Abdullah Dehlevî (k.s.) ve namaz


?Namazı cemâatle kılmak ve ?tumânînet? (rükûda, secdelerde, kavmede ve celsede her uzvun hareketsiz durması) ile kılmak, rükû´dan sonra ?kavme? (kalkıp, ayakta her uzv yerine yerleşecek şekilde dik durmak) yapmak ve iki secde arasında ?celse? (dik durma) yapmak bizlere Allah?ın Peygamberi tarafından bildirildi. Kavmenin ve celsenin farz olduğunu bildiren âlimler vardır. Hanefî mezhebinin müftîlerinden Kâdıhân, bu ikisinin vâcibliğini, ikisinden birisini unutunca secde-i sehv yapmanın vâcib olduğunu ve bilerek yapmayanın namazı tekrar kılmasını bildirmiştir. Müekked sünnet olduklarını bildirenler de, vâcibe yakın sünnet demişlerdir. Sünneti hafif görerek, ehemmiyet vermeyerek terk etmek küfürdür. Namazın kıyâmında, rükûunda, kavmesinde, celsesinde, secdelerinde ve oturulduğu zamânında, ayrı ayrı, başka başka keyfiyetler, hâller hâsıl olur.

Bütün ibâdetler namaz içinde toplanmıştır. Kur´ân-ı Kerîm okumak, tesbîh söylemek (yâni sübhânallah demek), Rasûlüllah Efendimiz?e salavât söylemek, günahlara istiğfâr etmek ve ihtiyaçları yalnız Allah-u Teàlâ?dan isteyerek O´na duâ etmek namaz içinde toplanmıştır. Ağaçlar, otlar, namazda durur gibi dik duruyorlar. Hayvanlar, rükû hâlinde, cansızlar da ka´dede, oturuyor gibi yere serilmişlerdir. Namaz kılan, bunların ibâdetlerinin hepsini yapmaktadır.

Namaz kılmak, mîrâc gecesi farz oldu. O gece mîrâc yapmakla şereflenen, Allah-u Teàlâ?nın sevgili Peygamberine uymağı düşünerek namaz kılan bir müslüman, O yüce peygamber gibi, Allah-u Teàlâ?ya yaklaştıran makamlarda yükselir. Rasûlüllah Efendimiz; "Gözümün nûru ve lezzeti namazdadır." buyurdu. Bu hadîs-i şerîf; "Allah-u Teàlâ namazda zuhûr ediyor, müşâhede olunuyor. Böylece gözüme rahatlık geliyor." demektir. Bir hadîs-i şerîfte; "Yâ Bilâl! Beni rahatlandır!" buyrudu ki; "Ey Bilâl! Ezân okuyarak ve namazın ikâmetini söyleyerek, beni rahata kavuştur." demektir. Namazdan başka şeyde rahatlık arayan bir kimse, makbûl değildir. Namazı zâyi eden, elden kaçıran, dînin diğer emirlerini daha çok kaçırır. Îmânı olmayan kimsenin Cehennem ateşinde sonsuz yanacağını Peygamber Efendimiz haber verdi. Bu haber elbette doğrudur. Buna inanmak, Allah-u Teàlâ?nın var olduğuna, bir olduğuna inanmak gibi lâzımdır. Ateşte sonsuz yanmak ne demektir? Herhangi bir insan sonsuz olarak ateşte yanmak felâketini düşünürse, korkudan aklını kaçırması lâzım gelir. Bu korkunç felâketten kurtulmanın çâresini arar. Bu ise, çok kolaydır. "Allah-u Teàlâ?nın var ve bir olduğuna ve Muhammed AS?ın O´nun son peygamberi olduğuna ve O´nun haber verdiği şeylerin hepsinin doğru olduğuna inanmak" insanı bu sonsuz felâketten kurtarmaktadır.

Bir kimse ben bu sonsuz yanmaya inanmıyorum, bunun için böyle bir felâketten korkmuyorum, bu felâketten kurtulma çârelerini aramıyorum, derse, buna deriz ki: ?İnanmamak için elinde senedin, vesîkan var mı? Hangi ilim, hangi fen inanmana mâni oluyor?? Elbet vesîka gösteremeyecektir. Senedi, vesîkası olmayan söze ilim, fen denir mi? Buna zan ve ihtimâl denir. Milyonda, milyarda bir ihtimâli olsa da, ?Sonsuz olarak ateşte yanmak? felâketinden sakınmak lâzım olmaz mı? Azıcık aklı olan kimse bile böyle felâketten sakınmaz mı? Sonsuz ateşte yanmak ihtimâlinden kurtulmak çâresini aramaz mı?..?

Abdullah-ı Dehlevî, ömrünün sonlarında hastalıklardan çok güçsüz kaldı. İbâdetlerini zevkle, fakat büyük zorluklar içinde yapardı. Buyururdu ki: ?Şu şiiri okuduğum zaman Allah-u Teàlâ vücûduma bir güç kuvvet veriyor, gençleşiyorum. Gerçi ihtiyârım, kalbim hasta, dermansızım, Yüzünü andıkça kuvvet gelir, gençleşirim. Yâni; her ne kadar ihtiyâr, hasta ve mecâlsiz olsam da, hakîkî sevgilinin aşkı ve O´na kavuşma isteğinin cilvelerini gördükçe gençleşirim.?