi zamanında Abbasi Hükümetine karşı ayaklanan Horasanlı Mukanna´ bunlardandır. İşte bunun için halifeler, bu zındıklara son vermek için kılıçları çektiler, onların yıkıcı sözlerini reddeden, çürüten âlimleri tutup buna teşvik ettiler. Bu zındıklara karşı cevap veren Mu´tezile oldu. Akılcı olduklarından, akılcı delillerle, kuvvetli hüccetlerle onları sustur­dular. Halifeler de onları takdir edip kendilerine yaklaştırdılar. Mansur ve Mehdi zamanında saraylarının kapılarını onlara açtılar. Sonra Me´mun, Mu´tasım ve Vâsık devrinde bu hal daha kuvvetlendi, vezirler, hâcibler, katipler onlardan oldu. Me´mun kendisini onlardan sayardı. Onlann kullandığı delilleri kullanır, onların usulü ışığında mü­nakaşa yapardı. Onun için Me´mun devrinde ilmi nüfuz, Mu´tezile´nin elindeydi, hattâ idare ve hâkimiyet de onlardaydı.

Türeyen bu zındıklara, mecusilere ve diğer sapıklara karşı İslâmı müdafaa için cevap veren Mu´tezile´nin ortaya çıkışı, akaid mes´elele-rini isbatta yeni bir yolun meydana gelmesine sebep oldu. Sahabe ve tabiin gibi Selef-i Salih devrinde bu tarz istidlal me´lûf birşey değildi. Sonra Mu´tezile, bu münakaşalarda silâhlarını bileyip daha keskin yapmak için felsefeden de birşeyler aldılar. Bundan başka düşmana karşı aynı silâhla mukabele etmek, daha kesici olduğundan hücum ve müdafaada onlann taktiğini kullanmaya başladılar. Böylece karşılarındaki düşmanın daldığı mes´elelere onlar da daldılar. Böylece SeleT-ı Salih´in düşünmediği bir takım felsefe mes´eleleri ortaya çıktı, kurca­lanmaya başladı: İnsan iradesi, kulun fiilleri, Allah´ın bunlar üzerinde sultası, konuşulur oldu. Allah Teâlâ´nın sıfatlarından bahsedildi, onlar zâtının aynı mı, gayri mi? Zat ile Sıfat birşey mi? Yoksa zat başka, sıfat başka birşey mi? (Zat üzerine zaid, zat ile kaim sıfatlardır dediler) Bunlar münakaşa edilmeye başlandı. Onlar bunlardan bahsededur-sun, fukaha onlann bu tutumlarını beğenmeyip yüz çevirdiler.

115- Mu´tezile İle Hadis Alimleri Arasındaki Ayrılıklar

Mu´tezile´nin bu tutumunu, fukaha ve Hadis Alimleri beğendiler, çünkü bu, akaid mes´elelerine istidlal hususunda, sahabenin ve tabiinin yoluna uymayan bir tutumdu. Her ikisi de dine hizmet içinde olan bu iki fırka, pek tabii ki, birbiriyle bağdaşamazlardı, çünkü mantıkları, dü­şünce tarzları ayrıydı. Fukaha ve Hadis alimleri dini kitap ve sünnete göre tarif ediyorlar, onlardan alıyorlar, Kur´an-ı Kerim´i ve Hz. Peygam­berin Sünnetlerini anlamada yollan bu, onların nasslarının ibare ve işaretlerinden hüküm çıkarıyorlar. Nass olmıyan yerde ancak rey ile içtihad yapıyorlar, varabildikleri son nokta bu. Mu´teziie ise, akaid mes´eielerini isbat ederken, akli kıyasları kullanıyorlar, bu bakımdan mantık ve felsefeye de baş vuruyorlar.

İşin gelişi, olayların akışı, her iki tarafın da kendi ihtisasları saha­sında kalmasını gerektirir. Fukaha, Kur´an ve Sünnetin nasslarını an­lamada, onlardan İslâmî hükümleri alma da, onların gölgesinde içtihad yapma yollarında yürüsünler. Mu´tezile de İslâm akidesini beyanda, düşmanlara karşı dini müdafaada bildiklerini yapsınlar, bu hususta düşmanları yenmek için, bu kavgada zafer kazanmak için diledikleri vasıtaya başvursunlar!

Fakat, Me´mun ve ondan sonra halife olanlar, Mütevekkil devrine kadar, Kur´an mahlûk mu mes´elesinde ulemayı, Mu´tezile´nin görü­şünü kabule zorlamaya kalkıştılar; nasıl ki, bunu yukarıda etraflıca açıklamış bulunuyoruz. İki grup arasında çatışma şiddetli oldu. Bu yüzden Mu´tezile fukahaya, Hadis âlimlerine düşman kesildi. Bu yüzden Ahmed, (Allah ondan razı olsun) boyuna rahatsız edildi. Yukarıda geçtiği üzere şiddetli işkencelere, sert muamelelere maruz kaldı.

116- Onun Çağında Zengin Bir Fıkıh Serveti Vardı:

Şimdi biz, devletten, ona yamannan âlimlerden, devletin gölgesine sığınanlardan sözü burada keselim de, bu çağdaki fıkıh ve Hadis ilmin­den biraz bahsedelim:

Yukarıda bu çağ, her şeyde bir olgunluk, kemâl çağıdır dedik. Evet öyledir. Fıkıh bu çağda olgunlaştı, doğru bir istikamet tuttu, Ulema birbiriyle görüştüler, buluştular, konuştular. Fıkıh mes´elelerini müza­kere ettiler. Fıkıh ne yalnız Basra ve Küfe, ne de Suriye ve Hicaz´da değil, bütün ,İslâm dünyasında konuşuldu, yaygınlaştı. Muhtelif sebep­lerle yapılan seyahatlar sayesinde her şehrin, her beldenin ulemâsı, diğer şehirlerin âlimlerinin bildiklerini öğrendiler. Tâbii´nin ve onlardan sonra gelen âlimlerin çalışmalarının mahsulünü aralarında müzakere ettiler. Böylece Hicaz fıkhı yani ehli Hadis fıkhı ile Irak fıkhı yani ehli Dirâye fıkhı birbiriyle tanıştı ve kaynaştı. Bakıyoruz, İmam Şafiî Hazretleri, muhtelif şehirlerdeki Irak, Şam ve Hicaz fukahasının çalışmaları meyvelerini kendi kitaplarında toplamış, bunu açıkça görü­yoruz.

Bu devirde müçtehitlerden her birinin bir fıkıh mecmuası tedvin olunup yazılmıştır. İmam Malik Muvatta mı yazdı, ondan sonra talebe­leri, Mâliki fıkhını bir arada toplayan El-Müdavvana´yı yazdılar. İmam Ebû Yusuf, fıkhının bir kısmını ihtiva eden Haraç gibi kitaplar yazdı, İmam Muhammed Irak-Hanefi fıkhını toplayan fıkıh kitaplarını yazdı. Sonra İmam Şafiî, eskiden bazılarının Mebsût dedikleri o muazzam eseri; El-Umm kitabını yazdı ki, bu o devirde fıkhın nerelere ulaştığını gösteren canlı bir misaldir, fıkıh ve istinbat, içtihad ile ilgili hususların ne kadar olgunlaştığını, fıkhın ne kadar tekâmül ettiğini gösteren bir delildir.

İmam Ahmed, ortada bu çok zengin ve büyük fıkıh servetini buldu. Onların çoğunu okudu. Bazılarını ders olarak dinledi. Meselâ İmam Şafiî ikinci defa gelişinde Bağdad´da oturduğu zaman ondan, onun kitaplarını okudu, çünkü o zaman, Risalesini, talebesi Za´ferâ-ni´nin rivayet ettiği Mebsut´unu yazmıştı. Ondan önce frak fukahasının kitaplarını okumuştu. Tarihçiler, onları okuduktan sonra, Irak fıkhından vazgeçti, diyorlar. Onlar bunu demeseler bile, onun mesleği Irak fık-hiyle bağdaşmıyor. Onlara uymuyor. Böylece Ahmed, bütün fıkıh mah­sullerini gördü demektir. Onlarla aklı, fikri beslendi. Önlardakileri o kabul etti, etmedi, o ayrı bir mes´ele, fakat onlardaki fikir gıdasını tatmış oldu., onları tanıdı. Böylece Hadis ve Sünnet ilminin dışında bilgi ufku açıldı ve Hadis ilmi galip olmak üzere, Hadis, fıkıh karışık bir fıkıh meydana çıktı. Onun fetvalarına âsâr denildi, fıkıh denilmedi. Çünkü Hadis yönü galip.

İmam Ahmed´in yaşadığı bu fıkhın olgunlaşma nevrinde, fıkıhtaki yeni ıstılahlar doğmaya başladı, istinbat ve içtihad usulleri tesbit edil­mek lüzumu hissolundu ki, böylece Usûl-u fıkıh, ilmi doğdu. Bu işin yükünü, (Allah kendisinden razı olsun) İmam Şafiî Hazretleri üzerine aldı. İmam Şafiî, cüz´i mes´elelerin halli ve fetva ile meşgul iken, sonra­ları fıkıh hakkında külli bir surette düşünmeye başladı. Bu suretle istin­bat ve içtihat kaide ve yollarını tesbit eden risalesini yazdı. Bunda umumî kaidelerin doğruluğunu isbat edip gösterdi. İmam Şafii hakkında yazdığımız eserde anlattık ki,[1] o, bu işe Mekkei Mükerreme´de ikamet ettiği sırada başlamış oldu, orada Mâliki fıkhını ve Hanefî, İrak fıkhını gördükten sonra bu fikir doğmuştu.

Bu iki fakih arasında mukayese yapıyor, fer´i mes´eleleri asıllarına irca1 ediyor, bütün mes´elelerle başkaları arasındaki müşterek unsurlar aranıyor, taranıyordu, bu 184 yılından sonra Bağdad´a döndükten sonra oluyordu. Daha önce Mekke´de yaptığı çalışmaların fikir mahsul­lerine, şimdi yenisini katıyordu. İmam Ahmed, İmam Şafiî ile iki defa buluştu; biri Mekke´de bu tür çalışmalarını yaptığı sırada, ikincisi de Bağdad´a gelip orada çalışmalarının mahsulünü yazdığı sırada.

Bu görüşmeler iki defa oldu, İmam Şafiî içtihada usullerini, hüküm yollarını beyan eden usul-u fıkıh kaidelerini, Bağdad´da ikamet ettiği ikinci gelişinde yazmaya başlamıştı. Bağdad´da bu görüşmeler sırasın­da, bunlar İmam Ahmed´in dikkatini çekti, İmam Şafiî´nin düşünce tarzı, aklını çalıştırması, onun hayranlığını mucip oldu. Arkadaşına bile: «Eğer bu gencin aklından istifade etmek fırsatını kaçımsan, bir daha ele geçiremezsin.» demişti. İmam Şafii Bağdad´da oturduğu sürece, onunla görüşmeğe devam etti: Bu dört sene kadar sürdü. Onun üstad-lanndan bahsederkenHmam Şafiî´den ne kadar istifade ettiğini yukarıda

anlattık.

Bütün bunlardan görülüyor ki, her şeyin olgunlaştığı, toprağa sağ­lam tutunup dimdik ayağa kalktığı bu devirde, İmam Ahmed, din ilimleri ve başka ilimler dahil, büyük ve zengin bir fıkıh serveti buldu. Onlardan faydalandı, alacağını aldt, iyi beslendi, muhtelif ilimlerin unsurlarını karıştırdı, onları hazmetti, neticede bir ilmi karışım oluştu! Hadis yönü galip bir fıkır): Hem sünnet, hem fıkıh, ikisi bir arada, İşte onun yaptığı bu.

117- Hadis İlminin Gelişimi:

İmam Ahmed´in çağında Hadis ilmi çok gelişti. Ondan önce Sünnet ve âsâr araştırması tekâmül etmemişti. Hz. Peygamberden (Ona Salat ve Selam Olsun) rivayet eden çoktu, fakat sahih olanla sahih olmıyanı bilmek, sadık olanla olmıyam ayırmak için kaideler kon­mamıştı. Bu iş zaptı-rabt altına alınmamıştı. Emevl Halifesi Ömer İbni Abdulaziz, insanlar arasında yayayım diye sahih olan Hadisleri top­lamak istemişti. Fakat bu maksadını tamamlamadan önce, Hakkın rahmetine kavuştu.

Ulema sünneti tedvine, Hadisleri yazmaya başlamıştı. İmam Mâlik Muvatta´ı yazdı. İmam Şafiî´nin müsnedi toplandı. İmam Ebû Yusuf´un âsârı,İmam Muhammed´in âsârı, Irak fukahasından bu ikisinden başkalarının âsârı hep toplandı. Fakat bu âna kadar, sahih Hadisleri toplayan bir iz yok. İmam Mâlik´in, Muvattaı´nda ona göre sahih olanlar var ve bunların hepsi de Medinei Münevvere´de oturan ashabın âsârı, keza Irak´ta oturan sahabe ve tâbiî´nin senetleriyle riva­yet olunan Irak´lıların âsârı, Şamlılardan nakil olunanlar da böyle. İkinci yüzyılın ortalarına gelince, Hadis ilmi için muhtelif yerlere gitmek başla-dt. Bazıları Hicaz´a gider, orada Hicazlıların rivayet ettikleri Hadisleri toplardı, Mekkei Mükerreme´de Süfyan b. Uyeyne´yi, Medinei Mü­nevvere´de İmam Mâliki dinlerlerdi. Basra´ya Kûfe´ye gidip Sahabe ve Tâbii´lerin rivayet ettiki Hadisleri dinleyenler oldu. Yemen, Şam gibi yerlere gidip o yerlerde bulunmuş olan ashab ve tabiinden naklolunan sahih Hadisleri dinleyenler vardı.

İmam Ahmed çağında, muhtelif ülkelerdeki Hadisleri toplama işi oldu, böylece muhtelif fıkıh bablanna göre Hadisler bir araya toplanmış oldu. Bunlar senedleri gözönünde tutarak mukayese yapıp ne hüküm ifade ettikleri incelendi, tearuz halinde hangisi daha kuvvetli, hangisi nâsih ve mehsûh, bunlar araştırıldı.

Memleketlerin birbirinden uzak bulunması yüzünden muhtelif riva­yetlerin bir arada toplanmış olmaması, fıkhı incelemelerin noksan kal­masına sebep oldu, bu boşluğa da kıyas ve içtihad ile doldurdular, fakat muhtelif rivayetler, ilim seyahatleri ile, bir araya toplandıktan onra Hadis fıkhını doğru şekilde incelemek imkânı doğdu.

İşte Ahmed İbni Hanbel, bu meydana daldı, bu sahada dolaştı ve meydanın öncüsü, mücahidi ve muhafızı oldu. Onun yazmış olduğu Müsned kitabı bütün beldelerdeki Hadisleri toplayan ilk kitaptır, kendi­sinin beklediği gibi, bu sahada İmam sayıldı. Bunu ileride yeri gelince etraflıca beyan edeceğiz.

118- Hadisin, Sened ve Metin Yönünden İncelenmesi:

Hadis ilmindeki gelişme, yalnız muhtelif şehirdeki, İslâm beldele­rindeki Hadisleri toplamaktan ibaret değildir. Hadisler her bakımdan, incelenmeye başlandı. İmam Mâlik, kendilerinden Hadis rivayet olu­nan kimseleri usta bir sarraf dikkatiyle senedleri incelemeğe başladı. Sonra, Hadislerin metinleri, kitap ve meşhur sünnetle karşılaştırılıp incelendi. Sonra İmam Şafiî geldi. Muttasıl, Mürsel ve Munka-ti´ Hadisleri inceledi. Bunların delil olarak kullanmada kuvvetlerini, derecelerini, tearuz halinde hangisinin kabul, hangisinin reddoiunaca-ğını araştırdı. Sonra yine bu çağda râvisinden tutup Hz. Peygambere varıncaya kadar sened tamamiyle incelendi. İmam Malik, Ebû Ha-nife ve Tabiîne yakın olan diğerleri zamanlarında Hadisi şerife bu kadar itina gösterilmiş değildi. Onların zamanında ancak Hadis aldıkları adamın haline bakılırdı. İmam Mâlik sadece kendisine rivayet edene önem verirdi. Çünkü rivayet edenlerin çoğu tabiin idi. Onun için Mürsel olan (yani senedi Peygambere varmayan) Hadisleri kabul ederlerdi. Onlarca mu´teber olan nakit olunandı. Bir de tabiine yakın bir zamanda yaşıyorlardı. Arada zaman uzadıkça, iş değişir, Şafiî zamanında ve daha sonraları zaman uzayınca sened de uzardı. Bir çok isimler senede girdi, onun için âlimler, yukarı mı, aşağı mı, ulaşmış veya kopuk olması bakımından senedi incelemeye önem verdiler. Senetteki bütün adamları, râvileri incelemeye tâbi tuttular, buna lüzum hasıl oldu. Sahabe asrına varıncaya kadar senetteki adamların âdil olup olmadığını bilmek gerekti. Rivayeti gönül rahatlığıyla kabul etmek, rivayet olunan Hadis amelde hüccet olmak için bunu yaptılar.

İşte İmam Ahmed, Hadisi Şerif üminin böyle olgunlaştığı bir çağda geldi. O da sünnetin incelenmesine son derece itina etti. Senedi ve illeti aramaya bütün dikkatiyle başladı. Râvisi hayatta olan Hadisi, onu görmeden, kabul etmezdi, mümkünse gider, görür, ona nisbet olunan rivayeti ondan dinler, öyle alırdı. Uzakta bulunana gitmek müm­kün olmadığı takdirde, yanında bulunanın rivayetini kabul etmesi, Hadis ilmindeki takvasından, Hadisin doğru olmasını çok arzu etmesinden ileri gelmektedir.

İşte Ahmed b. Hanbel´in çağında sünnetin, Hadisi şerif ilminin ulaştığı gelişme noktası, böyle. Buna onun çok hizmeti oldu, emeği geçti. Bu çalışmaları yapmak için yol hazırdı. Râviler çoğaldı, rivayet ilmi gelişti. Buna kendini verenler oldu. Hadis ilmi, fıkıhtan ayrıldı, müstakil bir ilim halini aldı. İmam Ahmed, Hadis ilmi yolunu tuttu. Hadisleri ve âsârı, kaynağından aldı, fıkhı, erbabından öğrendiği gibi Hadisleri de bu işe kendini verenlerden okudu. Böylece hem Hadis ve hem fıkıhta imam oldu.

119-Münazara ve Münakaşaların Çoğalması:

Beyan ettiğimiz cihetle bu asır, bütün İslâm merkezlerinde fıkhın meyvelerini verdiği ve bunların bir araya toplandığı, karıştığı bir devir olunca, bunun pek tabii bir neticesi olarak âlimler arasında fikir sürtüş­meleri doğacak, münazaralar olacaktır ve bu da olmuştur, ancak ihlas, kavgayı önlemiştir. Bu fikir ayrılıkları yüzünden yapılan münazaraların bir kısmı hakkı meydana çıkarmak içindir. Bir kısmı ise bir mezhebin, diğer mezhebe üstünlüğünü sağlamak, bir görüşün diğer görüşe galip gelmesini temin etmek içindir.

İşte İmam Şafiî, hayatının ilk yıllarında ilk gelişinde Bağdad´da bir müddet bulunuyor, o sırada Irak fukahası ile Medine fukahast taraftar­ları ile: Şahidlik ve yemin mes´elesi hakkında münazaralar yapılıyor. Medine fıkhına göre: Bir şahid ve hak sahibinin yani davacının yemi­niyle hüküm verilir. Davalının yeminine başvurulmaz. Hanefî fıkhına göre bir şahid ve yeminiyle hüküm verilemez. Davalıya yemin tekliî olunur. İmam Şafiî münazarada Medine fıkhı yani Mâliki mezhebi tara­fını tutar. Bundan dolayı ona Sünnet yardımcısı denir.

Bu münazaralar, münakaşalar bazen karşılıklı konuşmalarla, sözle yapılırdı. Bazen de yazışmalarla olurdu. İmam Mâlik ile Mısır fakihi Sa´d b.Leys arasında olduğu gibi. Mâlik ona mektup gönderdi, fıkıh mes´elelerini münakaşa etti. Sa´d da uzun boylu cevap verdi. (Fıkıh tarihi bakımından önemli olan bu iki risale tarafımdan tercüme olunmakta olan İmam Mâlik kitabında mevcuttur).

Bu münakaşalar her yerde yapılırdı. Hac mevsimi dolayısıyle Mek­ke´de yapılır. Bağdad. Küfe, Şam, Mısır´da Fustat yani Kahire gibi İslâm şehirlerinde yapılır, halifelerin saraylarında, emîrlerin konaklarında ya­pılırdı. Bir fıkıh âlimi nereye gitse, bir fıkıh mes´elesini en doğru şekilde çözmek maksadıyla onu münakaşa edecek birini bulurdu. Yahutta kendisi üstün gelip karşısındakinin fikrini, görüşünü altetmek isteyen bir münakaşacı karşısına çıkardı.

120- Münazara ve Münakaşaların Artması:

Bu tür münazara ve münakaşalar sadece fukaha arasında oluyor değildi. Fukaha ile kelâm âlimleri, Mu´tezile, Cehmiyye, Mürci´e ve diğerleri arasında yapılırdı, kelâmcılann kendileri arasında da olurdu: Mu´tezile ile Cebriyye arasında olduğu gibi. İslama saldı­ran zındıklarla İslâm kelâmcıları arasında, İslâm ülkelerinde oturan müslüman olmayan filozoflar arasında bu nevi´ münakaşalar yapılırdı.

Suîastâı mesleğini tutanlarla Mutezileden Nazzâm arasında, keza Nazzâm ile Raybiler ve Mani dininde olanlar arasında nice münazaralar olmuştur.

Özetle diyebiliriz ki, bu çağ bir münakaşa, fikir çarpışmaları çağıdır. Muhtelif dinden kimseler arasında, türlü akılcı meslekler arasında, çeşid fıkıh mezhebleri arasında münakaşalar olmuştur. Bu fikir çarpış­maları sonu, pek tabii olarak, münazaralar yapılacaktır. Bunların bir kısmında hakkı arama, hakkı bulma, doğruya ulaşma maksadı güdül­müş, bazısında ise karşısındaki fikri çürütme, ona üstün çıkma gayreti vardır.

Bu asırda her tür münakaşa ve münazaraya rastlıyoruz. Kimisinde karşısındakine galip gelme, böylece mevki kapma gayreti var, kimisi de sırf hakkı arayıp hakikati meydana çıkarma maksadını güder.[2]

121- O Asrın Temsilcisi: İmam Şafiî:

Bu çağda ilim ruhunun, fikir cereyanları meyvelerinin en güzel temsilcisi İmam Şafiî´dir. Zira bu devrin, ilim hamlesinin ruhunu taşı­yan, fıkıh ve sünnette düşünce farklarını anlatan odur. O eserlerinde Basra âlimlerinden sünneti delil olarak almayanların halini anlatmakta, haber-i vahidi delil kabul etmeyenlerin durumunu beyan etmekte, sün­netten ancak mütevatir hadisi alanları bildirmektedir. İmam Şafii´nin, bunların görüşlerini reddederek verdiği cevaplar çok kuvvetlidir. On­larla cesaretle.münakaşa yapmakta, onları dar köşeye sıkıştırmakta ve doğru cevabı onların ağzından almaktadır. Yine o, kıyas Haber-i vâhid-den önce tutup delil alanlara veya bazı haber-i vahidleri, Kur´an´ın umumi ile reddedenlere cevap vermektedir. Yine o ashabdan gelen bazı me´sur rivayetleri haber-i vahide tercih edenlerle bunu münakaşa yapmaktadır. Bu münakaşaları muhtelif bablarda görmekteyiz; İhtilâfı Mâlik, Iraklılar fıkhı, Evzai Siyerine Red ve saire. Bunda İstihsani gayet geniş surette reddetmekte, onun delil olmasını çürütmektedir. Yine bunlara, Iraklı Mâlikilere ve diğerlerine, nassla veyahut nass üzerine hami ile. fıkıh istidlalini geçtiklerinden dolayı reddetmektedir.

Sözün kısası biz. Ahmed´in yaşadığı zamanı ve içtihad devrindeki fıkıh durumunu okuyucuya en güzel tavsif eden Umm kitabı gibi başka bir kitap bulamıyoruz. O muhtelif görüşleri ele alıp yazmakta, inceleyip açmakta, muvafık bulduğunu, kuvvetli delillerle desteklemekte, muhalif kaldığını tenkid edip reddetmekte ve çürük tarafını da göstermektedir. Umm kitabı, yalnız o çağın ruhunu, ma´nalarını taşımakla kalmı­yor, o ruhun şeklini de aksettiriyor. Eser, münazaralar halinde bölümler taşıyor. Bu kitabın içinde, kendisiyle başkaları arasında geçen münaza­raları anlatıyor, bazen de bir münazara sahnesi tertip edip, söz söyleti­yor, arada bir münazara cereyan ediyor.

122- Cağın Kişideki Etkisi:

Bu çağ münazara ve münakaşa çağı, fikir çalışmaları ve din ilimle­rinin olgunlaşma çağı olunca, Sünneti inkâr eden, Haber-i Vahidi delil almayanlar da ortaya çıktı. Böyleleri de bulundu. Acaba bunların İmam Ahmed üzerinde ne gibi tesiri oldu?

Çağların ve çevrenin kişiler üzerinde tesiri, ona yön veren düşünü­rün ve onu alan kişinin durumuna göre değişik olur. Meselâ İmam Ahmed´in yaşadığı çağda, Abbasi devrinin düşünce çevresinin tesiri değişiktir. Çünkü aslında fikir cereyanları muhtelif, bir kısmı haber-i vahidi delil almıyor, diğerleri onu delil olarak kabul ediyor, kıyası ondan önce tutuyor. Bunlar, sahabe fetvalarını sünnetten sayıyor, onlarla haber-i vahidi mukayese ediyor. Şunlar, sünnete şiddetle sarılıp ona hiç bir delili tercih etmiyorlar. Sünnetle Kur´an´ın âmm olan lafızlarını tahsis ediyorlar. Çünkü sünnet, Kur´an´ın beyanıdır, Amm´ın tahsisi, mutlak olanın takyidi de, beyandan sayılır.

İmam Ahmed, bu muhtelif renkli gıdalardan, kendi eğilimine muvafık olan, gençliğinden beri yönelmiş olduğu meslek ve micazına uygun düşenleri aldı ki, bunlar: Sünnete sarılmak, sahabe ve tabiîlerin fetvalarını öğrenmek, me´sur rivayetleri tanımak. Hattâ sahabe ve ta­biinin asarını tanımağa aşırı düşkünlüğünden dolayı onu, tabiinden sayanlar bile olmuş, onu inceleyenlerden böyle diyenler var. Çünkü sahabe fetvalarına tâbi olmaya gösterdiği inayetten dolayı, onların tale­besi gibi olmuştur. Zira onlarla buluşup gözle görüşmek nasip olma­dıysa da haberleri ve eserleriyle görüşüp konuşuyor.

Çağdaşlarından büyük bir kısmı arasında münakaşa ve münazara pek yaygın ise de, yine bu devirde münakaşadan kaçan, ondan nefret edenler de var. Çünkü münakaşa, şüphe uyandırır, düşünceyi çeler, fikri karıştırır. İmam Mâlik, Süfyan Sevri, Abdullah İbni Mübârek ve diğer bazı âlimler özellikle din konusunda münakaşayı hiç hoş görmezlerdi. Mü´min olan kişinin, dinini münakaşa oklarına hedef yap­ması, fikir çekişmelerine maruz bırakması, onun kuvvetli dindarlığıyle bağdaşmaz, derlerdi. İmam Ahrned bu yolu seçti, münakaşadan ve münakaşacılardan şiddetle kaçtı.

--------------------------------------------------------------------------------

[1] Bu eser tarafımdan tercüme olunmuş ve Diyanet İşleri Başkanlığınca basılmıştır. (Mütercim)

[2] ibni Kuteybe. İhtilâfu´l-Lâfz adlı kitabında bu asırdaki münakaşa ve münazaraları şöyle anlatır: »Geçmişte ilim isteyen kimse: Öğrenmek için dinler, işleyip yapmak için öğrenirdi. Din ilmini kendisi faydalanmak ve başkaları da yararlansın diye okurdu. Şimdi ise, bilgi toplamak için öğreniyor, nam kazanmak için bilgi sahibi oluyor, başkasına üstün gelmek, oğünmek için okuyor, eskiden fıkıhta münazara yapanlar önemli mes´eleleri, lâzım olanlan ele alırdı, insanlara yaraya­cak şeyleri konuşurdu. Hem konuşan, hem dinleyen ondan faydalanırdı. Şimdi ise, küçük şeyler, olmıyacak mes´eîeler konuşuyor, maksat bir latife yapmak, garip birşey bulmak, geçmiş birşeyi reddetmek. Bu. Hanife´yi reddediyor, şu İmam Mâlik´i reddediyor, diğeri imam Şafiî´ye, süslü ,- sözle, yaldızlı hileyle cevap veriyor. Bununla sanki ma´rifet yapıyor... O kalkmış, geçmişlerden birini kendi görüşüne göre reddediyor. Eskiden münazaracılarla, sabır ve şükrederek münazara yaparlardı. Nefislerini kırarlar, heva ve heveslerini öldürürlerdi. Şimdi ise çalım satmak için yapıyor­lar: Cüz, araz. cevher lafzlarıyla lelsefeye dalıyorlar..- İbni Kuteybe, 276 H/889 M. yılında öldü. Demek İmam Ahmed´in yaşadığı çağı dile getiriyor.